Kadınlar Aslında Ne İster?*
‘Kadınlar ne ister?” ve “Kadınları anlamak çok zor.” şeklinde kurulan klasikleşmiş cümleler, yıllardan beri süre gelen bir tartışma konusu olmuştur. Bu konuyu açıklığa kavuşturmak için birçok şey yazılıp çizilmiş, hatta son bir kaç yıldır sosyal medyanın gücü kullanarak kadınları mutlu etme ve anlama adına, popüler kültürün insanlar üzerindeki etkisi göz önüne alınarak “kadınları 5 adımda mutlu etme”, “8 adımda anlama” gibi sosyal paylaşım yöntemlerine gidilmiştir. Fakat kadınların asıl isteğinin hor görülmeden, erkeklerle eşit haklara sahip bir biçimde, mutlu ve özgür olarak yaşamak olduğunu kimse dile getirmez.
Bilindiği üzere kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olabilmek için vermiş olduğu mücadele 8 Mart 1857 yılına dayanır. New York da 40.000 kadın dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemeleriyle yaptıkları genel grev günümüz grevlerini anımsatacak bir biçimde polis saldırısıyla sonuçlanmıştır. Kapatıldıkları fabrikada çıkan yangın sonucu kaçamayan birçok kadın işçi yangında can vermiştir.
Yangında ölen birçok işçiye cinsiyet ayrımı yapmadan baktığımızda kapitalist sistemin hâkim olduğu toplumlarda hak, eşitlik gibi kavramların günümüzde de varmış gibi görünüp aslında olmadığını 13 Mayıs 2014 tarihinde 301 kişinin hayatını kaybettiği Soma Faciası örneğin ile söylemek mümkün.
Devrimci sosyalist, Alman politikacı, kadın hakları savunucusu Clara Zetkin, kadınların oy hakkı, fırsat eşitliği gibi sorunlarına eğilmiş ve New York’ta ölen kadın işçiler anısına 8 Mart’ın kutlanılmasına öncülük etmiştir. Clara Zetkin, kadın işçilerin ölümlerinden 53 yıl sonra kapitalist sömürüye başkaldırmak, kadın haklarının korunup iyileştirilmesi adına Danimarka’nın Kopenhag kentinde II. Enternasyonal’e bağlı sosyalist kadınlar toplantısında 8 Mart’ın Dünya Kadınlar günü olmasını önermiş ve oy birliği ile kabul etmişlerdir. 1921 yılından bugüne ise 8 Mart “Dünya Emekçi Kadınlar Günü” olarak anılmaya başlanmıştır.
Her gün kadınlar öldürülüyor ki yılda bir günün avuturmuşcasına kadınlara armağan edilmesine rağmen 8 Mart Kadınlar Günü’nde de kadın cinayeti haberleri gelmeye devam ediyor. Özellikle 2000 yılından günümüze kadın cinayetlerinin %1400 artması üzerine düşünmek gerekiyor. 2000 yılının öncesi ve sonrasına baktığımızda kadınlarla ilgili yapılan kamu spotlarının, sosyal sorumluluk projelerinin ve farkındalık yaratacak eylemlerin artmış olduğu görülüyor. Buda akıllara “bu kadar farkındalığa rağmen nasıl olur da kadına şiddet tavan yapar” sorusunu getiriyor.
Hocası tarafından tecavüze uğrayan ve sonucunda bu sarsıntıya katlanamayıp intihar eden Cansel Buse Ceylan, evine gitmek için bindiği minibüsün şoförü tarafından taciz edildikten sonra yakılarak öldürülen Özge Can Aslan gibi nice acı örneklere her gün TV’de rastlamak mümkün. Ataerkil yapının egemen olduğu günümüz Türk toplumunda birçok kişi için kadın olmak şiddetle, tacizle, tecavüzle ve ölümle bir nevi iç içe yaşamak demektir. Bu konunun diğer bir kötü yanı ise kadın haklarını iyileştirmek için yeterli yasal düzenlemelere gidilmemesi, suçların ağırlaştırılmaması hatta sokakta gülmenin, hamileyken dışarı çıkmanın, evinde oturup börek açamamanın ayıp sayılmasıdır. Sivas’ta ortaya çıkan ve sadece kadınların yararlanabileceği pembe taksi uygulamasının ne kadar yersiz olduğuysa aşikârdır. Kadınları korumak adına yapılmış dahi olsa da gerek bu taksinin akşam saat sekizden sonra mesaisini tamamlıyor olması ile o saatten sonra dışarı çıkmayı aşırılık kabul etmesi, gerekse sarı taksiye binen kadınların kendi güvenliğini düşünmüyormuş gibi olumsuz algılanmasını doğuruyor. Mutlaka bir çözüm yoluna gidilecekse bu, kadını toplumdan ayrıştırıp uzaklaştırmakla değil; yasal düzenlemeyle olabileceği gerçeğini söylemek mümkün.
Aslına bakarsak kız çocuklarına “O saate, o kıyafetle, orda ne işin var?” söylemini erkeklere ise “erkek adam istediği şekilde davranır” söylemini kasten ya da bilinçsizce çocukluktan aşılıyoruz. Bu terimler aile içinde kadını ezmiş ve çoğu zaman da yalnızlaşmasına neden olmuştur. Tüm bunların yanında kız çocuğuna “kısa giyinme” demeyi bildiğimiz gibi erkek çocuğumuza da “oğlum bakma, rahatsız etme” demeyi de bilmeliyiz. “Erkekliğe sığmamak”, “Erkek sözü vermek” ya da bir işin doğru, güzel yapıldığını belli etmek amaçlı söylenen “Adamakıllı”, “Adam etmek” gibi cinsiyetçi söylemlerin varlığından yine bu tür ayrımlar toplumda kadını ikinci el insan konumuna itmektedir.
Kadına yönelik şiddet deyince aklımıza ilk gelen şey fiziksel baskı olsa da şiddet olgusunu sadece bununla sınırlı tutmak doğru değildir. Her alanda yetersiz gördüğümüz kadınlar üzerinde uygulanan diğer bir şiddet yöntemi ise psikolojik baskıdır. Kadını devamlı ezip, aşağılayarak korkak ve özgüven eksikliği yaratan bu şiddet yönteminin de en az fiziksel şiddet kadar ağır olduğunu söylemek doğru olacaktır.
Dünyaca 8 Mart’ı andığımız günlerde kadınlara sadece çiçek verip, bir kaç konuşma yaparak olayı amacından saptırmamalıyız. En başta andığımız “kadınlar ne ister” sorusuna siyasal ve toplumsal hakları uğruna, kadınlarla birlikte mücadele ederek onları anlamak ve mutlu etmek yolunda ilerleyerek hiç şüphesiz sorumuzun cevabını doğru vermek daha kolay olacaktır. En azından artık “kızını dövmeyen değil kızını sevmeyen dizini döver” söylemini uygulamaya geçirmeliyiz. Buradan sonuçla kadınların asgari beklentisinin hak ettikleri saygıyı, yaşama haklarını ve ayrıştırılmadan, soyutlanmadan toplumda var olmak olduğunu da kavrayabiliriz.