Cumhuriyetteki “Yaban”ı Ütopyada Aşmak*
Kadro’nun çıkışıyla Yaban’ın çıkışı denk geldi; kapanışıyla Ankara romanı buluştu.
Yakup Kadri Ankara’da bu kez daha uzun bir süreç içinde inkılâbın eksiklerini, yanlışlarını tartışmaya açar. Kurtuluş mücadelesine katılanlar yalnız er Mehmet Ali’nin köyünde değil, inkılâbın kalbinde, Ankara’da da “yaban” durumundadırlar. Üstelik 1921 yılında değil, 1930’larda da; Yakup Kadri şahsi çıkarların ayrıştırdığı bir Ankara’da bu durumdan kurtuluşu, üstünden daha birkaç yıl geçmeden parça parça olan bir Ankara-Cumhuriyet ütopyası kurarak sağlamaya çalışır.
Devrimci Ankara’da da Yaban’dır
Roman, Ahmet Celâl’in köydeki odasından hiç de daha güzel olmayan bir Ankara odasında uykudan gözlerini açan Selma ile başlar. Savaş sırasında cephe gerisinde kalmanın fırsatlarını değerlendiren ev sahibi Ömer Efendi ve karılarının yaşam biçimi, zihniyeti, tutumu bakımından Yaban’ın köylülerinden pek farkı yoktur. Genç bankacı Nazif’in karısı Selma, herkesle aynı yolu izleyerek İnebolu üstünden, tahtakurulu hanlarda konaklayıp, “uyuyup uyanılıp tekrar görülmek istenen tatlı rüyalar gibi”(1) Ilgaz Dağları’nı aşarak geldiği Ankara’da durumunu hiç de memnuniyet verici bulmaz. Umduğu hayat koşulları olmadığı gibi ortak bir milli heyecan da yoktur. Kocası banka memuru Nazif’le konuşmasında birdenbire Yaban’daki aynı sorun, “hepimiz kimiz” sorunu karşımıza çıkar.
“A, hiç de değil, ben onlara benzeyeceğime onlar bana benzemeye çalışsın. Biz, buraya medeniyet getiriyoruz. Hem canım, bu “biz-onlar” lakırdısı da nedir? Hepimiz Türk değil miyiz?
Nazif, karısını daha ziyade kızdırmak için takıldı:
“Öyle ama, onlar bizi kendilerinden saymıyorlar, bize “yabanlar” diyorlar.”(2)
Neredeyse bütün romanlarını birbirine bağlayabileceğimiz Yakup Kadri’nin Yaban ile Ankara’sını daha da yakınlaştıran ortaklıklar vardır. Başta, Kadro hareketinin içinde peş peşe kısa aralıklarla yazılmaları, ikincisi aynı temel sorunu, inkılâbın yurttaşı, halkı hangi değerler çevresinde buluşacaklardır sorununu temel almaları bu bütünlüğü pekiştirecektir.
Bu ortaklığa rağmen önemli bir ayrım vardır; Yaban, bu kadar önemsenip okunduğu halde Ankara neden geri plana itilmiştir?
Burjuva İktidarının Buzlaştırdığı Milli Heyecan
Kanımca, Yaban’daki aydın-köylü çatışması biçiminde tartışmaya açılan milli bilinç sorunu önemli ölçüde soyutlamaya imkân verecek biçimde romanlaştırılmıştı. Yaban’ı tarihselliğinden koparıp sorunu ezeli ebedi bir halk-aydın ikiliği biçiminde okumak ve yorumlamak kolaylaşıyordu. Oysa Ankara tersine, alabildiğine somut bir biçimde, inkılâbın sonuçlarını tartışmaya açıyordu. Ankara’nın sorunsalını ezeli ebedi bir çatışma biçiminde soyutlayıp tarihselliğinden kopartmak mümkün değildi. Bu romanı hakkıyla okuyup anlamak demek, doğrudan doğruya cumhuriyet inkılâbının belirleyici özelliklerini sorgulamak demekti. Milli Mücadelede bir inkılâpçı izlenimi veren mebus, nasıl arsa spekülasyoncusuna döndü? Kurtuluş ordusunun vakur, kararlı, inançlı subayı nasıl ve neden, devrimden birkaç yıl sonra karısının iğrendiği bir komisyoncu oldu?
Yakup Kadri Ankara’yı üç bölümde kurar: Bir, İnkılâp Ankara’sı; iki, İnkılap’tan dört beş yıl sonraki yeni Ankara: “Yeni Ankara, o eski Ankara’nın bir mütekâmil şekli olmak lâzım gelmez miydi? O millî ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı?”(3) ve üç, İnkılâp’tan on beş yirmi yıl sonraki ütopik Ankara. Belki de Mithat Cemal Kuntay’ın Üç İstanbul’una ilham kaynağı olan bu üç Ankara içinde inkılâbın yükselttikleri ve düşürdüklerinin öykülerini buluruz.
Yeni İnsan Selma
Yakup Kadri gerçekliği değişim içinde anlatmayı bir an bile unutmaz. Yakup Kadri gerçekçiliğinin en önemli özelliklerinden biri budur. Onun tipleri zamanın ve şartların değişmesiyle birlikte yeni nitelikler kazanırlar, gelişirler veya gerilerler. Ankara’nın kahramanları da üç devir içindeki üç Ankara’yı her biri kendi kişiliğinde dönüşümler ve başkalaşımlar geçirerek yaşarlar. İstanbul kızı Selma, inkılâp Ankara’sında Milli Mücadeleden etkilenerek savaşa hemşire olarak katılır. Bu değişmeyle, düşman ordusu Ankara önlerine gelince canının derdine düşerek Ankara’dan Kayseri’ye kaçan kocası Nazif’ten boşanır; İnkılâp Ankara’sında onu atlı gezintilere çıkaran Binbaşı Hakkı’yla evlenir. Fakat yeni Ankara’da askerlikten emekli olup işi yabancı şirketlerin ihale komisyonculuğuna döken Hakkı’yı bambaşka bir kişiliğe bürünmüş buluruz. Selma da, İnkılâp Ankara’sının vakur, sade ve iradeli bu subayının yeni Ankara’daki yılışık kişiliğine çok fazla dayanamaz.
Birinci Ankara’nın şöyle bir görüp unuttuğumuz hararetli inkılâpçısı Neşet Sabit ise yeni Ankara’da yükselemeyenlerden biridir. Neşet Sabit her üç Ankara’da da inkılâbın temsilciliğini sürdürür. Ona göre çıkarcıların, egoist zenginlerin gününü gün ettiği Yenişehir Ankara’sı inkılâbın henüz tamamlanmadığının açık bir kanıtıdır.
Neşet Sabit, emekli subay, yeni zengin Hakkı’nın karısı Selma’ya şunları söyler:
“Yok canım, bu gördüğünüz şeyler, bu balo, bu otel, sizin Yenişehir evleriniz, bunlar hep birer hayat kalıbıdır ama bizim inkılâbımızın ateşinde dökülmüş kalıplar değil. Bizim ruhumuzdaki yeni hayat prensibinin, yeni hayat özünün tomurcuğu da(ha) çatlamadı. Çatlamış olsaydı, memleketteki hayat şartlarının yalnız küçük bir ekalliyet lehine değil bütün millet için değişmiş olması lâzım gelirdi.”(4)
Yakup Kadri yeni Ankara’nın giriş bölümünü bu yeni zenginlerin; “çoğu arsa spekülâsyonlariyle, komisyonculukla, müteahhitlikle veyahut birtakım yüksek sinekür’lerle (arpalık) birdenbire en geniş bir maişet seviyesine varmış insanlardan mürekkep”(5) bir sınıfın mensuplarının Ankara Palas’taki bir baloya gelişleri, Ankara’nın yoksul ve orta halli halkının ise otelin önünden bu toplanmayı merakla izleyişini gösterdiği bir genel tabloyla açar. Bu tabloda milletin bütünü vardır, fakat birbirinden ayrışmış, yabancılaşmış biçimde. Tabloya sırtında yorganı Ankara’ya iş aramaya gelmiş bir köylü de girer. Yakup Kadri, yalnızca eleştirel karakteri Neşet Sabit ve dönüşüm içindeki Selma aracılığıyla yeni düzeni sorgulamakla yetinmez; romanın kuruluşunda, imgelerinde de ayrışan yaşam koşullarını, şahsi çıkarın yol açtığı eşitsizliği sürekli göz önüne serer. Sözgelimi, Neşet Sabit’in gece lambalarıyla pırıl aydınlık Yenişehir’den çıkıp şehrin eski ve yoksul karanlık mahallerine gelişi iki ayrı dünyanın simgeleşmesidir.
Burjuva Jakobenizmin Trajik Çelişkisi
İnkılâp Ankara’sında bu ayrışma Yaban’daki düzlemdedir: Henüz bir millet olduğunun bilincine ermemiş halkla, onlara Milli Mücadele içinde bu bilinci taşıyan inkılâpçılar; yerlilerle “yabanlar”. Muzaffer inkılâbın yeni Ankara’sında ise, kısa sürede inkılâbın yarattığı yeni iktidar ilişkilerinden yararlanarak, haksızlık ederek zengin olanlarla, Yenişehir’lilerle halk arasında bir ayrışma vardır. Bunu sorun eden ve inkılâbın henüz açmayan tomurcuğunu yeşertemeye çalışan inkılâpçıların temsilcisi ise Neşet Sabit’tir. Kadro’nun aradığı kadro mu, Kadro’yu çıkartan kadro mu; her ikisi olarak görmemiz mümkündür. Durumunun insana yakışmayan koşullarından, hatırası hâlâ taze inkılâp günlerinin ideal umutlarına yabancılaşmış hayatından kurtulmak isteyen Selma da yeni zengin Hakkı’dan ayrılarak, Neşet Sabit’i sevecek, onunla inkılâp’ı yaşatma mücadelesine katılacaktır.
Bir yandan, sınıfsal özü itibariyle burjuva bir inkılâba jakobence bağlı olacaksın, öte yandan bu inkılâbın emekçi ve namuslu halkın sırtına birtakım yeni asalaklar yüklemekten başka bir şeye yaramadığını apaçık göreceksin; Neşet Sabit, onun simgelediği Kadro hareketi ve romanın yazarı Yakup Kadri’nin aşamadığı çelişki budur işte. Brecht’in vurguladığı bir söz var; “A’yı söyleyen B’yi de söylemek zorundadır” der. İnkılâpçı kalabilmek için burjuva sınıfının iktidarını ve emekçi sınıfın sırtından edindiği özel mülkiyeti görmek zorunludur. Yirminci yüzyılın başında, “imtiyazsız, sınıfsız bir millet” yaratma özlemi, bu gerçeği kavramadan ve gereği için mücadeleye girişmeden mümkün olamayan bir programdır.
‘Başlarında Patron Diye Bir Bela Yoktu’
Yakup Kadri Ankara romanının üçüncü bölümünde A’yı söylüyor ve B’yi söylememek için işi ütopyaya döküyor. Nasıl oluyorsa oluyor, Gazi’nin onuncu yıl nutkundan sonra toplum büyük bir inkılâp heyecanıyla kendine geliyor. Ankara yeni baştan fakat eşitlikçi bir biçimde inşa ediliyor. Gençler inkılâpçı bir biçimde eğitiliyor. Türkiye’nin her yerinde “Milli Mükellefiyet” sistemi kuruluyor. Selma ile Neşet Sabit evleniyorlar ve yoğun inkılâp çalışmaları içinde hiç sönmeyen bir aşkla birbirlerini sevmeye devam ediyorlar. Millî kurtuluşçu bir kalkınmanın düşünsel ve örgütsel dayanakları yaratılıyor. Matbuat milli gayelere hizmet ediyor… Edebiyat ve sanat da öyle… Sanat ve spor gençliğin günlük yaşamının sıradan bir parçası oluyor… İşçiler mi? En iyi durumda olanlar onlar diyebiliriz, çünkü başlarında artık “patron diye bir bela yoktu.”
“Türk işçileri, Türk mühendisleri, Avrupa’daki arkadaşları gibi bedbaht da değildiler. Eski Roma’nın esir sürüleri gibi bin bir mihnet ve cefa altında, bin türlü mahrumiyetle ruhları ve suratları ekşimiş, içkiden, açlıktan bütün insanî faziletlerini kaybetmiş Avrupa proletaryasının sefalet ve felâketinden Türkiye’de eser görülmüyordu. Türkiye’de işçiler birer devlet memuru idi ve yüreklerinde bir devlet memurunun haysiyetini, vekarını, mesuliyetini taşıyorlardı. Başlarında patron diye bir belâ yoktu. Kimsenin esiri değildiler. Yalnız memleketin hizmetçisi olduklarını ve alınlarından akan terin vatan topraklarına bereket getirici bir rahmet gibi yağdığını biliyorlardı. Onun için, her biri, insana, harb safhalarındaki neferler gibi birer kahraman heybetinde görünüyordu.”(6)
Tarihi Maddeciliğe İman
Yakup Kadri, neredeyse, adı konmamış bir sosyalizmi tasvir ediyor. Kadro’nun rejimi, kendine özgü bir cemiyetçi milliyetçiliğe dayanıyor, anlaşılan Ankara’nın ütopik sayfalarında Yakup Kadri bu rejimin nasıl işlediğini canlandırmaya çalışıyor. Kadro’yu inceleyen Tekeli ile İlkin’in değerlendirmesi de bu yöndedir: “Aslında Yakup Kadri’nin Ankara romanı, Kadro hareketi anlaşılmadan yorumlanamaz. Denilebilir ki Ankara, Kadro’nun roman biçiminde ifade edilmiş şeklidir. Selma Hanım’ın yaşadığı Cumhuriyet’in ilk on yılı Kadro gözüyle Cumhuriyet’in bir eleştirisidir. Romanın üçüncü bölümünde Cumhuriyet’in ikinci on yılı için yazılan senaryo gerçekte Kadrocuların Cumhuriyet ütopyalarının romanlaştırılmasıdır.”(7) Roman çıktığı zaman, Fikir Hareketleri dergisinde eleştirisini yapan Hüseyin Cahit Yalçın’ın özellikle Yakup Kadri için söyledikleri ilginçtir. Onu her dönemde “inanan bir ruh”(8) olarak niteleyen Yalçın, Yaban ve Ankara’da tasavvuf kaynaklarını bırakıp tarihi maddeciliğe iman ettiğini belirtiyor.(9)
Peki, ikinci Ankara’da ne mal olduklarını az çok gördüğümüz sömürücü sınıfın üyeleri Hakkı Beyler, Ömer Efendiler, Şeyh Eminler, Müteahhit Muratlar ütopya Ankara’sında nereye gittiler? Yazar onlarla ilgili pek bilgi vermiyor. Sanki onları romanın dışına çıkarmak, toplumsal sorunları çözmek ve inkılâbı rayına oturtmaya yetiyor.
Yine de Yakup Kadri’ye haksızlık etmemek gerek, bu ütopyanın gerçekleşmezliğinin o da farkında. Türkiye toplumunun geçen her günü bu ütopyayı yerle bir ederken farkında olmamak mümkün mü? Bu ütopya Kadro dergisinin ulus inşası programı olarak da okunabilir. Olanı gerçekçi bir biçimde ortaya koyan Yakup Kadri, olması gerekeni de bir Ankara ütopyasında somutlayarak inkılâpçılara ideal düzen tablosu sunuyor. Bu ideal düzen nasıl hayata geçirilecek; o, ütopyayı sahiplenen inkılâpçının çözeceği bir sorundur.
Ütopyayı tekzip eden gerçek: Bir Sürgün
“Otuz yıl önce yazdığım bu romanı (Ankara-b.s.a.), üçüncü baskıya vermek üzere, gözden geçirirken bir düş görüyor gibi oldum ve bana öyle geldi ki, burada hikâye ettiğim devri bir somnambül hali içinde geçip gitmişim.”(10)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Yakup Kadri’ye ve Kadroculara daha soğukkanlı ve anlayarak bakmak zorunludur. Yaban ve Ankara’yı inkılâpçı bir romancının, “bulup dört elle sarıldığı tek gerçek: vatan ve millet”i, hayatın temel hakikati kılmak için giriştiği büyük çalışmanın çelişkili ürünleri olarak değerlendirebiliriz. Yakup Kadri, milletin, bağımsız ve hür bir vatan içinde, ortak değerleri benimseyerek, birbirinin çıkarını zedelemeden, insanlığın yaratıcı birikimlerine kavuşarak bütün potansiyellerini geliştirebilecekleri ideal bir cumhuriyet düzenini arıyordu. Ama gerçeklik sürekli bunun önüne engeller çıkarıyordu. İnkılâpçıyla onu anlamaktan aciz halk, “inkılâbı gereği gibi anlamadığı”(11) için başkalarının zararına zenginleşen burjuvalar, bu düzenin sürmesi için gözlerini yuman adalet görevlileri, haksızlık üreten temeldeki ilişkileri değiştirmeyi göze almadan girişilen lafazan inkılâpçılık vb. vb. bu düzenin kurulmasını engelliyordu. Yakup Kadri’nin cumhuriyet ütopyasını gerçekler sürekli tekzip ediyordu. Zaten Kadro hareketi inkılâbın sönükleşmesini engellemek, yozlaşma üreten ferdiyetçi girişmeleri milli çıkarların etkin olmasıyla durdurmak çabasındaydı. Çıkışında yapılan değerlendirme, verili koşulların hiç de arzulanan olmadığını gösteriyordu. Yakup Kadri’nin Kadro çıkarken hazırladığı fakat belki de içeriğindeki sert eleştiri nedeniyle, o dönemde ve sağlığında yayımlanmayan “Büyük İnkılâp ve Küçük Politika”(12) kitabında, Ankara’da çizdiği yozlaşmanın politik nedenlerini ortaya koymaya çalışmıştır. Yakup Kadri’nin, özellikle, inkılâbın daha kuruluşunda çöküş belirtileri saptaması önemlidir: “İnkılâp daha on yaşında. Fakat şimdiden, bünyesinde ihtiyar bir bünyenin bütün zaaflarını taşıyor. Bu halin, yalnız benim nazarı dikkatimi celbetmiş olduğunu iddia edemem. Bunu herkes benim kadar görüyor, benim kadar hissediyor.”(13) Yakup Kadri on yılda yaşlanmış bir inkılâp saptamasını yaparken, iktidarın tepesindekilerle içli dışlı, olup bitenlerin kesin bilgisiyle bu sonuca varıyor. Şu cümleyi de not etmekte yarar var. “İnkıraza uğrayan her cemaatte ‘bizantinizma’ ilk dağılış ve çürüyüş alametidir.”(14)
Şapkaya Kafayı Kaptırmamak
Bu belirlemenin sonuçları vahimdir. “Demek ki, başlayan bir tarihin tahlilini yapıyoruz. Ve bu tahlili yaparken o anda en müthiş inkıraz unsurlarından birini buluyoruz. Bu, merak ve endişe ile tetkik olunacak bir hadisedir.”(15) Kuruluşta “çöküş” unsurlarını görmek son derece önemlidir. Bu Kadro’nun inkılâba yeniden gençlik kazandırmak ve çöküşü durdurmak için müdahale çabasının çıkış noktalarından biridir. Yakup Kadri’nin bu dönem romanlarının da temel kaygısıdır denebilir.
Yakup Kadri gerçekçi bir yazardır. Büyük inkılâbı kirleten “küçük politika”ya karşı Ütopik inkılâp Ankara’sını hayal ederken, gerçeklerin bu düşü sürekli yıkmasına gözlerini kapamasını bekleyemeyiz. Kadro’nun kapatılışı, “zoraki diplomat” olarak “bir sürgün”e gönderilişi, yazarı bireysel planda harekete geçiren ilk etkenlerdi. Bir ütopyayla aşmaya çalıştığı gerçeklikle hesaplaşmadan kaçınamazdı. Nasıl ki, Ankara, Yaban’ı kaldığı yerden alıp sürdürdü ve sorunsalını daha geniş bir zaman kesitinde, daha karmaşık bir toplumsal yapı içinde geliştirdiyse, Bir Sürgün (1937) de tohumlarını Ankara’da taşıyordu.
Siyasi görüşleri nedeniyle İzmir’e sürgün edilmiş Jöntürk taraftarı Doktor Hikmet’in, oradan kaçak bindiği bir vapurla, hürriyetin beşiği Paris’e gitmesini ve orada yaşadıklarını anlatan roman Yakup Kadri’nin Batıyla hesaplaşmasını sergiliyordu. Ütopik Ankara’da işçilerin çalışma koşulları Batıdaki sınıfdaşlarından daha özgürdü ve yaşama şevkle sarılıyorlardı. “Başlarında patron denilen bela yoktu.” Yeni Ankara’da ise, Neşet Sabit, bize Batıcılığın bir eleştirisini sunmuştu:
“Milliyetçi Türk garpçısı için garpçılığın en karakteristik vasfı garplılığa Türk üslûbunu, Türk damgasını vurmaktır. Şapka bize hâkim değil, biz şapkaya hâkim olmalıydık. Garplılaşma, muayyen bir hayat prensibidir. Bu prensip, ancak, millî isteğin, millî kültürün ve nihayet millî ahlâkın hizmetçisi, emirberi olmak şartıyladır ki, yaratıcı ve kurucu rolünü ifa edebilirdi. Garplılık namına Garbın “vice”lerini almakta, yarın öbür gün Garp medeniyetinin yıkılıp çökmesine sebep olacak unsurları bu taze, arı vatan topraklarına taşımakta ve aşılamakta ne mâna vardı? Biz Garp namına Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlâk ve istihsal şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız. Tıpkı tehlikeli bir ilâcı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi. Fakat bu korkunç tehlikenin sonunda bir büyük hakikat ayân olsa… Hayır. Bu korkunç tehlike, Selma Hanım’ın evindeki lüks kadar, bu caddenin ortasındaki lâmbalar kadar faydasız ve beyhudedir.”(16)
Bir Sürgün romanının Ankara’dan çıkan ipuçları bu eleştiri olsa gerektir. Üstelik sorunu doğrudan kalbinden vuran bir eleştiri: “Biz Garp namına Garpta hüküm süren çürümüş bir sınıfın istihlâk ve istihsal şartlarını kendimize tatbike uğraşmaktayız. Tıpkı tehlikeli bir ilâcı kendi kanına aşılayan bir ilim fedaisi gibi.” Yakup Kadri Bir Sürgün’de kahramanı Doktor Hikmet’in, bir uygarlık, hürriyet ve gelişmişlik timsali sandığı Paris’e gelişinden başlayarak aşama aşama bu hayalinin yıkılışını gösterir.
Bir İç Savaş Sahnesi Olarak Kapitalizm
Bir Sürgün’ü okurken, katı gerçeklerin kuşattığı Paris sokaklarında insanlar ve manzaralarla karşılaştıkça sanki bir Balzac romanı okuyor gibi oluruz. Yakup Kadri Bir Sürgün’de bütünüyle Balzac gerçekçiliğinin yöntem ve araçlarını kullanmaktadır. Balzac’ın, Sönmüş Hayaller romanında sanatın ve bilimin bütünüyle kapitalist ilişkiler içinde yozlaşıp gidişini ortaya koyuşuna benzer biçimde, Yakup Kadri’nin romanı da, Batı uygarlığının sanatı, bilimi, şiiri, aşkı, nasıl bu ilişkiler içinde alçalttığını gösterir. Bir Sürgün’ün Doktor Hikmet’i de resmini yok pahasına satmak zorunda kalan bir ressamla karşılaşır. Mesleğini yapmak için yardımına başvurduğu üniversite profesörü, onu anlama ve dinleme çabasını çok görür. Sevdiği kadın, ailesinden kalacak mirasın elden çıktığın öğrenince onu hasta halinde yüzüstü bırakır. Paris’in göbeğinde parklarda yatan yoksullar, bedenini satan orospular vardır. Roman Paris yaşamından ayrıntılı sahneler sunarken, geçinme ve ayakta kalma mücadelesinin savaş alanına döndürdüğü bir şehir tablosuyla gerçekliği bütünler. İşte, Batının asıl gerçeği budur.
“Onlar, şuracıkta, kendi aralarında da boğazlaşmaktadırlar. Sınıf sınıfa karşı, zümreye karşı, fert ferde karşı, öyle amansız ve sinsi bir boğuşma ki; insanın tüylerini, herhangi bir klâsik katliâm sahnesinden yüz kat daha ziyade ürpertir. Burada, her ev taaruz veya müdafaa halinde bir siper; her mahalle taaruz veya müdafaa halinde bir kaledir. (Sol koluyle uzakta bir semti işaret ederek) Orada modern katakomblar; (ve sağ elini gene uzak bir semte doğru sallayarak) burada, zinciri kaldırılmış gettolar… ve bunların ikisi ortasında Duchesse d’Urant’nın evi… ve o evde, bu dahili harbi sevk ve idare eden ‘Etat major’ heyetinin sırmalar, tuğlar ve tüyler içinde tavus kuşları gibi kabararak, sallanarak dolaşan âzası.”(17)
Kapitalist toplum, en gelişmiş ve doğal halinde bir “dâhili harp” içindedir. Yakup Kadri’nin bu gerçekliğin bilincinde olması ve roman diliyle bize göstermeyi başarması son derece önemlidir.(18) Kitabın sonu tam Balzac’a yakışacak bir cümleyle gelir: “Doktor Hikmet’in cesedi, toprak parası bulunup verilemediğinden Paris’in umumî kuburlarından birine gömüldü.”(19)
Doktor Hikmet, Paris’te Jöntürk liderleriyle de tanışır, fakat onlardan fazla etkilenmez. Doktor Hikmet’i asıl etkileyenler, sevgilisinin kardeşi aracılığıyla tanıştığı Rus Bolşevikleri olur. Onlar kapitalist toplumu kıyasıya eleştirirler ve sosyalist bir toplumun gerekliliğini anlatırlar. Rus Bolşeviklerden Morotof, Doktor Hikmet’e Osmanlı İmparatorluğunun emperyalistlerce bir yüzyıl içinde nasıl yıkıma uğratıldığını anlatır. Bir Sürgün’ün bir Rus okurunun Yakup Kadri’ye gönderdiği mektupta, Lenin’in çizgilerini gördüğünü yazdığı bu Bolşevik, 1905 Rus Devrimi’ndeki kendi hatalarını da eleştirince Doktor Hikmet’in gözünde inandırıcılığı artar. Yazarın söylemek istediklerinin ötesinde bir yorumla, Rus Bolşeviklerin kapitalizm eleştirisi ve yeni bir düzen arayışı, Bir Sürgün’ün yozlaşma ve iç savaş toplumuna çözüm önerisi olarak değerlendirilebilir.
Kadro’nun Üçüncü Yol’u
Roman sert bir kapitalizm eleştirisi olarak gelişiyor. Bu yanıyla kapitalizm ve sosyalizm karşısında bir “üçüncü yol” olarak konumlanacak Kadro’nun aradığı düzenin gerekliliğini, olumsuzun eleştirisiyle ortaya koymaya çalışıyor da denebilir. Kadro’nun ideoloğu Şevket Süreyya Aydemir, Ahmet Ağaoğlu ile tartışmasında Kadro’nun özgün toplumsal düzenini savunurken, “Avrupa nizamının dâhili tezatları ve esasen oralarda bir gasp ve istismar ifade eden bugünkü hak ve hürriyet mefhumları üzerinde durmaya gerek duymuyoruz” (20)demekte ve eklemektedir: “Bizim idealimiz bizim rejimimizdir.” “Bu rejim, iktisaden ve siyaseten cüzü tam olan, yani ne eski Türkiye gibi müstemleke, ne de muasır demokratik devletler gibi müstemlekeci olmayan, ileri teknikli fakat tezatsız bir millet rejimidir.”(21) Kadro’nun bu tezatsız millet rejimi çerçevesinden bakıldığında Yakup Kadri’nin kapitalizmi eleştirmesi olağandır. Ancak Kadro’nun üç yıl sürebilen Milli Kurtuluş İnkılâbının ideolojisini geliştirme çabaları ve tezatsız milletin altyapısını oluşturacak iktisadi devletçilik mücadelesi, 1934 yılında sermaye çevrelerinin baskısıyla yenilgiye uğramıştır. Eğer Yakup Kadri hâlâ kapitalizmin çelişkilerine düşmeden gelişecek bir Türkiye hayal ediyorsa ve romanında bunun haklılığını kanıtlamaya çalışıyorsa, karşımızda yine Ankara’daki “somnambül”, uyurgezer var demektir.
İnsan Hür Gelişimini Nerede Aramalı?
1905 yılında, Paris’te bir sürgün Jöntürkün romanından 1930’ların Ankara’sındaki toplumsal çatışmaların ve yıkılan milli ütopyanın yankılarını çıkarmak abartılı bir yorum mu? Şöyle de söylenebilir: Ankara’nın gerçeklerce tekzip edilen ütopyasının çürük dayanaklarını Bir Sürgün romanının kapitalizm imgelerinde bulamaz mıyız? Yakup Kadri, sınıflı bir toplumun “iç savaş halindeki” gerçekleriyle “imtiyazsız, sınıfsız bir millet” düşünün gerçekleşmeyeceğini görmüştü ve göstermek istiyordu. Onun amacı Kadro’nun sınıfsız, tezatsız millet düşünü sürdürmek olsa bile çıkan sonuç buydu.(22) Batının en gelişmiş ülkelerinden birinde, İhtilal-i Kebir’in yapıldığı yerde insanlıktan eser kalmamıştı ve Doktor Hikmet’in çığlığıyla birlikte uyanmaktan başka çare yoktu:
“Doktor Hikmet, Paris gibi bir medeniyet ve irfan merkezinin göbeğinde bu düşüncelerle dolaşmaktan derin bir hüzün duyuyordu. Daha doğrusu, bu bir hüzün değil, bir ümitsizlik, bir füturdu. Artık burada da insan zekâsı, insan ruhu ilâhi misyonuna ifaya imkân bulamıyorsa; burada da bir sürü cebirler ve tazyikler ferdin hür ve serazade inkışafına mani olmakta ise nereye gitmeli? Hangi ülkenin kapısına başvurmalı?”(23)
Kitabın zamanında bir Jöntürk romanı olarak karşılanması ve anlaşılamadan eleştirilmesi de bu özü görememiş olmaktan kaynaklanıyordu. Ya da bu özün görülmesinin yaratacağı sonuçlardan kaçınmak için üstünden atlamak tercih edilmişti. Yazarın temel sorunsalı bir Jöntürk tipolojisi çizmek değil, safdil bir milli inkılâpçının kapitalist ilişkilerin yol açtığı sefalet, yabancılaşma ve sömürü ilişkileri içinde yok oluşunu göstererek, milli inkılâbın “kapitalist olmayan bir yol”a ihtiyaç duyduğunu göstermekti.
Ankara’da ütopyayla örterek söylemekten kaçındığı B’yi Bir Sürgün’le, gerçekçiliğin usta bir örneğiyle romana dönüştürüyordu da denilebilir. Şimdi, sırada bütün bunların birikimini ve sentezini ortaya koyacak bir Panorama vardı.
Notlar:
(1) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İstanbul, İletişim, 2001 (İlk baskı 1934, İletişim’de 13. baskı), s. 22.
(2) A.e, s.31
(3) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İstanbul, İletişim, 2001 (İlk baskı 1934, İletişim’de 13. baskı), s. 150.
(4) A.e., s. 123.
(5) A.e., s. 151-152.
(6) A.e., s. 183.
(7) İlhan Tekeli-Selim İlkin, A.g.e., s. 382.
(8) Hüseyin Cahit Yalçın, Aktaran: İlhan Tekeli-Selim İlkin, A.e., s. 383.
(9) “Yakup Kadri Bey inanan bir ruhtur. Şeniyetin içinde bunalmamak ve boğulmamak için bir iman ihtiyacı hissediyor. Ruhunun susuzluğunu evvelce tasavvuf temin edebiliyordu, bugün bir madde imanı tatmin ediyor. Bunlar iki zıt, fakat her ikisi de iman. İşte onun manevi hayatındaki vahdeti vücuda getiren esaslı vasıf, işte bütün varlığına temel teşkil eden sağlam toprak.” “Yakup Kadri Bey’in bu yeni imana ne kadar hararetle bağlı olduğunu görmek için Ankara’yı okumalı. Bu iman ona sanatı, edebiyatı, tetkik ve müşahedeyi, şeniyeti, hakiki hayatı, her şeyi, unutturacak kadar hâkimdir. O bütün bunları feda ederek Ankara’ya istikbali tasvir eden bir parça eklemiş ve ancak kuvvetli müminlerde görülecek bir coşkunluk, bir keyf, adeta bir sarhoşluk ile bize hulyalarını, ülkülerini uzun uzun anlatmıştır. Denilebilir ki Yakup Kadri Bey için asıl Ankara, bu olmayan ve olmayacak Ankara’dır.” (Hüseyin Cahit Yalçın, Aktaran: İlhan Tekeli-Selim İlkin, A.e., s. 383)
(10) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ankara, İstanbul, İletişim, 2001, s. 9.
(11) Ankara’da Neşet Sabit kendini kandırıyor ya da burjuva inkılâbının soysuzlaşmasına mazeret arıyor: “Bunlar, hep, inkılâbın yanlış anlaşılmasından çıkan neticeler… İnkılâbı, kocanız kendine göre, Murat Bey kendine göre, Şeyh Emin kendine göre anlıyor, hani, bazı dinler vardır ki, müfessir ve müçtehitlerinin çokluğu yüzünden mâna ve mahiyetini değiştirir; işte, bizim inkılâbımızın başına da böyle bir şey gelmektedir ve bizim ıstırabımızın sebebini burada aramak lâzımdır.” (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, A.e., s.142-143).
(12) Bu kitap Yakup Kadri’nin ölümünden sonra dosyaları arasında bulunmuş ve eşi Leman Karaosmanoğlu’nun girişimiyle 1976 yılında Milliyet gazetesinde dizi olarak yayımlanmış, Atatürk kitabının sonraki baskılarına eklenmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk Biyografik Tahlil Denemesi, İstanbul, İletişim, 2007, s.145-185.
(13) A.e., s. 146.
(14) A.e., s. 164.
(15) A.e., s. 165.
(16) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, , Ankara, İstanbul, İletişim, 2001, s. 136.
(17) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Bir Sürgün, Baskıya Hazırlayan: Atilla Özkırımlı, İstanbul, İletişim, 1987 (5. basılış; 1. baskı Ankara 1938), s. 298.
(18) Bir Sürgün’ü Yakup Kadri’nin sınıf kavramı çerçevesinde yazdığını öne süren bir inceleme için bakılabilir: Yılmaz Yücel, “Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Bir Sürgün Romanında Devletin Sınıfsal Temsiliyeti”, Türkiye’yi Sınıf Gerçeğiyle Anlamak, 2. Sınıf Çalışmaları Sempozyumu, Yayına Hazırlayanlar: Başak Ergüder, Besime Şen, Fatma Şenden v.d., s. 256-263.
(19) Yakup Kadri Karaosmanoğlu, a.g.e., s. 307.
(20) Şevket Süreyya Aydemir, Aktaran: İlhan Tekeli – Selim İlkin, Kadrocuları ve Kadro’yu Anlamak, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003, s. 252.
(21) A.e., s. 252.
(22) Yakup Kadri, Hasan Âli Yücel’e yazdığı bir mektupta Bir Sürgün için şunları söylüyor: “İki gözüm, ben bu romanımda Avrupa medeniyetini ve medeniyetlerini karşıma almışım, muhakeme ediyorum. Bu bir defa Türkiye’de milli ideoloji bakımından ilk hadisedir. Sonra bizde şuursuz garpperestliğin iflası vakasına, daha sonra (Jön Türklük) diye Türk inkılâpçılığı tarihine ait bir fasla yine ilk defa temas ediyorum. Ve daha sonra yine bu romanda (Avrupalı tipin) yeni bir definition’unu (tanım) ve Avrupa medeniyetinin tamamiyle kendi bakımından yeni bir izahını getiriyorum” (Aktaran: İlhan Tekeli – Selim İlkin, a.g.e., s. 427)
(23) A.e., s. 214.