Romeo ve Juliet*
İlk gördüğüm filmin adını tam anımsamıyorum. Aklımda yalnızca “çöl” diye bir sözcük kalmış. Belleğimde filmin konusuna yönelik bir iz de yok. Ama son sahnesi gözlerimin önünde sanki bir ayna! Aynada genç mi genç, güzel mi güzel bir kadın görüyorum; kadının haykırışlarını duyuyorum. Bir anda dibinden alevler fışkıran koca bir çukur canlanıyor belleğimin aynasında. Alev yalımları çukurda sallandırılan kadının bedensel uyumunu, uzun kumral saçlarını, saydam cildini daha da belirginleştiriyor. Hayal sınırlarını aşacak güzellikteki genç kadının ceylan sağrısı inceliğindeki beline kaba bir halat bağlanmış. Ortadan ayrık bedeninde uzun saçlarıyla ayak parmakları nerdeyse birbirine değecek!
Çukurun kıyısında halatın ucunu elinde tutan gözü kanlı bir adam oturuyor. Adam, halatı gevşetiyor, kadının saçları tam alevlere değecekken yukarıya çekiyor. Kadın, saçlarını alev yalımlarından korumak için çırpınıyor, yalvarırcasına haykırıyor, bacaklarını sağa sola atıyor. O çırpındıkça, adam ak kazma dişli ağzını tavanına değin açıp kahkahalar atıyor. Halatın ucunu bıraksa, kadın alevler arasında kömüre dönecek. Dışarıdan bakanı dehşete düşüren bu görüntü adamı inanılmaz mutluluklara erdiriyordu. Adam sanki işkence etmiyor alev çukurunda kukla oynatıyordu…
On beş yaşındaki sevdalı yüreğim, adamın katil suratını görmeye dayanamadı. Kadını kurtarmayı düşünüp elinden bir şey gelmeyen bir oyuncu gerilimiyle yerimden fırlayıp perdeye yürüdüm. Sinema sevda dinlemiyor; film yapımcılarının çoğu işkence kışkırtıcısıdır. Perdeye doğru yürüyüp adamı gırtlaklamaya kalkıyordum ki, iki görevli, beni kıskıvrak yakalayıp “Patlamadın ya, biraz sabretmek de mi yok, bekle bakalım, sonu ne olacak, gör!” dedi, beni yerime oturttu.
O yaşların genç yüreği ölüm oyunlarına alışık değildir; oturdum ama kadının alevler içinde yanıp kül olmasını görmeyeyim diye gözlerimi kapayıp perdeyle ilgimi kestim. Sabredemeyip gözümü açtığımda, kadının kurtarılmış olduğunu, güleç yüzüyle daha da güzelleşen kadının, yakışıklı bir genç erkekle öpüştüğünü gördüm. O kurtulmuş, şimdi ölümün kara yolunda işkenceci çırpınıyordu. Kadın haz solukları alıp veriyor, adamın bedeni alevler arasında kavruluyor, böğürtüsünün yankısı, salonun sessiz boşluğundan dışarılara taşıyordu. Genç, güzel bir kadın ya da azman gövdeli bir adam, işkence görene intikam duygusuyla bakılamıyor. Perdeden gözümü alıyorum.
İlk gördüğüm bu ölüm filminin gösterildiği sinemanın kör ışıklı salonundan ayrılırken midemde kramp bükülmelerine uğramıştım. O gün bugündür, film afişlerinde tabanca, bıçak, şiş, darağacı ya da ölümü çağrıştıran bir araç görmeyeyim, izleme bir yana, sinemanın bulunduğu sokaktan geçmiyorum.
Gerçek olsun, kurgulanmış olaylar olsun; duygu, acımayla intikam arasında titreşip duran bir sarkaçtır. “Çöllü” filmde yerimden fırlarken, elime geçirsem, kadına işkence yapan adamın gırtlağını parçalar, soluğunu keserdim. Oysa duygu; düşünce gibi, bir yere çakılıp kalmıyor, hep devingendir. Andan ana değişerek, vicdan ekseninde titreşir. Öyle olmasaydı, insan duygudan duyguya atlayarak, gülerken ağlar, ağlarken güler miydi? Filmin sonunda kadının kurtuluşuna sevinirken, vicdanım, işkencecinin alevler arasında kavrulmasına dayanamıyordu.
Masum ya da zalim, ikisi de acı çekiyordu…
Ne durumda olursa olsun, acı çeken bir canlıya intikam beslenmemeliydi. Filmi izlerken olaya başkaldırmama karşın, işkencecinin kahkaha atışı, bilinçaltı dünyama sokmuştu beni. Ona en ağır tepkiyi göstermeme karşın, işkencecinin, halatı yukarıya çekip kadını alevlere teslim etmeyeceğine yönelik bir vicdan çanı da çınlamamış değildi düşünce evrenimde: İyiliğe tutulan soluk bir ışıktı bu.
Değişimde bu ışığın etkisi olabilir miydi?
On altı yaşındaydım. Kitaptan kitaba atlayarak delice okuyordum. Okumak, varlığıma güven beslememin yansımasıydı. Bu dönemeçte, insanın iç varlığı sayılan duygunun, çözülemeyen bir devingenlik yumağı olduğunu, Romeo ve Juliet filmini izlerken düşünmüştüm. William Shakespeare’in oyunundan uyarlanan filmin bende bıraktığı izlenimlere Masalını Yitiren Dev adlı romanımda genişçe yer vermiştim.[1] O yıllarda Diyarbakır’ın sinema ortamını, orada kültürel hayatın canlılığını,[2] yazlık sinemalarda bile yepyeni filmlerin gösterildiğini, yoksul kesimden olanların hangi koşullarda film izlediğini yansıtmak için, eklemelerde de bulunarak, romanın o bölümünden kısa alıntılar yapacağım:
Sinemaya gidecek param yoktu. Ben yaştaki çocuklar filmleri yazlık sinemalarda, ağaçların tepesine çıkarak, telefon direklerine tırmanarak uzaktan izliyorlar. Onlar gibi yapmadan, filmlerin uzaktan izleneceği en güzel yerlerden birini de ben buluyorum. Yazlık sinemanın perdesi, Diyarbakır Öğretmen Okulu inşaatının üst katından ayna gibi görünüyor. O güne değin kimse bu “loca”nın (!) ayrımına varmamış. Henüz korkulukları takılmamış inşaatın merdivenlerini, bir boşluğa yuvarlanma korkusuyla tırmanıyorum.
Filmin ilk gecesinde, Romeo’nun kabına sığmaz kişiliği, sözlerindeki derin anlam, hele de kılıç kullanmadaki becerisi beni büyülüyor. Juliet sahnede görününce, sanki gökten bir güzellik anıtı iniyor. Genç kız olmasına karşın, Juliet’in sözleri, davranışları soylu kadınlara özgü incelikler taşıyor. Filmin ilk gecesinde, Romeo’nun esprili, candan, onuru uğruna her şeyi göze alan arkadaşı Marcutio’nun pisipisine ölümüne ağıtlar yaktım[3]. Aşk ateşiyle yanan arkadaşı Romeo uğruna bir kılıç darbesiyle ölüp giden Marcutio’nun yokluğuna hangi yürek dayanır; hele, ironisi yüksek şu sözler bir de onun ağzından çıkmışsa…
“[Benvolio’ya] Eyvah! Zavallı Romeo! O çoktan öldü! Ak pak bir yosmanın kapkara gözleriyle hançerlendi; bir aşk türküsü ile kulağından vuruldu; o şaşı Cupidon’un hedefe attığı ok, geldi onun yüreğini buldu. (…) [Romeo’ya] Ro’su gitmiş, meo’su kalmış, yumurtası alınmış çiroza dönmüş. Ey ten, ey beden nasıl da balıklaştırmışsın! (…) Bununkinin yanında Dido rüküş kalırdı; Kleopatra ise bir Çingene; Helen ile Hera oynak sokak karıları; Thisbe gökgözlüydü mökgözlüydü ya, söz etmeye değmez. (…) Nasıl, böyle şakalaşıp atışmak, aşk için inlemekten daha iyi değil mi? İşte şimdi aramıza girdin yine, şimdi yine eski Romeo’sun. Huyunla suyunla, kişiliğinle eskiden neysen osun şimdi. Şu zevzek aşk yok mu aşk, dilini çıkararak şaklabanlıklar yapan, değneğini sokacak delik arayan koskoca bir maskaradır.”[4]
Romeo’nun zehir içerek; Juliet’in, yüreğinin ortasına kama saplayarak yaşamlarına son vermeleri, içimde bunaltıcı bir boşluk yaratıyor. Gözlerimi yaş bürüyor, ölülerini evden alıp mezarlığa götürenlerin ağıtlarıyla ağlıyorum. Film sona eriyor. O gece, inşaatın sıvasız tuğlalarını ellerimle yoklayarak merdivenleri kör gözlerle iniyorum. Uyuduğunu sananların uyanıklığıyla Romeo ile Juliet arasında geçen şu sözleri yineleyerek Diyarbakır’ın sur içi dar sokaklarının karanlığına dalıyorum:
“Romeo- Sevdiğime kutsal ayın başı için yemin ederim!
Juliet- Sakın ay üzerine yemin edeyim deme, her gece gökyüzünde biçim değiştiren kararsız ay’a benzer sonra senin sevgin de! Yok, ille de yemin etmek istiyorsan, gönlümdeki tapınağın aziz ilahı olan kusursuz varlığın üzerine yemin et; ben sana inanırım!”
Romeo ve Juliet Diyarbakır’ın yazlık sinemasında on yedi gece gösterildi. Ben her gece o inşaat aralığından, hiçbir sahneyi kaçırmadan filmi izledim. Her izleyişte ayrıntılar artıyor, gördüklerimin yerini sözün içe işleyen gücü alıyordu. Filmde geçen sözlerde yüreğimi yerinden oynatan derin anlamlar buluyor, içimde kendi yarattığım sevginin kanat çırpışını duyuyordum. O anda ben bir hava boşluğuydum, yüreğimde güzellikler esiyordu. Romeo, arkadaşı Benvolio’ya, “Sevgi iç çekişlerin buharıyla yükselen bir dumandır. Bu duman ortadan yok olunca, birden, âşıkların gözünde parlayan kutsal bir ışık kalır. Bu kutsal ışık zihni acıya sürüklediğinde gözyaşıyla beslenen bir deniz olur; sevgi bundan başka nedir ki?..” diyordu.
Hele, Romeo’nun, Juliet’i uzaktan görüp söylediği şu sözler, Diyarbakır akşamlarının sıcaktan kızıllaşan göğünde, sevginin en yumuşak esintisiydi: “Meşalelere parlak yanmayı gösteren o! Bir Habeş kulağında duran pırlanta gibi, gecenin ortasında haşmetle ürperen o! El sürmeye kıyılamayacak kadar güzeldir o! Kargalar arasında ak güvercin o! Onunkine değerek kutsallaşsın elim. Yüreğim hiç sevmiş miydi? Gözlerim, inkâr edin! Güzeli görmemişim ben, bu geceye kadar!”[5]
Tüm göklerin en güzel yıldızlarından ikisi,
Yalvarıyorlar onun gözlerine işleri olduğunda:
Biz dönünceye dek siz parıldayın, diye.
Gözleri gökte olsaydı, yıldızlar da onun yüzünde;
Utandırırdı yıldızları yanaklarının parlaklığı,
Gün ışığının kandili utandırdığı gibi tıpkı.
Öyle parlak bir ışık çağlayanı olurdu ki gözleri gökte,
Gece bitti sanarak kuşlar cıvıldaşırdı.[6]
Yaratıcı çağrışımlar sözün anlamını derinleştirir; Juliet’i balkonda gören Romeo, “Karşıdaki şu camdan süzülen ışık da ne! Anladım, orası doğu, Juliet’se güneşi doğunun. Yüksel ey güneş, şu kıskanç ayı öldür! Gözlerin gökte olsaydı, yıldızlar gözlerinde; güneşin kandili dolduruşu gibi, yanağının üstünde ürperen şu parıltı yıldızı soldururdu,” diyordu.
Shakespeare, Romeo ve Juliet oyununda, Montague-Capulet aileleri arasındaki çatışmayı konu edinerek, insan soyunu birbirine düşman kılan saçmalıkları bilinç düzeyinde ele almıştır. Juliet, filmde şöyle konuşuyordu:
“Biricik nefretimden biricik sevgim doğdu. Ah, Romeo, neden Romeo’sun sen? Babanı inkâr eyle, kendi adını reddet! Yapamazsan, yemin et Juliet’i sevdiğine, o zaman ben Capulet olmaktan vazgeçerim! Benim düşman olduğum yalnızca senin adındır. Montague olmasan da bu beden yine senin. Zaten Montague nedir, ne eli bir erkeğin ne ayağı ne kolu ne başka bir uzvu… Kendine başka bir ad takın; adın bir önemi olur mu? Gülün adı değişse, o gene eski güzelliğiyle gül kokmayacak mıdır?”
Filmi her izleyişte uçuşan sevgi sözlerinin çekiciliğindeki derinlikleri seziyordum. “Kader saatlerini uzatan nedir?” diye soran Benvolio’yu, Romeo’nun, “Onu kısaltacak şeye sahip olmamak!” diye yanıtlaması kafamda şimşek gibi çakmıştı. Benvolio, Romeo’ya, “Beni dinle, sevgi üzerinde düşünme, unutuver!” der. Ondan şu yanıtı alır:
“Düşünmeyi unutmak! Bunun yolunu göster!”
Juliet’in öldüğünü duyup, sürgünde bulunduğu Mantova’dan Verona’ya gelen Romeo, onun mezarı başında mezara seslenir: “Nefret edilen kursak, sen ey ölüm çukuru, yeryüzünün en güzel lokmasını yutan sen! Çürük çenelerini ben zorla açacağım, tok karnını daha çok doyuracağım senin. (…) [Juliet’e döner:] Ah, sevgilim, karıcığım, nefesinin balını emip bitiren ölüm, eşsiz güzelliğine elini sürememiş. Sen yenilmemişsin; güzelliğinin ışığı hâlâ dudaklarında, yanaklarında pembe pembe dalgalanıyor; solgun ölüm bayrağı daha oraya dikilememiş.”
Şu yaşımda, filmin son sahnesini YouTube’dan ekrana taşıdım. Juliet’in öldüğünü sanan Romeo’nun onun başucunda söylediklerini dinleyip, yaşlılığımda on beş yaşın duyarlığıyla ağladım:
Ah. Sevgili Juliet,
Neden böyle güzelsin hâlâ? Yoksa
Ele avuca sığmayan ölüm mü âşık oldu sana?
İnanayım mı, o iğrenç canavarın bu karanlıkta
Sevgilisi olasın diye seni sakladığına?[7]
Aradan 67 yıl geçti. Juliet’i oynayan Norma Shearer’i, yıllar sonra Berlin’de, yalnızca kadınların rol aldığı bir filmde gördüm.[8] Onu bakışından tanıdım. Ölüm eşsiz güzelliğine el sürememişti ama zaman yapacağını yapmıştı. Juliet rolündeki Shearer’in aşk kokan yüzünün ince derisi kalınlaşmıştı. Juliet rolündeki Shaearer’de, yaşayan bir yaşsızın sonsuz güzelliğini görmüştüm. Zamanın alıp günümüze getirdiği Shearer’i, aşkını meşkini gerilerde bırakmış, o ruhsuz filmde görünce gençlik duygularım yıkılıp virana döndü. Sevgilisinin ayrılmasını geciktirmek için, sabahı muştulayan tarlakuşunun sesini, her gece nar ağacında öten bülbülün sesi olarak algılayan Juliet nerelerde kalmıştı? “Bülbül değil bu öten, sabahın habercisi tarlakuşu. Bak ruhum, doğu bulutlarına renk işleyen şu kıskanç ışık şeridine bak! Gecenin kandilleri sönmüş ve neşeli gün, dumanlı tepelerde ayağının ucuna basmış öyle bekliyor,” diyen Romeo’yu, “O görünen ışıklar günün ışığı değil, yolunu aydınlatmak için güneşten kopan bir yıldız ışığıdır,” diyen Juliet, hangi yıldız kümesinin içine karışmıştı da, güzelliğiyle en ışıklı yıldızın ışığını soldurmuştu?..
Norma Shearer, bülbül sesine sığınıp tarlakuşunun dilini unutan Juliet’in sevgi soluyan dudaklarını, Berlin’de gördüğüm filmde feminist kavramların işgaline uğratmıştı.
Diyarbakır’ın karanlık sokaklarında yalnızlığımı koynumda taşıyarak yürürken, Romeo ile Juliet’in koruyucusu Rahip Lawrence, bilge sesiyle, yoluma silik bir yıldızın ışığını düşürüyordu:
“Doğanın anası da, mezarı da bu toprak; bugün beşikse, yarın tabut olacak. Şu çiçek goncasının titreyen yaprağında hem öldüren zehir var, hem hayat veren deva. Koklanırsa her uzva zindelik yayılır; tadıldı mı, duyumları dondurur, canı alır. İnsanlarda da otlarda da olduğu gibi, öyle iki güç birbiriyle çarpışır: Biri erdemdir, biri gemsiz tutkular. İkisinden de kötüsü şudur: Biri öbürüne üstün geldi mi, artık o genç fidanın sonu gelmiş demektir.”
Hayatın dengesinde üstün gelme yoktur, ama dünya üstün olduğu sanısına kapılan budalalarla doludur. Bir “çiçek goncasının titreyen yaprağında hem öldüren zehir, hem hayat veren deva” olduğu akıl edilinceye değin budalalar, akıllılar üstünde egemenliklerini sürdürecekler. Devingen duygu atlamalarına uğrayanlar ya da eytişimsel mantık yürütenler, tek hücreliden milyarlarca hücreliye, tüm değişimlerde, Lawrence’ın sözünün yansısını duyacak yüreğinde…
[1] Masalını Yitiren Dev, Can Yayınları, İstanbul 2014, s. 301-309.
[2] 1948 yılı yapımı “Kırmızı Pabuçlar”, René Guillot’nun romanından uyarlanan “Beyaz Yele” adlı filmi 1950’nin başlarında Diyarbakır Orduevi sinemasında izlemiştim.
[3] Aktarılan metinde küçük değişiklikler yapılmıştır.
[4] William Shakespeare, Romeo ve Juliet, Çev. Özdemir Nutku, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2010, s. 50-53.
[5] Yıllar sonra okuduğum Binbir Gece Masalları’nda “Güzellik onu arayana görünür,” sözüyle karşılaşınca, aşk’ın zamanı aşan bir duygu olduğunu varsayarak sabaha dek uyuyamamıştım.
[6] Nutku, Agy., s. 38.
[7] Nutku, Agy. S. 125.
[8] “Romeo ve Juliet” filminde Romeo’yu Leslie Howard canlandırmıştır.