Bulantı ve İnsanın Ne’liği Üzerine*
Türkiye sinemasında artık bir fenomen haline gelmiş olan Zeki Demirkubuz’un son filmi Bulantı’nın kötü bir sinema örneği olduğu söylenemez. Gerek senaryo, gerek öyküleme, gerekse sinematografi açısından hakkında kolayca hüküm verilip mahkûm edilmeyi kesinlikle hak etmiyor. Dahası film, bir polemik açıyor ve tersten de olsa insanın ne’liğine ilişkin verimli bir tartışmaya kapı aralıyor.
Kendi içinde bir bütün olarak yalnızca eldeki nesneyi yani filmi ele alalım. Zeki Demirkubuz, açık ki belirli bir insanlık durumunu iyi gözlemlemiş, iyi çözümlemiş ve sinemasal dile belirli bir yetkinlikle tercüme etmiş. Her ne kadar tercih ettiği biçim ve konu Türkiye seyircisi için “yeni” olmasa da, hatta bir parça doygunluk seviyesini zorlasa da, kurduğu anlatının derinlemesine bir tanıklığa dayanması anlamında değerli olduğu teslim edilmeli. Burada yönetmenin kendi yaşamından ne ölçüde yola çıkmış olabileceğine ilişkin tartışmaların açıklayıcı olduğu ise düşünülmemeli. Dolayısıyla, ana karakterin yönetmenin kendisinin bir replikası olduğu yönündeki çağrıştırmaların geçerliliğini tartışmak bir noktadan sonra yersiz olacak.
Peki, bu insanlık durumu nedir? Kanımca, hayattan, toplumdan bir ümidi ya da beklentisi kalmamış; ya da bir nedenle hayata ve topluma uzak kalmış; veya hayatın akışı ve toplumsal dinamiklerle bağlarını neredeyse tümden yitirmiş günümüz aydınının hali. Onun “anlam”ı kaybetmesi, kayıtsızlığı -ki bu Zeki Demirkubuz’un sık sık işlemeye çalıştığı temalardan biri- ve nihilizme sürüklenmesi. Nihayetinde bütün bunların, bunu “boşlukta asılı kalma fazı” ya da “zeminsizlik” diye de adlandırabiliriz, getirdiği göreli ilgisizlik, duygusuzluk ve donukluk. Filmdeki temel gerilim de zaten bu ruh halinden köken alıyor. Görünürdeki kayıtsızlığın aslında insanın özsel bir gereksinimi olan birliktelik, anlaşılmak, empati, başkalarına yardım etmek ve başkalarınca destek görmek, başka bir deyişle, “başka insanlarla, kendisi olmayanla bağ kurmak” ile olan çelişkisi film ilerledikçe gittikçe daha belirgin hale geliyor.
Ana karakter, üniversite hocası Ahmet, -kimi zaman farkında dahi olmadan- kendisini içinde bulduğu güvenli bir liman arayışlarının ardından sonunda evin hizmetçisinin kucağında teselli aramak zorunda kalıyor. Bu bir dönüş. Temel gereksinimine, insan oluşu ile ilgili en mahrem dürtüye yöneldiği bu dönüş, ne var ki, bir aydınlanma biçiminde değil, bir dibe vurma biçiminde yaşanıyor. Kaskatı varoluşunun ilk kez bu anda bir noktasından erimeye başladığını, daha önce sebebi bilinmeyen zararsız gündüz düşlerinden dışarı taşan şeyin kişisel statükosunu şiddetle sarstığını görüyoruz. Kendi içinde stabil ve tamamlanmış bir yapı gibi görünen bir bütünü koruyan sert duvarlar çatlarken dışarıdan içeriye yenilenme umudu taşıyan bir ışık değil, içeriden dışarıya bir çürük kokusu sızıyor. Öykü boyunca çeşitli biçimlerde bencilliğine tanık olduğumuz Ahmet, bodrum katındaki kapıcı evinde hizmetçisinin ayaklarına kapanıp ağlarken, yine ve hâlâ aslında kendini düşünüyor. Bir çocuk kadar acımasız ve talepkâr. Filmin son planını oluşturan hizmetçinin -yarı dehşetli yarı erdemli- yüz ifadesinde en dikkat çekici şey ise giderek yaşaran gözleri. Bu hüzünlü dehşet o anda yaşanmakta olan şeyin geleceksiz bir kavuşma olmasından mı, ayaklarındaki bu yabacının aynı zamanda acı verici ölçüde tanıdık başka yaşantıları çağrıştırmasından mı, bilinmez. Ama durum yeterince absürd. Yine de buradaki kırılma önemli. Karakterimiz bir biçimde yolunu değiştirmeyi göze alıyor. Bu onun öyle ya da böyle, bencil, sinik, çarpık ya da acımış da olsa, bağ kurma gereksinimini dışa iletmesi, açık etmesi anlamını taşıyor.
Ahmet, hiç kimseyi umursamayan, başkalarının acısına yabancı ve uzak, bu anlamda fazlasıyla kendine dönük, -deyim yerindeyse- kendisini sorumluluk almadan yaşayabileceği edebiyat dünyasına mahkûm etmiş, ancak kendi kişisinin somutluğu içinde neredeyse var olmayan, kendi acısıyla bile yüzleşmek istemeyen bir karakter. Bütün bunlar elbette, ancak yaşamını düzenin boşlukları arasında, kimseyle -karşıdakinde ya da kendisinde bir değişikliğe neden olacak kadar- temas etmeksizin sürdürebilen, belirli sosyal ve ekonomik koşullara sahip az sayıdaki insanın özellikleri olabilir. Ancak, filmi elimizin tersiyle itmeden önce hatırlamamız gereken şey, çağımızın böyle insanları ürettiği gerçeğidir. Temel çatışmayı yaşayan ana karakteri böyle bir kişi olduğu için film, günümüzün aydınını temsil etmesi açısından belirli bir değer taşıyor olabilir. Hatta biraz zorlayarak da olsa, bu noktadan kalkarak eleştirel bir yönü dahi bulup çıkarılabilir.
Öte yandan, kimilerinin midesini kaldıran şey, tam da Bulantı’da temsil edilen bu aydın tipi olabilir. Kabul etmeliyiz ki, sinemada, edebiyatta ya da felsefede, böylesi bir varoluşsal karanlığı anlamanın ya da anlamlandırmaya çalışmanın artık insanlığı ileri götürücü bir tarafı kalmadı. Elbette, burada perdeye taşınan örnek kurtulunması gereken bir araz da olsa insana dair belirli bir potansiyelin ete kemiğe bürünmesini temsil etmektedir. Sonuna yaklaştığımız bu gerici çağ boyunca sayısız benzerini gördüğümüz bu türden temsiller gerçekten de ağzımızda kof bir tat bırakmaya başladı.
Hizmetçinin İstanbul aksanıyla Türkçe konuşuyor olması, oyunculukla ve ritimle ilgili kimi problemler gibi tüm kusurlarına rağmen, Zeki Demirkubuz’un bu filmi önceki bazılarına göre çok daha yetkin. Özellikle, filmin donuk atmosferi bizi, aslında çok da yabancısı olmadığımız ıssız bir karanlığın içine çekmekte ziyadesiyle başarılı. Anlatının bu özelliği, karakterin kısırlaşmış iç dünyası ile de oldukça uyumlu. Örneğin, Ahmet’in en dipteki hali seyirciyi sıkıntıya boğan elektrik kesintisi sahnesi ile özgün ve duru bir biçimde dile getirilmiş. Amacı düşünüldüğünde sahnenin uzunluğunun ve akışının hiç sırıtmadığı, sünmediği, dengeli ve yerli yerinde olduğu su götürmez. Zifiri karanlıkta tek kılavuzu soğuk, beyaz bir cep telefonu ışığı olan karakterin uzun süre umarsızca bir şeyler araması, bizi onun ruhsal yalnızlığı ile çırılçıplak yüzleştirmiyor mu? Onun bu durumu karşısında benliğimizin iyice arkalara ittiğimiz bir köşesi ürpermiyor mu? Özünde öyle tanıdık bir duygu olmalı ki bu, seyircide sıkılma yerine huzursuzluğa, bunaltıya, alaycılığa, yani o durumdan kaçma isteğine yol açabiliyor. Kapı çalıyor. Ahmet açtığında, onun gibi biz de, itiraf etmeliyiz ki, elindeki mumla hizmetçiyi kapıda gördüğümüzde içimize süzülen sıcacık bir ferahlık hissediyoruz.
Zeki Demirkubuz’un Bulantı’daki amacının seyirciyi kendi oyunculuğu ile can verdiği Ahmet’ten tiksindirmek olduğunu sanmıyorum. Öte yandan, bize rahatsızlık veren ve bizi ister istemez geriye çeken şey, böyle bir insan tipinin yeniden ve yeniden, sanki insan varoluşuna ilişkin bir mutlaklıkmış gibi, sinemada arz-ı endam etmesi. Oysa bizim bugün gereksinim duyduğumuz şey, insan olarak cephaneliğimizin derinliklerinde bir yerlerde unuttuğumuz öteki potansiyellerimizi keşfetmek, onların gizilgücüne ve bir gün nasıl birden bire patlayarak her şeyi yeniden şekillendireceğine yeniden inanmak. Bize böyle bir motivasyonu aşılayacak filmler gerek. Bulantı bir gerçekliği resmediyor, evet, ancak biz başka gerçekliklere inanmaya açız.
Demirkubuz’un filmografisi sanki insanın kötücül özüne ilişkin sınırları iyi çizilmiş temel bir sav üzerine, insanın yalnızlığa ve dolayısıyla ancak geçirimsiz içsel yaşantısının kör zindanlarında deneyimlenebilen bir “özgürlüğe” zorunlu olduğu fikri üzerine kurulu. Bulantı’nın da eklemlendiği bu liste sanki bu özün verili, ontik, bu anlamda değiştirilemez olan bir insanlık durumu olarak varoluşumuza içkin olduğunu ima ediyor. Oysa burada bir açmaz var; insan kaçınılmaz olarak böyle değil. Kaçınılmaz olarak bu kadar karanlık, bu kadar yalnız ve birbirine karşı bu kadar duyarsız değil. Tersine o, dünyaya atılmış yitik ruhlardan bir ruh olmak bir yana, her şeyden önce tarihsel koşullarca şekillenen, toplumsal bir varlık. İnsan, olumlu ve olumsuz potansiyellerin bir bileşimi ve belirli bir anda bunların hangisinin ağırlıklı olarak gerçeklik kazanacağı büyük oranda onun hangi koşullarda devindiğine bağlı oluyor. Umarız ki bundan böyle sinemamız gerçekliğin küçük bir parçası kadar bütününü de dert edinmeye başlar ve insana ilişkin sözlerini onu bu gerçekliğin içine yerleştirerek, onun ışığında analiz ederek söyler.