Rakı*
ailesi insanın zayıf yönü olmamalıydı. ayrıca annesine değil, direkt kendine küfretmiştim adamın.
yüzüme yumruklar inmeye devam ediyordu bu arada. ağzımdaki kanı tükürmeme, hatta yutmama bile izin vermiyorlardı. ne söylemiştim acaba?
ettiğim küfrü tam olarak hatırlamıyordum.
klasik bir bar kavgasıydı bu ama ben sadece dizlerimin üstüne çökmüş, hiç direnmeden sessizce dayak yiyordum. bu sırada düşünüyordum elbette. günlük sorunlarımı, verdiğim kiloları, kusma seanslarımı, yeni aldığım şampuanı… dayak yemek zihin açıyor, düşünmediği şeylere itiyor insanı. düşünebiliyordum, evet.
hala bilincim açıktı. minnettar olmalıydım.
nihayet ağzımdaki kanı tükürdüm. çizgi filmlerdeki gibi dişlerimi de tüküreceğimi düşünmüştüm, olmadı. acıdan inlememi bekliyorlardı, yapmadım. oysa ağlayabileceğim kadar canım yanıyordu. elmacık kemiğimin şiştiğini hissedebiliyordum, uyuşmuştu da. yüzümde acımayan bir orası vardı sanırım.
yeterliydi bu kadar dayak.
gözlerimi kapatıp kendimi arkaya doğru bıraktım. bayılmış numarası yapacaktım, belki bırakırlardı artık.
küfrettiğim adam karnımı tekmeliyordu bu sefer de. ama diğerleri durmuştu.
“abi, yeter! devrildi şerefsiz, görmüyon mu?”
“gebersin piç kurusu!”
hepimiz sarhoş olmasak ve bu adam bu kadar sinirli olmasa, yani ben bu kadar fevri olmasam, bu olay bu saatte olmasa ve tabi ben ona hatırlamadığım ama beni öldüresiye dövmesine sebep olacak bir küfür etmiş olmasam bu adamlar çok severlerdi beni. hatta birlikte kelle paça içmeye gidebilirdik bu akşam, yani ben onlara sövmeseydim. kel olana.
bari acil servise falan bıraksalardı beni. ne yürüyecek halim vardı ne de taksiye verecek param.
diğer iki adam, kel olanı ikna edip götürdüler. benim birlikte içmeyi hayal ettiğim çorbayı içmeye gittiler muhtemelen. onlar gidince yerde biraz daha yattım, yağmur yağmaya başladı. yarılmış kaşıma vuran damlalar canımı yakmaya başlayınca kalktım, eve gitmeyi düşündüm. evim neredeydi, bilmiyordum.
adamlardan birinin bana şerefsiz, kel olanın da piç kurusu dediğini hatırladım. içim ısındı, gülümsedim. canım yandı.
yağmur yüzümü yıkıyordu ve kaşımdan sızan kan görüşümü engelliyordu.
telefonumu bulmak için ceplerimi yokladım, elbette yoktu. aklımda bir numara vardı yalnızca, asla aramamam gereken numara…
köprüye doğru yürümeye başladım, hava aydınlanıyordu. simitçiler, balıkçılar, turşucular şemsiyelerini kurmaya başlamıştı. bu görüntü tekrar içimi ısıttı. bugün mutlu olmak için çok uygun bir gündü aslında ama ben dayak yedim.
sonra şu içimi ısıtan simitçilerin birinden telefonunu istedim. adam şişmiş yüzümden ve hala kan sızan kaşımdan korkmuş olacak, hiçbir şey söylemeden ama gözleri büyüyerek uzattı. numarayı çevirdikten sonra telefonu kulağıma götürürken bir de sigara istedim simitçiden. arsızlaştırmıştı beni bu dayak. sigarayı yakarken telefon açıldı.
“alo?” uyku, endişe ve korkuyu bu üç harfe sığdırabilmişti her zamanki gibi.
“Devrim, beni al buradan.”
“alo? kimsiniz?”
demeye çalıştığım şeyin ağzımdan çıkanla alakası yoktu ki simitçinin yüzü buruştu. telefonu ona verdim, köprünün ortasına doğru ilerledim.
bir yandan simitçinin Devrim ile konuşmasını dinliyordum. adam serin bir sesle benim kim olduğumu ve nerede olduğumuzu anlatmaya çalışıyordu.
onu böyle boktan bir sebeple aramamalıydım diye düşünürken trabzanlara tırmandım.
simitçi bana baktı, yine gözleri büyüdü. bakışları beni de korkuttu.
sigarayı tuttuğum iki parmağımla onu selamladım. verdiği sigara için ne kadar minnettar olduğumu gösterdim ona. keşke beni döven adamlara da gösterebilseydim minnetimi.
yüzüm beton gibi suya çarparken fark ettim intihar ettiğimi.
öldüm mü, hatırlamıyorum.