Söyleşi: Tamer Levent

Söyleşi: Tamer Levent*

Ölümünün 400’üncü ölüm yılında, tarihin tanık olduğu en önemli drama yazarlarından William Shakespeare, yalnız İngiliz edebiyatı uzmanlarını değil tüm dünyayı ilgilendiren bir tiyatro yazarıdır. Shakespeare’in önemi, gerçek anlamda evrensel bir dahi olmasından, onu her çağın kendi çağdaşı, her ülkenin kendi yurttaşı olarak benimsemesinden kaynaklanır. İşte bu yüzdendir ki, onun oyunları, nice başyapıtlar gibi kitap raflarında tozlanmamış; tiyatroları her yerde sahnelenmiş, beyazperdeye, televizyon ekranlarına gelmiş, her dilde okunmuştur. Shakespeare’in ruhunu yaşatmaya devam eden isimlerden biri de tiyatro sanatçısı, yönetmen, sanat yönetmeni ve yazar Tamer Levent’tir. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro yüksek bölümünden 1977 senesinde mezun olan Levent, Devlet Tiyatroları’nda önce oyuncu daha sonra yönetmen olarak çalışmalar yaptı. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde, Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde, New York Üniversitesi tiyatro bölümünde, Berlin Yüksek Sanat Okulu tiyatro bölümünde, İngiltere Yorkshire Bretton Hall College’de ve Warwick Üniversitesi’nde yaratıcı oyunculuk dersleri verdi. Sahneye koyduğu “Yeniden Yaratma” adlı oyunla devlet tiyatrolarının ilk Rusya turnesini gerçekleştirdi. Tamer Levent ayrıca FIA (Uluslararası Aktörler Federasyonu) Türkiye temsilcisidir. “Sanata Evet” kampanyasının mimarı olana Levent, hâlen Devlet Tiyatroları’nda rejisör kadrosundadır ve Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Çalışanları Vakfı TOBAV ile Tiyatro Oyuncuları Meslek Birliği TOMEB Genel Başkanı’dır. Tamer Levent 24. Ankara Film Festivali’nde Tepenin Ardı filmindeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu seçilmiş ve devamında birçok ödüle layık görülmüştür. Usta sanatçı ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin hazırlık aşamasındaki katkılarından ötürü Gülbike Yıldırım’a teşekkürlerimizi sunuyoruz.

İyi okumalar…

Tiyatro iyilerin iyiliğini, kötülerin kötülüğünü ortaya çıkaran bir aynadır. Shakespeare’in Hamlet eseri tiyatroyu insanın kendini eleştirdiği bir özeleştiri mekanizması olarak mı kullanıyor? Tiyatroyu insanın kendi kendisiyle bir tür yüzleşme sanatı olarak gördüğünü söyleyebilir miyiz?

Çok doğru. Bu bence net anlaşılıyor. Kendimi bildim bileli tiyatroyu bir yüzleşme sanatı olarak tanımlarım. Bu anlamda bireyin öz eleştiri yapmasına olanak verdiğini, farkındalığını arttırdığını söylerim. Kişilik gelişimine de bu anlamda, tabi böyle bir kişilik geliştirmek isteyene, katkıda bulunduğunu söylerim. Bu nedenle, İstanbul AKM de sahneye koyduğum Caligula adlı oyunda da izleyicileri yüzleşmeye çağırıyordum.  Dekor bütünüyle aynalardan oluşuyordu. Ankara da sahnelediğim Önce İnsan adlı oyunda oyuncular finalde selama dev aynalar ile çıkıyorlardı ve izleyiciler onları alkışlarken aynalarda kendilerini görüyorlardı. İzmir’de yönettiğim Carmen operasında da, Don Jose’nin finalde, arenanın önünde, Carmen’i bıçaklamasından sonra, koro içinde bir kişi elinde büyük bir ayna taşıyor ve onu seyirci ile karşı karşıya getirecek açılarda kullanıyordu. Bunlar hep, Hamlet etkilenmesi sonucunda alınmış rejisör kararlarıydı.

Shakespeare’in sizin için ne ifade ettiğini, tiyatroya bir öğrenci olarak başlayıp sonrasında yazarak, yöneterek ve oynayarak usta bir sanatçıya dönüşüp ürettiğiniz dönemin kıyaslaması eşliğinde dinleyebilir miyiz?

Shakespeare’i her seferinde yeniden keşfederek büyüdüm. Önceleri heyecanlı bir tiyatro öğrencisi olarak hayrandım! Sonra “Neden hep Shakespeare oynuyoruz, yerli eser ve Brecht’te oynayalım” evresine geldim. Sonra yerli eser yazımı konusunda oyun yazma yarışmaları açılmasına neden oldum. Devamında tekrar Shakespeare’e dönüp onu hak ettiğimi düşünmeye başladım. Onun Hamlet’te oyunculara yaptığı konuşmanın, bütünüyle çağdaş anlamlandırmaya olanak verecek bir tiyatro tanımı olduğunu düşündüm. Bu sahneye, yazdığım oyunlarda yer verdim. Amcanın, abisini zehirleme sahnesini oynattım ve sonradan Kral olan amcanın salonu terk edişini göstererek, ayna olayını ve empatiyi izleyiciye de göstermek istedim. Karısına Göre Bir Halk Düşmanı adı ile, Ibsen’in Bir Halk Düşmanı oyununu uyarlayıp bir anlamda yeniden yazarken, onun içinde de empatiyi kanıtlayıcı seyirci katılımlı interaktif sahneler yazdım. Orada da bu tiradın doğrusundan etkilenmiştim. Beğendiğiniz Gibi (As you Liked) adlı oyunda da Jaques Ustanın ormanda, “Bütün dünya bir oyun sahnesidir…” diye başlayan tiradının da Amerikan sosyolojisinde bir ekol(Merton) yarattığını keşfetmiştim. Daha sonra drama konusunda ve yaşamda oynanan roller konusunda yaptığım çalışmalarda bu tiradın içeriğini tekrar tekrar anlamlandırarak, kendime en sağlam yol gösterici olarak yorumladım.

Bir hayli zengin olan öz geçmişinize baktığımızda Shakespeare’e uzanan çalışmaların nispeten az olduğu söylenebilir. Özel bir sebebi var mı?

Yok, aksine çok istediğim halde zaman kalmadı diyebilirim. En son Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sevgili dostum Erhan Gökgücü’nün yönettiği Venedik Taciri, Shylock oynamam biraz bu özlemim konusunda beni mutlu etti çünkü Shakespeare ile doya doya ilgilenmeden önce, yapmam gereken işler var diye düşünmüştüm kendi kendime. Ama öğrenci iken, sevgili Ergin Orbey’in önerisi üzerine Coriolanus üzerinde çalışma yapmış bütün metni, dramaturgi sonucu 15 sayfaya indirmiştim. Ergin abi bunu çok beğenmişti. Daha sonra bu dramaturgi ile, Kopenhag’da, deneysel bir atölye çalışmasında, Coriolanus’u tek kişilik bir oyun haline getirdim ve rolü bir kadın oyuncu oynadı. Bu oyun 10 yıl kadar onun repertuarında durdu. Turneler yaptı. Yöneticilik yaptığım yıllardan birisinde de bir sezon Shakespeare’in bütün eserlerini sahneye konulması için ön çalışma yapmıştık. Erzurumda Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu‘nun Erzurum Halk Masalları araştırmasından etkilenerek oluşturduğum Masal Kadınları oyununda da oyunun içine, Hamlet‘in sahneye koyduğu oyunu yerleştirmiştim. Oyun Tahran Fajr Festivali’ne ve Güney Kore’de Chunchon Tiyatro Festivali’ne davet edilmişti.

Shakespeare’in evrenselliği ve zamana karşı süregelen zaferinin temellerinde neler yatıyor? Devamında benzer uzamda bir yaratıcının çıkamamış oluşu ve günümüzde imajların seyri düşünüldüğünde tiyatronun geleceğinde zaman ve mekânı Shakespeare gibi aşmayı başarmış bir sanatçıya tanıklık edebilir miyiz?

Bence Shakespeare’in yarattığı insanlar var. Shakespeare insanları. Onlar, kişilik özellikleri olan, ama zaaflarının çok üzerine gidilerek, iyinin iyi, kötünün kötü mutlaklaştırılması şeklinde değişmez formlar kazanan karakterler değiller. Bu nedenle her karakterin iyi ve kötü yönleri var, tüm insanlarda olduğu gibi. Bunlar sağlam bir edebi dil ile de sunulunca, siz, onun her oyununu çağın gereklerine göre yorumlayıp sahneleyebilirsiniz. Kendi doğrularınız ile onları buluşturabilirsiniz. Şimdilerde ise Hırçın Kız’ı hep aklımdan geçiriyorum ama bizde hiç oynanmamış bir hali ile.

Günümüzde bir çeşit yıkıcılık anlamına gelen “Alternatif Tiyatro” diye bir kavram var. Alternatif tiyatro dediğimiz deneme tiyatrosu, var olan tiyatro alışkanlıklarına, anlayışlarına, tarzına ve estetiğine başkaldırıdır. Brecht’in, “Tiyatroya girişte paltosuyla birlikte beynini de bırakan seyirci istemiyorum.” sözünün mantığıyla, tiyatro seyircisine oyunun bir parçası olduğu hissettirilen bir görselliktir. Bu görsellik de alternatif tiyatroyu alışılageldik söze boğulmuş, aldatmacı tiyatrodan kendini ayırır. Shakespeare’in klasik olmasına rağmen eserleri alternatif tiyatroya göre yorumlanabilir mi?

Tabii yorumlanabilir. Benim 1985’te Kopenhag’da yaptığım Coriolanus gibi. Kaldı ki o dramaturgi çalışmasını yaparken Brecht’in, Shakespeare Coriolanus’unu kendince yazdığı Coriolanus’tan da etkilenmiştim. Brecht’in çalışması da bence onun alternatif tiyatroya uygulanabileceğinin bir kanıtıdır.

Devlet Tiyatrosu sahnelerinde pek çok kez “kapalı gişe” sahnelenmiş Macbeth oyununun Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü tarafından iktidarın hırsını ve etkilerini anlattığı gerekçesiyle, Kültür Bakanlığı yetkililerinden oluşan bir heyetle programdan çıkarılması ile ilgili hükümetin tiyatro konusundaki yaptırımları hakkında düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

Devlet Tiyatroları kuruluş kanunu, Devlet Tiyatroları’nı özerk kılar. Her ne kadar 1970 yılında, meslek tanımları ve özlük tanımları hakkında, köklü bir çalışma yapmak yerine, kurum geçici olarak 657 sayılı yasa ile geçici olarak ilişkilendirildi ise de, bu artistik etkinliklerde kurumun özerk yapısını korumasını engellememişti. Gerek benim dönemlerimde gerek Lemi Bilgin döneminde, bu özellik nedeni ile Devlet Tiyatrosu repertuarından tek oyun kaldırılmamıştır. Siyasiler hep DT’nin bürokratik bir kurum olduğunu söyleyip oraya karışmak istemişlerdir. Yöneticiler de, 5441 sayılı kuruluş kanunu ve 657 buluşmasından oluşan yasa kolajında, repertuarda 5441 yanının, yani kuruluş kanunu yanının dikkate alınması gerektiğini söyler, bu konuda özerkliğini korunması gerektiğini sonuna kadar savunurduk. Macbeth bir dünya klasiği olarak, eğer siyasilerin isteği sonucunda repertuardan kaldırıldıysa, bu gerçekten dünya önünde küçük düşmemize neden olacak kadar acı bir durumdur. Ben bu konuyu duyduğumda inanamamıştım. Hala olayın nasıl gerçekleştiğini tam olarak öğrenemediğim için, inanmama lüksümü korumak istiyorum çünkü ona gelinceye kadar, Düğün ya da Davul, Öyle Bir Mahalle ki 2, Genç Osman, Çirkin gibi oyunlar hakkında da söylentiler olmuş ama yanlış anlaşılmalar ortaya çıkarılarak, tahrikler ve hedef göstermeler kanıtlanarak, oyunlar repertuardan kaldırılmamıştı. Macbeth gibi bir dünya klasiğinin repertuardan böyle kaldırılmasına inanamam. Acaba, 400 yılı aşkın tarihe sahip olan bu oyunu, o süreç içerisinde, sahneden kaldıran bir anlayış olmuş mudur diye düşünüyorum şimdi. Sadece Macbeth değil, benim bildiğim, hiç bir Shakespeare oyunu aklıma gelmiyor!

Sanatın özü ve erişebileceği menzil ile derdi olmanın ötesinde kendi sanatını icra etmek için kılı kırk yaran bir iktidar dönemindeyiz. Tiyatro başta olmak üzere sanat üzerinde kurulan bu hegemonya ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Söz konusu savaşımda tiyatro cephesinde neler yapılmalı?

Sanat kavramı bizde pek anlaşılmadı. Suut Kemal Yetkin ve İsmail Tunalı’dan sonra yapılan estetik çevirilerinde ve sanat ontolojisi çevirilerinde sanat kavramı tanımları bizlere hitap edecek bir hap şeklinde, tek cümle ile ifade edilmedi. O yüzden sanat hep soyut hatta daha ileri gidersek mistik ve tanımlanamaz bir kavram gibi algılandı. Oysa Rönesans öncesi ve sonrası pek çok Hristiyan bu kavramın tanımını yapmaya çalıştı. Schelling tanımı, sanatı “teori ile pratiğin birlikte gerçekleşmesi” olarak tanımlar. Aristo, bir eserin sanat eseri olup olmadığını anlamak için onu iyi+güzel ve doğru ölçme değerlendirmesine tabi tutar. Bu durumda, sanat kavramı ve ürün kavramının birbirinden ayrı değerler olarak, bir bütünlük halinde, ölçülmesi gereği oluşuyor. Belki de sanat kavramının, ürünün son halinden çok, ürünün oluşum sürecinde konuşulması söz konusu olmalıdır! Bu durumda, sanat etik, estetik ve adalet değerlerinin bir araya gelmesi ile oluşan bütünün felsefesi olmalıdır. Etik, estetik ve adalet, iyi, güzel ve doğrunun disiplinel isimleridir. O halde, iyi güzel ve doğrunun zıddı, kötü, çirkin ve yanlıştan hareket edecek olursak; bence bu gün yaşadıklarımız daha çok bu üç olumsuz değerin felsefe haline gelmesinden oluşan bir sanat anlayışı gösteriyor. Bu Shakespere’in söylediği tiyatroyu “iyilerin iyiliğini, kötülerin kötülüğünü gösterme,” yani 2016 yıllık sorumluluğundan da uzaklaştırıyor. Yasalar bu tutumu meşrulaştıracak şekilde hazırlanmak isteniyor, eski yasaların kurumsal kimlikleri zedelenebiliyor, yanlış uygulamalara cevaz veriliyor. Bu tutumlar, Türkiye’de tiyatro kültürünün gelişip yaygınlaşmasını engelliyor. Birey kendini geliştirerek, yaşamında başarılar kazanmayı hedeflemekten vaz geçerek, biat yoluyla kendine maddi çıkarlar elde etmeyi, “gelişme” ile karıştırabiliyor! Ancak bu tutum, bütünüyle toplumsal anlamda, taraftar mantığını, onun kulları olmaya biat etmeyi, velinimetlik kavramlarının benimsenmesini menfaat olarak görürken, toplumun gelişmesi düşüncesini, bu menfaate karşı ve düşman görme reflekslerini tetikliyor. Tiyatronun, toplumsal moral, etik, estetik ve adalet anlamında toplumla doğru iletişim kurması engelleniyor. Oysa toplumun buna en çok gereksinim duyacağı zaman! Tiyatro ve onun benzeri toplumsal değerlere tutunarak, yaşamını sürdürülebilir kılma düşüncesine ve moraline ihtiyaç duyduğu bir zaman. Yaşamını kaliteli hale getirebilmek, insan olma asgari müştereklerinde birleşebileceği, ortak değer yargıları, tutunacak dal aradığı bir dönem yaşıyoruz. Bu değerlerin bir, bir ortadan kalkması toplumsal cinnet yada travma yaratmak yerine, içe kapanma, çaresizlik, mutsuzluk, çift kişiliklilik, yalancılık, kararsızlık, düşmanlık, objektif olamama, bilime ve bilgiye düşmanlık gibi olumsuzluklar yaratma tehlikesi gösteriyor.

2014 yılında Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye kazanan yapıtı Kış Uykusu ve sonrasında Giorgi Ovaşvili’nin yönettiği Gürcistan sinemasının başyapıtlarından Mısır Adası’nda sizi izleme şansımız oldu. Her iki filme dâhil oluş sürecinizi, yapım aşamalarını sizden dinleyebilir miyiz? İki yönetmen arasında ne gibi ayrımlar dikkatinizi çekti?

Başlangıç, Emin Alper‘in yönettiği Tepenin Ardı filmidir. O zamana kadar tiyatro ağırlıklı çalışıyordum. Gerçi, ondan önce Yılmaz Onay’ın senaryosunu yazdığı, Yazılar Filmatik TV filminde ve Polonya’da Samum isimli filmde oynamıştım ama Tepenin Ardı 40’dan fazla ülkede ödül aldı. Ben, bir kaç defa uluslararası alanda en iyi aktör adayı oldum. Türkiye’de en iyi aktör ödülleri aldım. Avusturalya, Brisbane de APSA Film Festivali’nde filmimiz en iyi film ödülünü aldı. Ben orada da en iyi aktör adayı idim. Ödülü alamadım ama G. Ovaşvili ile tanıştım. Sevgili İlyas Salman da oradaydı. Teklifi orada aldım. Bir sonraki sene de APSA da jüri, üyesi oldum. APSA dönüşü Nuri Bilge Ceylan ile tanıştık. Önce genel bir tanışma idi ve başka bir film söz konusu idi, ama daha sonra Kış Uykusu’nda oynamam teklif edilince kabul ettim. Nuri Bilge ile çalışmak ve onun çalışmasını tanımak istiyordum. Çok da iyi yapmışım. Bu ödül ve başarının içinde olmak, benim sanatsal özellik taşıyan çalışmaların, kültürler arası tanışmaya katkı düşüncem ile de çok buluşuyor. Sanat kavramını anlayış ve kullanışım ile de çok örtüşüyor. O zaman yaptığım iş ile düşündüklerimin örtüştüğünü düşünerek seviniyor mutlu oluyorum. Bir işlev, bir örnek yerine getirdiğimi filan düşünüyorum kendi kendime. Mutlu oluyorum yani! Benim tiyatro ile ya da dramatik kökenli sanatlarla uğraşmam da, bu anlamda gelişmesini hayal ettiğim kültüre hizmet ediyor diye düşünüyorum. Kendime görev yaratmaya çalışırken dünyalı örneklerden etkileniyorum. Onları araştırıp inceliyorum. Sonra öğrendiklerimi paylaşmak için oynuyorum, yönetiyorum, atölye çalışmalarına, seminerlere katılıyorum, tiyatro okullarında ders veriyorum. Sanat yönetimi konusunda da dünya örneklerini tanıyıp yorumlamaya çalışıyorum. Amaç hep aynı…

Son olarak “Sanata Evet” projenizden ve yakın gelecekteki çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?

“Sanata Evet” 35 yıllık proje düşüncesi. Yaptığım bütün etkinlikleri, ilkleri, buluşları bu felsefeyle anlamlandırmaya çalıştım, çalışıyorum. “Bu düşüncenin insanı olarak nasıl yaşarım”ı deniyorum. Süreç, ürün, süreç şeklinde yaşıyorum diyebilirim. Söylediklerimle yaptıklarım birbirini tutsun istiyorum. Kaymalar olduğu zaman üzülüyorum. Bir de insanlığın “sanat” kavramını sadece ben tiyatro yapayım diye bulmadığını düşünüyorum. Bunun hedefi ve amacı daha büyük olmalı diye düşünüyorum. Bu, insanın kendini yetiştirmesinde, evriminde, bilimsel buluşlarında, hak ve hukuk arayışlarında, güzellik, ahlak, adalet arayışlarında, uygarlığın gelişme süreçlerinde, insan denen o canlıyı motive eden, kendisinde doğuştan var olan o dürtünün, hep sanat olduğunu düşünüyorum. Ve bizim, sanat meslekleri yaratıcı ve icracılarının, o dürtünün uyarıcıları olduğumuzu düşünüyorum.

Problem çözmek, barışçıl çözümler, yaratıcılık, keşifler yapmak, eğitim, benzerlikler yaratmak, sosyal buluşlar, tıp âleminde buluşlar, yemek pişirme, güzel konuşma, siyaset sanatı, insan sevmek, başkalarının mutluluğunu düşünmek, birliktelikler oluşturmak hep sanat dürtüsünün uzantısı diye düşünüyorum. İnsanlık bu dürtü ve onun felsefesi ile varoluşundan beri uğraştı, uğraşıyor. Bu, insanın iç organı gibi bir dürtü. Beyinde! En ilkel dönemden itibaren insanda var olan ve onun evrim geçirmesine neden olan dürtü. Bu dürtünün, en başından beri, insanda kaliteli yaşama özlem yarattığını örneklerle görüyoruz. Bizde de bu dönemlerin geleceğini, üreteceğimiz eserlerle, felsefe ile tutum ve davranışlarımızla, beklentilerimizle, bu büyük sanat kültürüne ulaşmamızı hayal ediyorum! Bununla kendimi motive ediyorum. Sorumluluk yaratıyorum.

Bu kültüre ulaşmak için de disiplinler arası sanat buluşmaları oluşmasını; resim, müzik, tiyatro, edebiyat, dans, mimarlık, sinema ve fotoğraf sanatlarının, toplumsal sanat kültürüne ulaşmada öncülük yapması projeleri oluşturulması için çalışıyorum. Sanatın yaşama biçimi olması “büyük resmini” özendirmek için! Yani bu proje hep sürüyor!

Bunun dışında, yeni başlayan Küheylan oyununda Dr.Dysart’ı oynuyorum. Oyun Türkiye’de ilk kez 3D tekniği ile gerçekleşiyor. Düşündüğüm bazı durumları, senaryolaştırmaya çalışıyorum.

Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Güzel bir zaman oldu, ben teşekkür ederim.

Selin Gündüz, Onur Keşaplı

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi100

Bunu paylaş: