Tanrılar*
“Bu şarkıyı küçükken ilk dinlediğimde, biri çığlık atıyor sanmıştım.” Bu cümle kafamda yankılandı. trompet beni büyülemeye başlıyor.
Ve işte adım atıyorum. Dev ayaklarım kafamın emrinde, rastgele yerlere taşıyor beni. Trompet susmuyor, ayaklarım durmuyor. Keman ve piyanoya aşık oldum bir bir ama trompetin beni böyle harekete geçireceğini tahmin etmiyordum. Hareket ayaklarımdan yukarı çıkıyor. Belim, kollarım ahenkle kıvrılmaya başlıyor, kapılıyorum. Şimdi odaya biri girse, diye düşünüyorum. Bunu iş yerinde yapmamalı, diyor kafamda bir ses.
Üzerimde takım elbisem ve tabularım var.
Ama kafam çırılçıplak, diye karşı çıkıyorum kendime. Parça bitince duruyorum. Ofisteki boy aynamın karşısına geçiyorum.
“Boy aynam varmış, vay.”
Kravatımı sıktıkça sıkıyorum. İşte, diyorum; gayet sığ görünüyorum. Az önceki şehvet halinden çıkıp sandalyeme oturuyorum, bacaklarımı masaya uzatıyorum. Beni trompete aşık eden yüzünü hatırlayamadığım kadını düşünüyorum. Aslında ağzını, burnunu, dudaklarını, kaşlarını hatırlıyorum ama bunca güzelliği bir araya getirirken zorlanıyorum. Trompetle çığlığı ayırt etmek gibi…
Anılarımı zorluyorum. Saçlarını, kulaklarını ve boynunu hatırlıyorum. Sonra sanırım birleştiriyorum. Bedenini ve kıvrımlarını da ekliyorum. Ve işte hayal görmeye başlıyorum. İş yerinde olduğumdan sanırım, klasik giyimiyle bana doğru geldiğini görüyorum. O her ortama uyum sağlar… Teni gözlerimi alıyor. Aşık olmadan uyanabilir miyim? Bu kadın beni mahvedebilir. Parfüm kokusu duyuyorum. Hayalimin bu kadar gerçekçi olmasına şaşırarak gözlerimi kırpıyorum, gitmiyor. Lanet okuyorum, ifadesizce karşımda duruyor. Sonunda kafayı sıyırdım. Az sonra mahcup bir ifadeyle sekreterim giriyor içeri. Özürler zırvalıyor, def ediyorum. Sessizce def oluyor. Öyle sessiz ki, çıktığından emin değilim. Gözüm kadında. Sanırım şaşkınlığım kadın ve ben kalıyoruz odada.
Kadının parfümü havada asılı, kıkırdayarak bizi izliyor.
O ifadesizce duruyor. Bense birden gerçeğe dönüşüveren hayalim karşısında açılan ağzımı kapatıyorum. Bir bardak su almak için kalkıyorum. Yere bakıyorum, ne kadar parlak. Burayı kim sildi böyle? Bir an için kadını unutuyorum. Plağı pikaba tekrar yerleştirip iğneyi nazikçe oturtuyorum. Trompetin çığlığıyla tekrar sarhoş olurken tekrar tekrar kadını unutuyorum. Şaşkınlığım da terk etmiş odayı o sıra. Dönüp yerime oturuyorum. Gözlerimi yumdum.
“Ne istiyorsun?” “Plağı.”
Vermeyeceğimi söylüyorum. Biliyorum, diyor. Gülümsüyor. Vay canına, ilk defa gülümsüyor. Sanki hayatında ilk defa gülümsüyor, öyle ki bildiğinden bile şüpheliyim. Ama gülümsemek ona nasıl da yakışıyor. Ne kadar güzel, diyorum içimden. Ne kadar da güzel! Belki de sesli, bilmiyorum. Dişleri ortaya çıkıyor. Kan kırmızı dişleriyle hâlâ çok güzel. Kahkahalar! Gözlerinin kenarları kırışıyor. Kendimi ne kadar güzel demekten alamıyorum. Kahkahalar histerikleşiyor, farkediyorum. Kadın çirkinleşiyor. Sebebini anlayıp kalkıyorum. Benimle birlikte kalkıyor. Pikabın başına giderken beni durdurmak için ellerimi tutuyor, tenim karıncalanıyor. Gözbebeklerimiz birlikte büyüyor. Beni durduramıyor, kahkahaları onu zayıf düşürüyor. İğneyi plaktan kaldırıyorum. Bir hışırtıyla trompetin çığlığı kesiliyor. çılgın, histerik kahkahalar da. dizleri çözülüyor. kalbim çözülüyor.
“Ne oluyor?” Aşık oluyoruz. “Tanrılar.”
Gülümsüyor, gülümsüyorum.
Tanrılar, diyoruz, gülümsüyoruz.