Sovyetlerde Şiir Üzerine*
Anti-komünistlerin, yaşamın 25’li yaşlarını bahane ederek, Sovyet karşıtlığı palazlandırmaya kalkıştığı bir kadın. Tüm iddialara, 1940 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne üye olarak ve Büyük Yurtsever Savaş sırasında 872 gün boyunca Leningrad’dan ayılmayıp, burada yaptığı radyo yayınlarıyla kentin gücünün ve kararlılığının simgesi olarak, yıllar öncesinden cevap vermiş bir şair. Sovyet astronomlarınca keşfedilen küçük bir gezegene adı verilen, Lenin ve Kızıl Bayrak İşçi nişanlarına sahip Olga Berggolts…
Okuma-yazmayı, çobanlık yaptığı evin oğlunun özel derslerini uzaktan seyrederek öğrenmiş bir çocuk. Büyük Ekim Devrimi’nin ardından sağlanan ücretsiz eğitim imkanıyla Parti Yüksekokulu ve üniversitelerine ek Erivan Devlet Üniversitesi’ni bitirmiş bir Komsomolets. SSCB Yüksek Sovyet’i Millet Vekili Kürt asıllı bir şair. Riya Teze gazetesi ve Erivan Radyosu’nun Kürtçe bölümlerinin gelişmesini, Sovyet Ermenistan’da Kürt okullarının kurulmasını sağlayan Nado Mahmudov…
Henüz 15 yaşındayken ikinci kez giydiği mahkum gömleğiyle 11 ayını hücrede geçiren bir çocuk. ‘‘Sokaklar fırça, meydanlar paletlerimizdir’’ sloganıyla sanat ordusunu sokağa çağıran bir devrimci. ‘‘Sanat her yerde sergilenmeli, sokaklarda, tramvaylarda, fabrikalarda, atölyelerde ve işçi evlerinde. Sanat müzeler gibi cansız tapınaklarda yoğunlaşmamalı’’ diyen bir şair. ‘‘Bolşevikler için kültür devrimi sanat ve eğitim alanlarından ibaret değildir.[…] Bolşevikler tiyatrodan aileye, edebi tenkitten şehirciliğe, sinemadan iş düzenlemesine kadar topyekun bir değişim düşüncesindedirler. Yeni bir insan, yeni bir yaşam biçimi yaratmak söz konusudur.’’ diyen bir Bolşevik, Vladimir Mayakovski…
Ve daha nice Sovyet şair ve şiirleri… Saymakla, okumak-yazmakla tükenir mi, 20. YY dünya edebiyatının en zengin, en özgün bu unsurları!
Deneyelim…
Abartmıyorum, hakkını veriyorum…
Attila Tokatlı’nın da belirttiği üzere, dünya üzerindeki etkisi bakımından 20. yy Fransız şiirinden önde gelir Sovyet şiiri. Adeta tüm hayata nüfus etmiş, su gibi ekmek gibi gündelik bir ihtiyaç haline bürünmüştü. Öyle ki bizim köy enstitülerinin yapmaya çalıştığı şeyi o geniş coğrafyada devrim başarmıştı. Çobanlardan, tornacılardan şair çıktığı gibi gelinlerin çeyiz sandıklarında da şiir kitaplarının bulundurulması bir gelenek haline gelebilmişti.
Bir şairin veyahut yazarın tanınması tek başına kendi başarısıyla ölçülemez. Bu toplumun ‘‘gelişkin’’ olmasıyla da ölçülebilir bir durumdur. Örneğin, bizim topraklarımızda yetişen şairler öldükten sonra anca tanınabiliyorken, Sovyetler’de ‘‘Bekle Beni’’ diye seslenen Simonov birkaç günde tanışmıştı. Hal böyleyken bu iki örnek arasındaki farkın tek başına kişisel başarı ile açıklanamayacağı çıplak gözle görülebilir sanıyorum.
Simonov’un sesine kulak verelim,
Bekle Beni
Bekle beni,
döneceğim
Bütün direncinle bekle beni.
Bekle hüzün yağmurları
Gökyüzünü kaplayınca,
Karakış üşütürken bekle,
Sarı sıcaklar yakarken bekle.
Kimseler beklemezken bekle beni,
Unut anılarla yüklü bir geçmişi
Ne bir mektup ne bir haber
Gelmesin ne çıkar, bekle beni
Bekle beni döneceğim
Bekle,
yalnızca sen bekle beni.
Bekle beni döneceğim,
bırak
Beklemekten usanmış dostlarım
Oğlum, anam, yoldaşlarım
Öldüğümü sansınlar benim
Umudu kesip bir ateşin başında
Beni yâd edip içsinler
ama sen
İçme sakın yürek acısı o şaraptan
İnançla,
sabırla bekle beni.
Bekle beni,
döneceğim
Tüm ölümlere inat bekle.
Çünkü o büyük bekleyişin
Düşman ateşinden kurtaracak beni.
Bekle kızgın sıcaklar içinde,
Karlar savrulurken bekle beni,
Yalnızca seninle ben,
ikimiz
Ölümsüz olduğumuzu bileceğiz;
O sırrı,
o hiç kimsenin bilmediği.
Kimseler beklemezken
Beni beklediğini.
Konstantin Simonov
Elbette bu durum birden bire belirmemiştir Sovyetlerde. Devrimin gerçekleşmesinden daha fazla zaman alacağı düşünülebilecek, yeni insanın yaratılmasının sürecinin bir kazancıdır şüphesiz.
Vladimir Mayakovski bu sürece en çok katkı koyan şairlerden biridir. Yılmadan seslenmiştir o, hem sanatçıya hem topluma.
Mayakovski, küçük yaşlardan beri inandığı devrime, kararlılıkla yürümüş parçası olduğu Büyük Ekim Devrimi’ne de kolayca uyum sağlamıştır. Devrimden sonra da mücadelesi bitmemiştir. Geçmişin kısıtlı burjuva sanatına son vermeye, insanlık için yaşanabilir olan yeni düzenin tüm yönlerini içeren yeni bir sanat yaratmaya, kültürü yeniden örgütlemeye, sanatı insanlığa mal etmeye ve sokağa indirmeye çalışmıştır.
Kâh fabrikalara atölyelere giderek seslendirmiştir şiirlerini, o güçlü sesiyle, kâh kalabalık mekânlarda…
Şair İşçidir
Bağırırlar şaire:
“Bir de torna tezgâhı başında göreydik seni. Şiir de ne?
Boş iş.
Çalışmak, harcınız değil demek ki…” Doğrusu
bizler için de
en yüce değerdir çalışmak.
Ve kendimi
bir fabrika saymaktayım ben de.
Ve eğer
bacam yoksa
İşim daha zor demektir bu.
Bilirim
hoşlanmazsınız boş lâftan
kütük yontarsınız kan ter içinde,
Fakat
bizim işimiz farklı mı sanırsınız bundan: Kütükten kafaları yontarız biz de.
Ve hiç kuşkusuz
saygıdeğer bir iştir balık avlamak çekip çıkarmak ağı.
Ve doyum olmaz tadına
balıkla doluysa hele.
Fakat
daha da saygıdeğerdir şairin işi
balık değil, canlı insan yakalamadayız çünkü.
Ve doğrusu
işlerin en zorlusu
yanıp kavrularak demir ocağının ağzında
su vermektir kızgın demire.
Fakat kim
aylak olduğumuzu söyleyerek
sitem edebilir bize;
Beyinleri perdahlıyorsak eğer
Kim daha üstün, şair mi? yoksa insanlara
dilimizin eğesiyle…
Pratik yarar sağlayan teknisyen mi? İkisi de.
Yürek de bir motordur çünkü ve ruh, onun çalıştırıcısı.
Eşitiz bizler
şairler ve teknisyenler.
Vücut ve ruh emekçileriyiz
aynı kavganın içinde Ve ancak ortak emeğimizle
bezeriz evreni
marşlarımızı gümbürdeterek
Haydi!
laf fırtınalarından
ayıralım kendimizi
bir dalgakıranla.
İş başına!
Canlı ve yepyeni bir çalışmadır bu. Ve ağzıkalabalık söylevci takımı değirmene yollansın dosdoğru!
Unculuğa!
Değirmen taşı döndürmeye laf suyuyla!
Vladimir Mayakovski Çeviri:AtaolBehramoğlu
Mayakovski’den bahsedip de Gelecekçiliğinden bahsetmemek olmaz. O ‘‘Yalnız işçi sınıfı yeni şeyler yaratacak ve yalnız biz gelecekçiler onların adımlarını izleyeceğiz. Gelecekçilik işçi sınıfının ideolojisidir. Gelecekçilik işçi sınıfının sanatıdır.’’ diye tanımlar gelecekçiliği ve gelecekçileri. Fakat zaman zaman kendi tarzıyla insanlara ulaşmanın zorluğunu düşünmüş ve şiirini sadeleştirmeye de gitmiştir. İşte bu anlardan birinde yaratmıştır Baltık Filosu için ‘‘150.000.000’’ şiirini. Ve yazmadı ne sağına ne soluna, ne adını ne sanını…
Yüz Elli Milyon:
Bu şiiri döken ustanın ismi.
Bu şiir kurşunlardan alır ritmini
ve evleri saran alevden kafiyelerini.
150 000 000 konuşmakta benim dudaklarımdan Sorguya çekin ay dedeyi
zorlayın güneşi söylesin diye niçin
ayla el ele verip
dokurlar durmadan gündüz ve geceleri? Ve söyleyin
Kimdir bu yeryüzünün dahi yaratıcısı?
Şiirim de böyledir:
Hiç kimse tarafından yaratılmadı şiirim, yaratanı yok.
Bir tek amacı var aydınlatmak
kendi kendini yaratan geleceği.
Mayakovski Çeviri: Atilla Tokatlı
Ne yeni insanı yaratmaktan vazgeçer Maykovski nede başardığı ve daha ileri götürmeye çalıştığı devrimden. Büyük Ekim Devrimi’nin 10. Yılında yazar ‘‘İşler Yolunda’’ şiirini. Ve hayatının son yılında da ‘‘ Sovyet Pasaportu Üzerine’’yi…
İşler Yolunda
Ama fethettiğin toprak,
yarı-ölüyken beşiğe yatırıp salladığın
lastik topun seni üstünde havalandırdığı, tüfeğin yere serdiği
bir damla gibi
halk yığınlarına karıştığın
yerle bağınız yaşamına, çalışmasına şölenine ölümünedir
Vladimir Mayakovski Çeviri: Atilla Tokatlı
Sovyet Pasaportu Üzerine
Şu memur zihniyetini
bir kurt bir kuzuyu paralar gibi paralamak isterdim,
ve en ufak bir saygı duymadım bu cinsten belgelere
ömrüm boyunca
ve cehenneme kadar yolu var
tüm evrakların derdim. Ama bu… bu başka…
Ve daima
gururla çekip çıkaracağım ceplerimden pasaportumu:
İyi okuyun sayın baylar: ve gıpta edin: Yanılmıyorsunuz evet Sosyalist bir ülkenin Yurttaşıyım ben.
Vladimir Mayakovski Çeviri: Atilla Tokatlı
Saymakla, okumak-yazmakla tükenir mi demiştik.
Tükenmez dostlar, tükenmez. Ama söz çalışacağım!
Bitirirken, şairini, şiirini anlatmaya çalıştığım ülkeyi ve o ülke insanını birde, hayatının son dönemlerini burada geçirmiş Nazım Hikmet’in dilinden okuyalım;
“…Sovyet insanları beni dost olarak adlandırdıklarında, çok övünç duyuyorum bundan. Gerçekte de Sovyetler Birliği fiilen ikinci yurdumdur benim. Bu nedenle size, dosttan daha yakınım ben. 1919 yılında geldim Sovyetler Birliğine. Fena bir delikanlı değildim, gençtim. İlk kez burada sevdalandım, barışın ne demek olduğunu burda öğrendim. Ve kendi öz halkının nasıl sevilebileceğini de burada öğrendim. Burada, en büyük acıyı yaşadım, Lenin öldüğünde. Ve beş dakika saygı duruşunda bulundum tabutu önünde. İnsanın yurdu, başından en büyük acının geçtiği ve en büyük mutluluğu yaşadığı yerdir. Bu nedenle ben Moskova‟yı kendi kentim ve Sovyetler Birliğini ikinci yurdum saymaktayım…”