Özeleştiri ve Özgürlük*
İnsan olmanın vermiş olduğu ihtiyaçlardan doğan, diğer insanlarla iletişim ve sosyallik kavramlarının hayatımıza oturtuluş surecinde, bu kavramları olabildiğince kaliteli kılmak, yaşamımızı da kaliteli kılmakta. Şüphesiz bu iletişim sürecinde dürüstlük belirleyici etken. Kendimizle hesaplaşmalarımızda bile objektifliği yakalamakta zorlanırken kendimizi bulma çabasında iletişime geçtiğimiz kişilere karşı dürüst olmamak, iletişimdeki hedefimizi farklı mecralara çeker ki insan olma sürecinde bu durum bize belirli bir zaman kaybı yaşatabilir. Peki, rol yaparak, diğerlerinden ne beklentisi içerisine giriyoruz? Bu rol sonucu elde edeceklerimiz, kalıcı bir benlik inşası oluşturma çabalarımızı ne kadar sekteye uğratacak? Bu riski alacak kadar neye sahibiz? Yoksa var oluşumuzu bu rollere mi bağladık?
Sürekli değişen bir yapıya sahibiz, insan olarak özeleştirilerimizle kendi değişim ve gelişimimizi sağlayabilmemiz özgürlüğümüzün yolunu açmakta. Görünüş olarak düşündüğümüzde bu değişim ve gelişimi yansıtmamak, gelenek ve göreneklerimizi katı bir şekilde uygulamak ve davranışlarımızı belirlenmiş kurallara teslim etmek bizi ne kadar kendimizle yüzleştirir? Sosyallik, özeleştirilerimizi gerçekleştirirken başkalarına nasıl saygı duyulabilirliğinin eleştirilerine de kapı aralamıyor mu? Sosyalleşirken kendimizden başlayarak dâhil olduğumuz kalabalığa da özeleştiri gerçekleştirebiliyor muyuz? Yoksa kendi benliğimizi o kalabalığa mı teslim ettik? Medeniyet inşasının önce birey sonra toplum olarak sorgulamalar yoluyla örülebildiğini unutmaya mı başladık? Medeniyetsizliğin başımıza neler getireceğini, bizi nasıl bir yaşama sürükleyeceğini hayal edemiyor muyuz? Korkularımızın kaynağı ne? Nelerden bu kadar korkuyoruz da bu korkuların bizi belirli bir yaşam tarzına mahkûm etmesini kabul ediyoruz? Nasıl oluyor da kendimizi bazı korku ve geleneklerin içine hapsedip bunlara uygun davranmayanların yaşam hakkına saldırıda bulunabiliyor; ‘ sizin gibiler ölmeli, davranışlarınız gelenek ve göreneklerimize ters!’ diyebiliyoruz? Ya da sosyal yaşamlarında bu kişileri kabullenmeyip dışlayarak onların da sosyalleşebilme haklarını ellerinden alabiliyoruz?
Toplumsal değerdir, inançtır, dindir veya herhangi bir ideolojik düşüncedir her ne olursa olsun kendinden olmayanları tehdit olarak algılayan, kendisi gibi olmayanları hazmetme zorluğu yaşayan ve bir arada yaşamayı başaramadığında hezeyanlarına takılıp şiddete varan eylemler gerçekleştiren kişiler, artık o toplum içinde bir mayın haline gelmiştir. Bu güvensizlik, kendini tehlike altında hissetme, her an eyleme hazırlıklı olma nereden kaynaklanıyor? Bu mayınlar nerede nasıl üretiliyor? Mayına basmadığımızın farkına varabilecek miyiz? Yoksa patladıktan sonra mı fark edeceğiz?
Çoğunluğu korkular üstünden yürütülen sömürü politikalarına karşı nasıl ayakta duracağız? Toplumsal güven ve güvencelerimiz koruma altında şüphesiz. Bu sağlıklı bir toplum olmanın yolunu açar.
Devlet olarak toplumsal birlikteliğimizi hangi ilkelere oturttuk? Kaçımız bu ilkelere sahip çıkmak istiyor? Bilmediğimiz, içeriği kısırlaştırılarak öğretilen kavramlar bizim için ne ifade eder ve bunlara sahip çıkar mıyız?
Atatürk’ün “Türkiye devletinde ve Türkiye devletini kuran Türkiye halkında tâcidar yoktur, diktatör yoktur… Bütün cihan bilmelidir ki, ortak bu devletin ve bu milletin başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da milli egemenliktir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi vicdanı ve varlığıdır.” Sözündeki özgür irademize verilen değerin bir kez daha farkına varmaya ve milleti oluşturan temel değerlerimizden vicdanlarımızı sorgulamaya ne dersiniz?