Gölgeli Elma – Cennet Akıncı

Gölgeli Elma*

Rafında sadece ona ait bir fincan, bir kaç kâğıt parçası, kullanılmış bir kurşun kalem ve tozdan başka bir şey yoktu. Ağustos bitmişti nihayet, ağustos zaman ağrılı, zaman felçli geçmişti.

Bazı günler hatta bazı aylar böyledir, geçmek bilmez bitiremezsiniz, zamanın beyin kanamalı günleri uzar gider. “Okuyup anlamadığınız, tekrar okuyup da anlamayacağınızı anladığınız yazılar gibidir bazı aylar. Belki de sadece ağustoslar…”

Bu kısa iç konuşmasından sonra, kurşun kalemi eline aldı, kâğıda gerek yoktu eğer kâğıda yazmaya kalkışsa onu saklama zorunda hissedecekti kendini. “Bugüne kadar çok fazla şey biriktirdim” diye düşündü içinden, hepsini toplamaya kalksa koca bir bavul dolardı bu yüzden yeni bir şey saklamaya gerek yoktu. Duvarları boştu bir tek çivi bile çakmamış harika sanat eserleri sergilenmemişti, mutlu bir aile fotoğrafı yoktu, olmayan ve belki de hiç olmayacak karısı ile siyah beyaz ya da renkli bir fotoğrafın hayali bile asılmamıştı. Son derece temiz duvarlardı bunları düşününce gururlandı.

Arkasına dönüp boş duvarlara baktı, dört küçük adımda hemen önündeki duvarla burun burunaydı. Kalemi sağ elinde sıkıca tutuyordu ama ne yapacaktı ki? Pek çok manzara görmüştü bu güne kadar, hayatın en güzel zaman dilimleri, fakat onları bu duvara çizemezdi çünkü aklından çok sıradan olabileceği geçti. Bu düşünce aklından geçerken elini duvara doğru uzattı, kendini önemli bir ressam gibi hissediyordu, elinde kocaman boş bir duvarı vardı ve tek rengi. Duvara elini uzatırken bileklerindeki boşluğu fark etti ve duvara bir daire çizdi ve gelişi güzel rakamları yerleştirdi. Bugüne kadar bir saati olmamıştı, zamanı kendine zorunlu hissetmiyordu. Dairenin tam ortasına iki rakamını çizdi, çaprazına beş rakamını, hemen altına dokuzu, karşısına on biri, diğer rakamları da daire içine kendi kurduğu düzene göre yerleştirdi. Zamanıyla gurur duyuyordu, “ben ikiden sonra saatimin beşe gelmesini istiyorum” dedi. Daha sonra gözünü kestirdiği ilk boşluğa kocaman bir el çizdi, çok düzgün olmamıştı, zaten nasıl çizeceğini de bilmiyordu. Annesi hayatta olsaydı muhtemelen böyle bir ele sahip olurdu. Bu el kimi isterse onun eli olacaktı, bayram günleri babamın ya da amcalarımın eli, hastalandığı zaman annesinin ya da karısının eli olabilirdi. O zaman kendini çok büyük bir aile içinde buldu. Tam karşısına gölgeli bir elma çizdi. Pek sevmiyor olmasına rağmen bu elmanın bir anlamı vardı. Odasını ziyaret edenlere büyük bir gururla anlatacaktı. Çizdiği elma, dünyaya gelen Âdem ile Havva’nın elmasıydı. Dünya çok saçma bir yerdi. Âdem ile Havva geldiği zaman benim gibi bir odada tıkılıp kaldılar mı? Konuşmaktan korktular mı? Bu halde olmasının suçlusu onlardı. Belki de bu elmayı yemeseydiler şu anda burada olmayacaktı, daha iyi bir durumda olabilirdi her şey, bu elma onun hayata kiniydi resmen. Âdem dünyanın sıkıcılığını fark edip yardım isteyebilirdi, düzeltebilirdi…

Kaleminin körelen ucunu açtı, elmaya nefret dolu bir bakış atarak çevresine hiçbir şey çizmemeye karar verdi. Kalemi rafına bıraktı, bu durumda olmasının sebebi o daha doğmadan önce kurulmuş dünyaydı. Kesinlikle sebep buydu. Âdem’den önce onu dünyaya göndermelilerdi.

Annesini hiç tanımamış, babası trafik kazasında ölmüştü. Geçmişi yoktu. Kimse bilmese, olamazdı. Soran sorgulayan olmazsa, geçmişi yok olurdu. Ani bir hamleyle oturduğu yerden kalktı, insanları birbirine karıştırmadan yürümeye başladı. Dışarıda, duvarda bıraktığından farklı manzaralar vardı, üstelik acemi bir el ve kurşun kalem ile değil, tanrının eliyle çizilmişti. Biraz düşününce odasında ki manzarayı sevdi, çünkü tanrının eli adaletsizdi bunu kelebeğe bir gün ömür biçmesinden anlaşılabilirdi.

“İnsanları bir yere yığarken, beni de onların arasına koymakla çok iyi ettin” diye söylendi.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi105

Bunu paylaş: