Yaşamın Kendisi Bir Distopya: Istakoz*
Hayatınızın belli bir döneminde hayal kırıklığı yaşadınız mı? Veya tüm umudunuzu kaybettiğiniz bir yokluğun içinde buldunuz mu kendinizi?
Hala bir şeylere inanmaya devam ediyor ve inandığınız değerler uğruna mücadele sürdürüyorsanız Yunan yönetmen Yorgos Lantimos’un yeni filmi Istakoz/The Lobster inançlarınızı sorgulamakta önemli bir rol üstlenecek.
Dikta rejiminin hakim olduğu bir ülke, yasaklara boğulmuş insanlar, yıldırma politikaları ve absürt ceza sistemleri. Bizlere pek distopik gelmeyen fakat Yorgos Lantimos’un içinde bulunduğumuz sistemden esinlenerek karşımıza çıkardığı Istakoz filmi, bir sistem eleştirisinden çok sisteme alternatif olduğunu iddia eden yapılara eleştiri sunuyor. Yönetmen, aynı zamanda hikâye içerisinde izleyenlere çift ya da yalnız olma seçeneklerini sorgulatıyor. Fakat film de her iki seçeneğinde belirsizliği söz konusu.
Film, Colin Farrell’in canlandırdığı karakter David’in eşinin ölümünden sonra yalnız kalması sonucu ülke yönetimi tarafından ülkedeki diğer tüm yalnızlar gibi bir otele götürülmesiyle başlıyor. Otele gelen yalnızların kırk beş günlük süre içerisinde kendilerine uyumlu bir eş bulması gerekiyor, aksi takdirde otel yönetimi tarafından, bireylerin tercih ettiği bir hayvana dönüştürülüyorlar.
Filmin ilk yarısında devlet yönetiminin oteldeki yalnızları baskı ve ceza sistemi ile çiftleştirerek topluma kazandırılmaya çalışıldığı göz önüne çıkıyor. Oteldeki insanların kendilerine uyumlu bir eş bulma çabaları, kırk beş günün sonunda hayvana dönüşmemek ve şehirde var olan sisteme ayak uydurabilmek içindir, insan olarak yaşayabilmek adına bireyler eş adaylarında ortak fiziksel özellik aramakta, fiziksel benzerlik bulamayanlar da karakterini değiştirmeye çalışmaktadır. Fakat filmin ilk yarısının sonunda ana karakterimiz David’ten ele alacak olursak, baskı ve ceza sistemi David üzerinde etkili olamamıştır ve ilk fırsatta sistemden kaçmayı başarmıştır. Onu, diğer kaçakların yer aldığı yalnızlar ormanına, alternatif yaşam arayışı içerisine girerken görüyoruz. Filmin asıl anlatımının ikinci bölümde olduğunu söyleyecek olursak, filmin eleştiri hedefi de David’in otel dışında bir alternatif bulma kaygısıyla anlam kazanıyor.
Toplumdan dışlanmış, hayvan olmamak için otelden kaçmış, şehirdeki baskı ve kısıtlayıcı sisteme karşı ormanda hayatta kalmaya çalışan yalnızlarla karşılaşıyoruz. Fakat ormanda ki yalnızlar topluluğu, içinden kaçtıkları baskıcı ve kuralcı yönetim şeklini benimsiyorlar. Yalnızların otelden kaçtıkları sistemden farklı bir sistem bulunmamaktadır ormanda. Düzene alternatif gibi görülen topluluk idari biçimiyle, David ve diğer yalnızların otelden kaçışını anlamsızlaştırıyor var olan umutları da tüketiyor.
Yunan yönetmenin distopyası, distopik filmler kategorisinde biraz atıl kalmakta. Hikâyenin yaratıcılığına karşılık olarak yaratılan mekân, kişiler, sistem bugünkü dünyadan pek farklı değildir. Yaşamakta olduğumuz dünyada baskı ve dikta rejimlerine, yalnız bireylerin toplumda yeri olmadığına, filmde yer alan olaylara yeterince tanık oluyoruz. Fakat tanık olmadığımız veya olmaktan çekindiğimiz bir durum var ki hikâyenin bütününü oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Filmin ikinci yarısında yer alan topluluğun özelliği, sistemden kaçan bireyleri bünyesine alarak nicelik ve nitelik olarak artış sağlayıp hayatta kalmayı başarabilmek. Hayatta kalma savaşı verdiklerini sadece psikolojik ve mekânsal olarak değil otelde kalanların kırk beş günlük süreyi uzatmak için ava çıkmasından da anlayabiliyoruz. Ormanda kendini var eden var etmek zorunda olan sistemin doğası ve işleyişi şehir içindeki var olan sisteme eleştiri getirir ve muhalefetini yapar hatta bu inanç doğrultusunda bir savaş ortamı yaratır. Bu ortam topluluğun içerisindeki öğeleri militanlaştırıp birer kadroya dönüştürürken, içerisine katılmak isteyenleri de bir inancın ve alternatifin kazanabileceği görüşünü dile getirir. Yaşamak arzusunda olan otelden kaçmış bireyde son umudunu o topluluğa ve topluluğu bir araya getiren fikriyata bağlar.
Sizler hayatınız boyunca inandığınız bir değere veya rahatsız olduğunuz sistemi değiştirme iddiasında olan bir topluluğa elinizde kalan son umudu verdiniz mi bilinmez fakat Yunan yönetmenin olaya bakış açısı, filmin yaratılış kaynağı olmuş. Alternatif sistem iddiasında olan topluluk ve fikir sahiplerine getirdiği sert eleştirinin özelliği yapıcı olmaktan çok eksikleri dile getirmekte ve ne yazık ki izleyenlere film aracılığıyla sadece durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Var olan sistemle bir derdinin olduğunu anladığımız filmin sadece sorun tespitiyle kalması, yönetmenin bundan sonraki tarzını bizler adına endişelendiriyor.
Genel olarak bir topluluğu veya olayları eleştirirken, eleştiri yapmanın ’olumsuz yönleri açığa çıkarmak’ yanılgısına çoğu kez düşüyoruz, Yorgos Lantimos’un filmden bir sonuç çıkarmamasında ve alternatif yaratmamasında bu yanılgının payı oldukça fazladır. Muhalefetin muhalefetini yaparken kendi sözünü üretememe durumu, kendi sinema dilini yaratırken mesaj verme kaygısından kaçınmasından ibaret geldiği söylenebilir.
Günümüz dünyası öyle bir yere dönüştü ki yaratılan distopik ortamlar bizlere yabancı gelmemekte. Durum buyken o distopik ortamın alternatifi olarak karşımıza yeni bir distopya çıkıyor, elde var olan ümitleri yok ediyor. Istakoz filmine bu şekilde bir suçlama getirilmesi ne kadar doğrudur tartışılır fakat elde edilen neredeyse tek çıkarım bu yönde.
İnsanlar hayal kurmakla başlar, sonra o hayali gerçek ile harmanlayıp geliştirir sonrasın da hayalin gerçekleşebilmesi adına mücadele ederler. Tam bu noktada sadece bir el vardır yanlarında, umut. Bir kere yıpranıp kırıldı mı mücadeleyi bitirir, düşünmeyi güçleştirir, hayalleri anlamsız kılar. Filmde ki karakter David için söyleyebileceği bir cümle kalır geriye: ‘Sizleri bilemiyorum ama artık ben kurduğum hayallere de inanmıyorum…’