Elli yılı aşkın süreyi devirmesine karşın etkisi halen hudutlarımızla sınırlı kalan Altın Portakal Film Festivali’nde, dünya ölçeğinde pek çek festivalde olduğu gibi, tartışmasız bir yıl bulmak zordur. Jüri seçimlerinin yanlışlığı, düzenleme biriminin vasatlığı, yerel yönetimlerin hadlerinden fazla söz sahibi oluşları, ödül alan kişi ve yapıtların haklılığı/haksızlığı gibi başlıklar altında tartışmalar süregelmiştir. Bu başlıkların ötesine geçecek kadar tehlikeli olan konu ise sansürdür. Uzunca bir süredir festivallerden uzak kalan sansür, Haziran Direnişi’ni konu edinen bir belgesele yapılan müdahale neticesinde yeniden sahalara inmiştir. Gerçi televizyon, internet, DVD’ler ve Trier’in son filmi vesilesiyle sinema salonlarına kadar uzanan bir sansür dalgası mevcuttu fakat özerk olması beklenen bir festivalde sansürün etkinleşmesi çoğunluk için şaşırtıcı oldu. Hâlbuki sansüre karşı direnişi topyekûn hale getiremediğimiz için meselenin her mecraya yayılacağını Azizm de aralarında bulunduğu belli başlı oluşumlar sık sık yazdılar. Yedinci sanatta, salt sanat kaygısıyla ortak bir cephe kurulamayacağı Altın Portakal vakasında bir kez daha kanıtlandı. SİYAD başkanı Alin Taşçıyan’ın sansüre karşı tavır geliştiren meslektaşlarını (bir anlamda başkanlığını yaptığı derneği) taşlaması, filmlerini festivalden çekmeyen yönetmenlerin sansür yokmuşçasına Altın Portakal’dan övgüyle söz etmeleri ve özellikle en iyi film ödülünü alan Kutluğ Ataman’ın festival ruhunun AKP’li belediye sayesinde geri geldiğini vurgulaması sinemamız adına utanç verici detaylardan bazıları. İzlemediğimiz bir filmin ödüllendirmesinde AKP’ye yakın oluşunun ne ölçüde katkı sağladığını bilemeyiz ancak rejimin önderini korumak adına sansüre başvurulan, eleştirmen Kerem Akça’nın belirttiği üzere komite-jüri etkileşiminde kendi yönetmeliğini çiğneyecek kadar ailesel bağlara ön ayak olan bir festival ortadayken hiçbir kararı politikadan muaf tutamayız. Tam da bu yüzden bir sanat cephesi açmak istiyorsak bu cephe asgari sanatsal kaygılardan öte ciddi bir ideolojik tavırla şekillenecek eylem ve söylemlerle inşa edilmelidir.
Peki, tüm bunlar olmasaydı festival sorunsuz mu geçecekti? Resmin bütününe bakıldığında, ortada bir ödül ve jüri olduğu sürece tartışmaların önünü almak olanaksızdır. Geçtiğimiz yıllarda Altın Koza’daZeki Demirkubuz, Altın Portakal’da ise Ümit Ünal, ödül alamadıkları gerekçesiyle adeta çılgına dönmüş, kayıtsız şartsız takipçileri tarafından filmlerinin henüz izlenmemiş oluşlarına rağmen desteklenmişlerdi. Uzun lafın kısası, ortada bir jüri ve beraberinde sinemasal bir eğilim varken alınacak kararlar, bir başka jüri tarafından aynı filmlere dair alınacak kararlarla aynı olmayacaktır. Bu durum, üyelerin oylamasıyla sonuçlanan Akademi Ödülleri’nde de, her yıl değişen jüri ile belirlenen Cannes vb. festivaller de geçerlidir. Durum böyleyken “en iyi film”, “en iyi yönetmen” başlıklı ödüller karşılıksızdır. Bu da bizi asıl sorumuza yönlendiriyor; Sanat yarıştırılabilir mi?
Her geçen gün sayısı artan yarışmalar göz önüne alındığında sorunun yanıtı somut olarak karşımızda duruyor. Sanat yüzyıllardır yarıştırılıyor ve ödüllendiriliyor ancak hiç bir dönemde sanat ödüllendirmeye böylesine muhtaç olmamıştı. Gişede garantisi olmayan bir film çalışmanız varsa bunun için öncelikle yapım desteği ödülüne hak kazanmalı, yapım sonrasında ise mutlaka bir yerlerden ödül almalısınız ki yaşamınızı sanat ile sürdürebilin. Hal böyleyken, sanatçı teşvike muhtaçken yarışma ve ödüllere karşı tavır almak zorlaşıyor fakat buna karşı söylem ve eylem geliştirmediğimiz her geçen gün sanat sermayenin, gericiliğin, emek düşmanlığının bataklığına gömülüyor. Hükümete yakın olmanın ötesine geçip bizzat hükümetin olan Hak-İş’in kısa film ödüllerinde yaşananlar bunun açık örneği. Hükümetten para almayı kabul ettikten sonra surlarımızda bir gedik daha açıyoruz. Zira gösterilen tepki karşısında “koskoca başbakan senin filmine saygısından dolayı buraya geldi ve çocuklarını göremedi” gibi akıl dışı bir tavra maruz kalınıp üstüne bir de dövülmek söz konusu. Ülkemizde iktidarın sanata yaklaşımında sansür ve baskı her daim başat öğeler olmuştu ancak hiçbir dönem AKP dönemi gibi kuşatıcı ve saldırgan olmadı. Sanatçıların en başta otosansür neticesinde hayal gücünü yitirdiği, “organik” bağlarla özgürlüklerini yitirdikleri bir Türkiye’de sanatsal yaratım genel anlamda mümkün değildir.
Küresel gericiliğin hükmettiği ekonomi politiğinin sanattaki tahribatından payımıza düşeni alıyoruz. Dünyada düşünsel/sanatsal anlamda bir durağanlık varsa bunu ekonomi politiğinin sanat ve sanatçı üzerindeki mutlak baskısından bağımsız okuyamayız. Ne de olsa tarihte ilk defa plastik sanatlar öncülüğündeki sanat, düşünsel veya devrimsel olmayan bir gerekçeyle coğrafya değiştirerek Arap Emirlikleri’nin emrine giriyor. Floransa’dan Paris’e, oradan New York’a uzanan süreç, “parası neyse veririz” pişkinliğiyle yüz yıllar sonra krallıklara geri döndü. Postmodernizmin yeni orta çağına karşı direnmek mecburiyetindeyiz. Buna da kendi mahallemizden başlamak durumundayız.
Öyleyse ne yapmalı?
Öncelikle sansürü, baskıyı afişe etmeyi sürdürmeliyiz. Altın Portakal’da belgesel ön jürisinin bu konudaki cesareti olmasaydı ülkemizin görünürde en büyük festivalinde nelerin yaşandığını bilemeyecektik. Antalya’da bunların olabildiğini unutmayarak en küçüğünden en büyüğüne sanatın tüm dallarında süre gelen bu tip olayları kamuoyuyla paylaşmalıyız. Tutarsızlıklar ve haksız yere toplum nezdinde ilericilik payesi kazananları bildirilerle duyurmalıyız. Bu kişilerin kürsülerde emekten söz edip geçmişlerindeki emek hırsızlıklarına dair kapanmamış hesaplarını ve çelişkili eylemlerini dile getirmeliyiz. Festival ve yarışmalarda yönetmeliklere aykırı olduğunu tespit ettiğimiz durumlara karşı hemen harekete geçmeliyiz. Sanatın yarıştırılmasına karşı farklı biçimlerdeki festivalleri desteklemeli, mümkünse başlatmalıyız. Gösterim seçkileri ve bu seçkilere katılanların tamamına verilebilecek sembolik ödüller “en iyi” dayatmasını kıracaktır. Festival şartnamelerinde “daha önce bir festivalden ödül almış olmak başvuru için engel değildir” cümlesiyle adeta kanun hale gelerek her yarışmada yer alan bu maddeye itiraz edilmelidir. Aynı eserlerin yıl boyunca tüm festivallerden ödül veya derece ile dönüşü özellikle genç sanatçıların yeni üretimler ortaya koyabilmeleri konusunda eşitsizlik yaratmaktadır. Ödül kazanmış bir eserin yarışmalı bölüme katılmasına engel olmak fazla iddialı kaçacaksa, belli başlı festival adları sıralanabilir ya da ilk gösterim şartı aranabilir. Böylece daha çok yapıtın izleyici ve varsa maddi ödül kazanmasının önü açılabilir.
Dinci gericiliğin sanattaki bariz kuşatmasını kırmak için yeni cepheler açmalı ve yukarıda da belirttiğimiz gibi bu cepheyi ilerici bir zihniyet ve ideolojiyle temellendirmeliyiz. Bu süreçte örgüt olarak elimizden geleni ve mümkünse fazlasını yapmaya devam edeceğiz.
Azizm Sanat Örgütü
23.10.2014