Sinemamızın Hayaletleri: Çocuk İşçiler*
Güncel siyasetin süratle değişkenlik gösterdiği, söz konusu akışın akılcılıktan uzaklaşarak “laf sokma”nın dayanılmaz hafifliğiyle şekillendiği bir ülkedeyiz ne yazık ki. Faşizan, sermayeci, gerici düzeni alaşağı etme ve eşitlikçi, özgürlükçü yeni bir düzende yeni bir zihniyet inşasına girişmeyi amaçlayan örgütlerin bile içine çekildiği bu düşüklük, gündelik yaşamın kimi büyük sorunlarının dahi rafa kaldırılabildiği bir durum meydana getiriyor. İlerici, muhalif sanatçıların da mevcut durumdan kopmaları kolay olmuyor. Özellikle sinemada sol tavırla film üreten sanatçıların büyük çoğunluğu, halkın hali hazırda politik bir bilince eriştiği konularda film üretmeyi tercih ediyor ya da hedef kitleyi bilinçli bir toplamla sınırlayarak adeta kendi kendini tatmin etmeyi seçiyor. Böyle olunca örneğin F tipi cezaevlerine, Gezi Direnişine, Kürtlerin sorunlarına dair filmleri zaten konuya vakıf kitle izleyip alkışlıyor ve herhangi bir toplumsal aydınlanma veya dönüşüm yaşanamıyor.
Bu durumu kırmak için başvurulması gereken yöntem, daha önce Azizm sayfalarında ve diğer yayınlarda defalarca değindiğimiz, Üçüncü Sinema biçimidir. Özetlemek gerekirse, Hollywood temelli geleneksel sinemanın ekonomik ve kültürel açıdan tüm dünyada inşa ettiği egemenliğe karşı 1960’lı ve 1970’li yıllarda Güney Amerika’da şekillenen Üçüncü Sinema, doğrudan politik ve radikal bir içerikle hareket eden sinematografik bir yöntemdir. “Kusurlu Sinema” ve “Açlığın Estetiği” gibi kodlara sahip olan bu yöntem, geleneksel sinemanın, yapım, dağıtım ve gösterim kanallarını aşarak, yapıtı hedef kitlesine doğrudan ulaştırmayı amaçlamıştır. İzleyiciye mesajını dolaysızca ileten ve ideolojik olarak tarafını net bir biçimde ortaya koyan Üçüncü Sinema, hedef kitlesini politikleştirmek adına agitpropa da uygulayan saldırgan bir sinemadır. Bu doğrultuda hedef kitle olarak genel izleyicinin belirlendiği bir film ile belli bir toplumsal sınıfın belirlendiği bir filmin Üçüncü Sinema açısından aynı içeriğe sahip olması beklenemez. Aynı şekilde hedef kitlenin filme gitmesini beklemek lüksü bu yöntemde yoktur. Filmi üretenler, mesaj kaygısını somut olarak taşıyanlar filmlerini bizzat kitleyle buluşturmak zorundadır. Eğer hedef kitle sosyalist bir tabansa, filmin ya sola, devrime dair bir tartışma açması ya da o güne dek değinilmemiş bir konuya parmak basması gerekmektedir.
Tam da bu noktada, ülkemizin Üçüncü Sinema açısından ne denli zayıf ve amaçsız olduğunu belirtmek gerekiyor. Yılmaz Güney’in son dönem yapıtları ve geçtiğimiz yıllarda gösterime giren Devrimden Sonra filmi dışında bu yönteme eğilen çalışmalar görmek imkânsız. Sorunlarını toplumsallaştırma ihtiyacı duymayan muhalif bir sinemanın kime/neye muhalefet ettiğini anlamak gerçekten zor. Bu konuda risk almayan sinemacılarımızın, ilerici hedef kitle için yeni bir soruna değindikleri filmler de çekmedikleri gerçeği amaçsızlığı tembelliğe dönüştürüyor.
Sinema için “yeni” olacak sorunlardan birisi olarak çocuk işçileri gösterebiliriz. Kapitalizmin inşasından bu yana, kimi kanunlarla kısıtlanan ve zaman zaman coğrafya değiştiren bu sorun, ülkemizde haliyle mevcut olup son yıllarda sermayenin 24 Ocak-12 Eylül 1980 hücumuna aratmayan hamleleriyle büyümüştür. TÜİK’in 2012 verilerine göre 292 bin olan çocuk işçi sayısı, eğitim sistemindeki karşıdevrimci 4+4+4 müdahalesiyle 2014 yılında 900 bine ulaşmıştır*. Ortada yasalara ve insan haklarına aykırı bir hakikat olmasına rağmen hiçbir sinemacının kamerasını çocuk işçilerin gündelik yaşamına çevirmeyişi popüler bir tabirle söylemek gerekirse manidar. Bunda hiç şüphesiz son dönemde sınıfsal bakış açısından uzaklaşmanın payı büyük. Ancak hiçbir sebep, çocuk işçilerin sinemamızda yok sayılmasını gerekçelendirmeye yetmiyor.
Çocuk mahkûmlar gibi sinema için yeni ve bilinmedik sulara, Duvar filmiyle cesurca girebilmiş Yılmaz Güney örneği önümüzdeyken sonraki kuşağın ne çocuk mahkûmlara ne de çocuk işçilere değinmeyişi üzerinde tartışmayı gerektiriyor. Genel olarak işçi sınıfının beyazperdeden uzaklaştırılması, sansür en önemlisi de bireyin iç çatışmalarına öykünen hikâyelerin genel paydadaki hacim artışı çocuk işçileri alt başlıkların da altında konumlandırıyor. Diğer içeriklere dair filmlerde en fazla birer sahne veya motif olabiliyor yasalara rağmen çalıştırılan çocuklar. Buna karşın özellikle 1980’lerde, Küçük Emrah ile süren arabesk film furyasında, duygu sömürüsünü kuvvetlendirmek amacıyla sıklıkla çalışmak zorunda bırakılan çocuklara dair görüntüler görülmektedir.
12 Eylülün sinemamızı da imha ettiği bilinen bir gerçek. Toplumsal yapının bir daha asla darbe öncesindeki durumuna varamayışı sinemada da bir ölçüde geçerli. Ancak konu çocuk işçiler olduğunda, 1960-1980 arasının politize olmuş kitleleri ve sinemacılarına rağmen son otuz yılda hayaletmişçesine görülmeyen çocuk işçilerin söz konusu yirmi yılda da görmezden gelindiğini belirtmeliyiz. 1960’ların ilk yıllarıyla beraber, modern anlamda sinemamızın başlangıcı olarak yorumladığımız Toplumsal Gerçekçi dönemde Erksan ve Sağıroğlu’nun mülkiyet, emek odaklı filmlerinin tarla ya da fabrika çekimlerinde çocuk işçiler kısa sürelerle de olsa görüntülenmiş ancak filmin odağında yer almamışlardır. Yeşilçam’ın sabun köpüğü filmlerinin bile politik söylemler taşıyabildiği, hatta Cüneyt Arkın’ın popüler sağ ve solda konumlanan Malkoçoğlu ya da Komiser Cemil karakterlerine can verdiği bu dönem, çocukların başrolde olduğu bir filme de tanık olmuştur.
Senaryosunu Onat Kutlar’ın yazdığı, yönetmenliğini Ömer Kavur’un üstlendiği, 1979 yapımı Yusuf ile Kenan, 12 Eylül arifesinde sansür kurulunun yaptırımları neticesinde sinemacıların boykotuyla iptal edilen 16. Antalya Altın Portakal Ödülleri’nde En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini kazanarak dikkat çekmiş bir yapım. 2011 yılında “geç gelen portakallar” adı altında ödüllerine 32 yıl sonra kavuşan film, kan davası sebebiyle aileleri katledilen iki küçük kardeşin, sığınabilecekleri tek akrabaları olan amcalarına ulaşma gayesiyle İstanbul’a uzanan hikâyesini anlatıyor.
Günümüzde de halen büyük önem atfedilen film, çocuk işçiler sorununa yaklaşımıyla ne yazık ki sınıfta kalıyor. Öncelikle filmin kent yaşamını olabildiğince kötülediğini, karikatürize edilmiş kötü figürler eşliğinde burjuvaziyi taşlarken bir bütün olarak kentteki insan ilişkileri gülünç duruma düşürdüğünü not edelim. Amcalarını bulamayan ve sokaklarda yaşıtlarıyla zaman geçirmeye başlayan Yusuf ve Kenan, kent yaşamının yıkıcılığına da birinci elden tanık olurlar. Çocuklar hayatta kalmak, dolayısıyla para bulmak zorundadır. Ağabeyi Yusuf’a göre daha naif bir portre çizen Kenan, klişe tabirle beladan uzak durmaya, namuslu kalmaya çalışırken Yusuf çete ilişkilerine bürünmüş yaşıtlarıyla daha tehlikeli bir sürece doğru ilerler. Kent yaşamının parçaladığı aile kurumunu da yan karakterler olan çocukların aileleri üzerinden ele alan film, Yusuf’un suç batağına çekildiği Kenan’ın ise işçi sınıfına mensup bir aile tarafından sahiplenildiği bir sona varıyor. Kenan’ın açısından bakıldığında izleyicide arınma ve bir ölçüde mutluluk uyandıran bu son, duvardaki posterlerden sosyalist olduğunu anladığımız proleter ailenin Kenan’a sahip çıkarak ona iş bulmasıyla tamamlanıyor. Umutla sonlanan filmde Kenan’ın neden okula gönderilmediğini ya da en azından bunun neden mümkün olamadığı üzerinden bir tartışma şekillenmiyor. İlkokul çağındaki bir çocuğun niçin çalıştırıldığı maddi koşullarla ve evdeki diğer çocukların da çalışıyor oluşu göz önüne alındığında gerçekçi duruyor, fakat filmin bu mevcut duruma herhangi bir sorgulamaya girişmeden olumlu bir tutum takınması Yusuf ile Kenan’ın Aşil topuğu oluyor adeta.
Ezilen çocukların dünyasına en gerçekçi yaklaşımı sunan filmimizin, başarılı oyuncu yönetimi ve dönemi için güçlü sayılabilecek diyaloglarına karşın meselenin temelindeki yanılgısı sinemamızın muhalif kanadı için üzücü bir tablo ortaya koyuyor. Ardından gelen hiçbir filmin bu seviyeye ve odağa bile yaklaşmaması ise utanç verici. 1979’da göre çocuk işçi sayısının yasal düzenlemelerin göz boyamasına karşın arttığı, büyük sermayenin de ucuz emek gücü olarak fırsata çevirme amacıyla desteklediği kesintili eğitimin yaşandığı bir dönemde sinemacıların bu çocuklara hayaletmişçesine davranmasının önüne geçilmeli. Kendilerini muhalif/sosyalist olarak nitelendiren ve adeta bunun ekmeğini yiyen sinemacıların bu konuya neden eğilmediklerini sorgulamalıyız, onları Üçüncü Sinema yöntemiyle kışkırtmalı hatta gerekiyorsa güdülemeliyiz. Ana dilini konuşamayan çocukların sinematografik imajlarının yanına, hakkı olan eğitimi göremeyen, sömürülen ve en önemlisi çocukluğunu yaşayamayan çocukların imajlarını da eklemeliyiz.
* Jüpiterlerinizi Saklayın – Akif Akalın
https://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/akif-akalin/jupiterlerinizi-saklayin- 107551
*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatederginisan2015