Yakın Gelecekten Distopik Bir Eleştiri: Son Umut*
Kül Kedisi, Rapunzel, Buggs Bunny, Sünger Bob ve daha sayabileceğimiz bir çok çizgi film ile masallar çocukluğumuzun en masum yapıtları arasında yerini alıyor bu hikayeler ve bizi ayaklarımızın yere basmadığı hayallerin ötesinde olan ütopik bir dünyaya bırakıyor. Masallar ve çizgi filmlerin ütopik masumluğu içinde yaşarken diğer yandan ise, oyunların içinde savaşların olmadığı ve her zaman barışın kazandığı bir dünya içinde de yerimizi alıyoruz.
Gün geçtikçe güncel gerçeklik dışında bulunan bu kurgusal yapıtların yerini distopya diye tanımladığımız, bireylerin özel hayatını elinden alan ve biranda topluma hâkim olan otoriter bir yapı ele geçiriyor. Buna en güncel örnek olarak geçtiğimiz haftalarda Genco Erkal‘ın darbe girişimi sonrası yürürlüğe konan olağanüstü hal yasalarınca yasaklanan “Güneşin Sofrasında Nazım ile Brech” adlı oyununu ve devamında yirmi tiyatro sanatçısının “performans yetersizliği” sebebiyle uzaklaştırılmalarını gösterebiliriz. İnsanı insana anlatan bir sanat dalı olan tiyatrodaki sansür olayı başka bir konunun başlığı olsa da hâkim olan otoriter yapı karşısında neler yapıyoruz sorusunu sormamız gerek. Bu da ister istemez Özgür Mumcu‘nun bir röportajında sarf ettiği “ütopyayla-distopya arasında bir yerde sıkışıp kalıyoruz” cümlesini akıllara getiriyor.
Hayatımız boyunca sürekli hayal eder, kurduğumuz hayallerin gerçekleşmesini bekleriz. Ütopya ve distopya arasında gidip gelen bu hayallere, güzel sanatların geleneksel altı dalına sonradan eklenen ve yedinci sanat olarak kabul edilen sinema gözlemci bir bakış açısıyla başkalarının yaşamlarından hayallerimize misafir olmamızı sağlıyor. Bu bağlamda sinema, ütopik ve distopik anlatımlar için en uygun sahayı oluşturuyor.
Genellikle bilim kurgu sinemasının konusu olan uzaylılar, doğal afetler, dünya dışı yaşam formlarından çok farklı bir hikâyeyle karşı karşıya kalıyoruz. Çalışan nüfusun gittikçe azalması ve bunun yerini yaşlı nüfusun alması, Avrupa’da düşen doğum oranları, her an her yerde patlayan bombalar ve politikacıların yanlış bir siyasi yol izlemeleri sonucunda çıkan mülteci sorunu gibi günümüz dünyasında yaşanan sorunlara 2006 yılından ışık tutuyor, Children Of Men/Son Umut. Kendi zamanına göre ileriyi görebilen bir film olma özelliğini taşıyan Children Of Men, aynı zamanda “bizi insan yapan şey nedir” sorusunun cevabını da veriyor.
Herhangi bir canlının soyunu devam ettirebilmesi için en başat özellik olan üremenin durduğu, en genç(ve en son) insanın on sekiz yıl önce doğduğu 2027 dünyasına tanıklık ediyoruz. Ülkelerin politik düzenlerini de etkileyen bir şekilde değişimler yaşanmasına neden olan bu durum, kendini olayların akışına bırakarak çöküşe giden insanların yanında, bu durumun nedenlerini bulmaya çalışan mücadeleci insanları da oluşturuyor. Üçüncü dünya ülkelerinin fakirleştiği, gelişmiş ülkelerin iç savaşla mücadele ettiği bir yer haline gelen Dünyada huzurun hüküm sürdüğü tek yer benimsemiş olduğu askeri emperyalist yönetim ile Büyük Britanya’dır. Bu noktada asıl kısırlığın “ideolojik kısırlıktan” kaynaklandığını seyirciye anlatmak isteyen yönetmen Alfanso Cuaron‘un vermek istediği mesaj da oldukça sarsıcı olduğunu söyleyebiliriz. Filmin uyarlandığı, P. D. James’in aynı adlı romanını da not düşmeyi unutmamalıyız.
Herkesin kendi ideolojisini uygulayarak kurtarmak istediği 2027 Dünya’sının dışında yaşayan ve geçmişteki eylemci tavırlarına karşı umursamaz tavırlarıyla bir hiçliğin içinde olan Theo Faron’un yaşantısına konuk oluyoruz. İzlediğimiz andan itibaren ülkemizde yaşanan birçok olay karşısındaki umursamaz tavırlarımızı akla getiren ve bizi bize gösteren Theo’nun ne kadar daha “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözündeki durumunu sürdüreceğimiz merak konusu. Belki de bürokrat Theo’nun yaşantısında olduğu gibi bir kafeden çıkar çıkmaz kafenin bombalanması günün ilerleyen saatlerinde ise eski karısı Julian’ın başkanlık ettiği ve asıl amaçlarının mültecilere yardım olduğu bir grup teröristin yardım istemek için kendisini kaçırmasıyla döndüğü gerçek dünyaya bizlerde insan olduğumuzu hatırlayıp “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünü bir kenara bıraktığımızda bu gerçekliğe dönebiliriz. Sinema yazarı ve kuramcısı Douglas Kellner’a göre polis devleti, terörizm, mülteci kampları ve giderek artan toplumsal ayrışmaya dikkat çeken film, günümüzdeki eğilimleri daha yoğun biçimde yansıtılarak, mevcut durum kökten değiştirilmezse yıkıma doğru sürükleneceğimiz uyarısını yaparmaktadır. (Kellner, (2013) s.124)
Mucizevi bir şekilde hamile kalan Kee’yi kötülüklerden uzak tutup insan hayatını yeniden canlandırmaya yönelik bir girişim olan “insan projesi” adında bir gruba yetiştirilmesi için Theo’dan yardım istenir. Toplumun yozlaştığının ve devlet baskısının farkına varan Theo Kee’yi “insan projesine” götürmek için ikna olur. İşte tam da burada olaylar zinciri birbirini kovalıyor. Özellikle yıllar sonra doğacak bebeğin siyahi olacak oluşu ise yönetmen Cuaron’un ırkçılık yapan faşist politikalara karşı farklı bir bakış açısıyla günümüze bir gönderme yapıyor.
Artan faşizm ile uygarlığın çöküşüne dikkat çekse de biraz daha derinlemesine indiğimizde muhafazakâr olarak değerlendirilebilen bir filmle karşı karşıya kalıyoruz. Şöyle ki “film boyunca İslamı terörle ilgili medya görüntüleri yer alıyor ve filmin sonuna doğru uzun bir sahnede, Theo ile Kee’nin çocuğu İnsan Projesi’ne götürecek olan bir tekneye bırakmak üzere kaçmaya çalıştığı yerde, radikal İslamcıları andıran bir grubun tehditkâr bir gösterisi yer alır ve böylece günümüzdeki Araplardan ve İslam’dan korkma eğilimi yeniden üretilir. Bunlara rağmen film birçok açıdan, içinde bulunduğumuz döneme dair önsezili eleştirel vizyonlar sunarak militarizm korkusunu ve faşist polis devletinin ortaya çıkacağı endişelerini canlandırıyor.“ (a.g.e. s.125)
Son olarak görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki‘nin filmin başındaki patlama sahnesi, arabada giderken çeteyle çatışmaya girdikleri ve daha çoğaltabileceğimiz birçok sahnede plan sekansları kullanılmasıyla yönetmen Cuaron’dan rol çaldığını eklemeliyiz. Bir bütün olarak film yakın gelecekten günümüze keskin bir eleştiri sunuyor. Her defasında olmayanı göstererek var olanı karalayan Children Of Men’in başarılı bir distopik alt türe imzasını attığını söylememiz mümkün.
Kaynakça:
Douglas Kellner (2013) Sinema Savaşları. İstanbul: Metis Yayınları.
www.cumhuriyet.com.tr /Kültür – Sanat