Söyleşi: Meltem Tüzün*
“Tanrıyı bu dünyaya bakarak yargılamamak gerektiğine gittikçe daha çok inanıyorum, başarısız bir taslağı bu onun. Her sanatçı bu taslağı yeniden yapmaya, eksiğini tamamlayarak ona bir ‘biçem’ katmaya çalışır.” Van Gogh bu dizeleri yaşamının en sarsıcı dönemlerinde kaleme alarak, kendisi gibi bu dizeleri de ölümsüz kıldı. Yaşamına kıymasının ardından, gerek sanat tarihinde saygın bir yer edinen eserleriyle, gerek parçalanışlarla sürdürdüğü yaşamıyla neredeyse bir yarı tanrı ilan edildi. Bu sanat tanrısının yukarıda yer alan poetik dizeleri, bizlere onun “sanatçı” tanımını ifade etmekle kalmayıp, bu ifade biçiminde sanatçının tanrısal bir görevi olduğunu sarsıcı bir dürüstlükle ortaya koyuyor. Bu tanımdan yola çıkarak sanatçının ve sanatın ehemmiyetini, tarihsel süreçler çerçevesinde oluşmuş olan çeşitli ifade biçimlerini, sanatın ülkemizde karşı karşıya kaldığı güçlükleri ve daha birçok şeyi içinde barındıran bir söyleşiyi okuyacaksınız. Bu söyleşide sorularımızı, değinilmesi gerektiğini düşündüğümüz konuları Meltem Tüzün’le paylaştık. Söyleşiye geçmeden önce Meltem Tüzün’ü biraz tanıyalım. Meltem Tüzün, Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nde tahsil gördükten sonra bazı projeler çerçevesinde İtalya’ya gitti. Sekiz ay bir Afrika yardım kuruluşunda gönüllü olarak çalıştı. Bu süreçlerde Avrupa sanatının büyüleyici içselliği ile karşı karşıya gelme fırsatı buldu. Ardından Türkiye’ye geri döndü ve iki yıl kadar çeşitli sanat galerilerinde çalıştı. Şuan Dağ Medya’da Sanat Tarihi yazarlığı ve zaman zaman Bloomberg Businesweek Türkiye dergisi için sergi turu, söyleşi ve monolog yazılar hazırlıyor.
Lisans eğitiminizi Anadolu Üniversitesi’nin Sanat Tarihi kürsüsünde tamamladınız. Sizi Sanat Tarihi alanında eğitim almaya sürükleyen sebepler nelerdir?
Açıkçası çok bilinçli bir tercihti desem yalan olur. Öyle sanat tarihine âşıktım ve idealimi gerçekleştirdim gibi bir hikâyem yok. Aksine Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü sırf açıkta kalmamak adına, tercih listemde 22.sırada gelen bir tercihti. Sonuçlar açıklandığında sevinmemiştim bile çünkü Radyo, Sinema, TV okumak istiyordum. Sonra madem kazandık gidip göreceğiz deyip gittim. İlk sene de sırf alışmak adına yabancı dil hazırlık eğitimi aldım, bölüme başlamadım. Hiç hazır hissetmiyordum kendimi. Ama hazırlık sınıfındayken ara ara derslere gidiyordum Sanat tarihi Bölümü’ne ve sonra yavaş yavaş ilgimi çekmeye başladı. Sevdim.
Türkiye’de Sanat Tarihi bölümü pek tercih edilmeyen bir alan olarak görünüyor. Bunun birçok nedeni var elbette. Öncelikle söz konusu bölümden mezun olanların işsizlik ile karşı karşıya kalmaları. Sizce bu sorunu çözüme kavuşturmak adına nasıl bir yol izlenmeli?
Tercih edilmiyor dediğiniz gibi ve mezunların işsiz mezunlar olarak kalmaları buna büyük bir etken. Aynı zamanda puanı oldukça düşük bir sözel bölüm olduğu için de sırf açıkta kalmamak adına başlıyor birçok genç benim yaptığım gibi. Ve bu sebeple başlayıp gerçekten seven de çok az insan vardır. Tüm bunlara rağmen her yıl birçok üniversitede 50’ye yakın da kontenjan açılıyor bu bölüm için. En büyük yanlış burada. İş olanağı sağlanamayacaksa bu kadar alım doğru değil elbette. Bunların kaçı akademide kalabilir, kaçı müzede çalışmaya başlayabilir. Bir kere müzelere her yıl atanan sanat tarihçi sayısı o kadar az ki. Ama her yıl yüzlerce mezun çıkıyor. Zaten benim dönemimden ya da alt ve üst dönemimden tanıdığım o kadar az insan var ki işini yapan. Daha öğrenciler bölüme başlar başlamaz hocalarımız bile söylüyor geleceğin işsizlerisiniz diye. Böyle bir bölümde gençlerin de bu işi sevmesi mümkün değil. Bunun çözüme kavuşması için bence en sağlıklı yol bir süre bu bölüme alımların kısıtlanması ve öncelikli mezunların istihdamının devlet tarafından sağlanmasıdır. Örneğin İstanbul’da onlarca sanat galerisi var. Türkiye’de yüzlerce müze var. O kadar imkânsız olmamalı insanların işini yapması. Bir de üzerine son yılların popüler bölümü olan Sanat Yönetimi Bölümü açılıp yayılmaya başladı. İnanılmaz bir rağbet var bu bölüme de ve ben bu bölümün amacını henüz anlayabilmiş değilim. Böyle yepyeni bir bölüm yaratmak yerine pekâlâ bu bölümde verilen dersler bazı Sanat tarihi Bölüm’lerine koyularak daha verimli mezunlar yaratılabilirdi. Ama şimdi mesleğini yapamayan bir sürü Sanat Tarihçi’ye bir de mesleğini yapamayan ve mesleğinin küratörlük olduğunu sanan bir sürü Sanat Yönetimci katıldı. Mesela Sanat Tarihçilerin yıllardır bir savaşı var unvanlarını kazanmakla ilgili. Peki, ama Sanat Yönetimi okuyanların unvanı ne olacak. Alın size daha büyük bir problem.
Avrupa seyahatlerinizde farklı kültürleri, insanları tanımış olmanız yazılarınıza nasıl bir yön verdi?
Bir Sanat Tarihi mezunu olarak Avrupa’da 8 ay yaşamış olmam 4 yıl boyunca dialardan, slaytlardan gördüğüm klasikleri yakından görüp incelemem aslında öğrendiklerime dair her şeyin yerli yerine oturmasını sağladı. O zaman anladım ki ne kadar okusanız da görsel baksanız da yakından incelemek, yapılan bir resmin fırça darbelerini, pentürlerini incelemek ya da bir heykelin pürüzsüzlüğünü yakından görmek gibi olmuyor. Hep bir şey eksik kalıyor. Vatikan’da Michelangelo’nun Mahşer’ini, Pieta’sını görüp, Venedik’te Tetrarklar heykelini görmek… Amsterdam’da Rembrandt ve Van Gogh ile buluşmak. Hepsi ilk karşılaşmamda duygulandırdı beni. O zaman dedim ki sen gerçekten varmışsın Stendhal Sendromu. Ve orada bir sanat eserini hissetmeye başlayınca da durmadı bu duygu. Yazılara aktı. Gerçi ben Batı Sanatı ile değil daha çok çağdaş sanat ile ilgili yazıyorum. Ancak burada püf nokta sanat eserini hissedebilmek çünkü hissettiklerinizi aktarabildiğiniz kadar okuyucuya dokunabiliyorsunuz. Ötesi zaten bir kaç entelektüel kelime ile süslenmiş didaktik bir yazıdan öteye geçmiyor. Ve ben öğretmekten ziyade okuyucuya hissettirmek istiyorum eseri.
Günümüzde Çağdaş ve Modern Sanat, tanımlanmalarının ayrımı oldukça güç bir hal almış durumda. Hatta “güncel sanat” tabiriyle de karşılaşıyoruz ve bu kullanımın “postmodern”e kılıf olarak yer etmeye başladığını görüyoruz. Siz Çağdaş ve Modern ve Güncel Sanat’ı nasıl tanımlıyor ve ayırıyorsunuz?
Evet, sürekli insanlardan duyuyorum neye Çağdaş neye Modern diyeceğiz sorusunu. Sanat Tarihi içerisinde bu süreç İzlenimcilik ile başlayıp 1960’lara kadar ayrılan yani akımlar dönemi olan süreci Modern Sanat, 1960’lardan günümüze kadar olan süreci ise Çağdaş Sanat olarak ayırıyor. Bir de tabii ülkemizde Çağdaş Sanat mı, Güncel Sanat mı sorusu var. Bence o insanların kafasını daha da karıştırıyor. Birçok sanat tarihçi ve sanatçı güncel sanatı terminolojisine almış olsa bile ben Çağdaş Sanat demeyi tercih ediyorum. Tüm dünyada Contemporary Art ismiyle anılan bir dönemdeyiz ve Contemporary’nin karşılığı budur; çağdaş, eş zamanlı, yaşayan ve evet aynı zamanda güncel de demek. Ama Çağdaş Sanat kullanıldığı zaman ısrarla düzeltip hayır güncel diyenler de var ve bu bana saçma geliyor. Zaten ikisinin de anlamı Contemporary’e çıkıyor.
Çağdaş ve Modern Sanat’a yoğunlaşmış olduğunuzu belirtmişsiniz. Sizi Çağdaş ve Modern Sanat’a yönlendiren etkenler nelerdir?
Anadolu Üniversitesi, Sanat Tarihi eğitimini daha çok Türk İslam ve Bizans sanatı ekseninde verir. Ve bu alanda oldukça iyidir de. Ve biz Çağdaş Sanat ile eğitimimizin son senesinde bir adet Çağdaş Sanat zorunlu dersi ile paket halinde tanışıyoruz normalde. Ancak çok kıymet verdiğim bir hocam Halkan Demir, Çağdaş Sanat ve Sanat Felsefesi derslerini seçmeli olarak veriyordu. Üniversite hayatım boyunca dersinde konuşabildiğim, yorum yapabildiğim tek eğitimci olduğu için de aldım elbette o dersleri. Ve çok sevdim. Diğer alanlara bakınca üç yıl boyunca mimari plan, bani, ressam ezberlemek ile geçti eğitimimiz. Yalnızca bir müfredatı uygulayan lise öğrenimi gibiydi. Ancak Halkan Hocam ile siyaseti, felsefeyi, sanatı bir arada konuşabildiğim yeni bir alandı Çağdaş ve Modern Sanat benim için. Mezun olduktan sonra da ilgim devam etti, okumaya, araştırmaya devam ettim.
Türkiye’de sanatın ve sanatçının karşılaştığı sorunlar var. Özelikle son zamanlarda yoğun bir biçimde gündeme gelen sansür konusu. Bu konuyla alakalı neler söylemek istersiniz, nasıl bir direniş inşa edilmeli?
Gerçekten üzücü. Geçtiğimiz Cİ’16 ve Tüyap Sanat Fuarı’nda gerçekleşen olaylar ve bu çağda hala böyle şeyler yaşıyor olmamız çok üzücü. Ama öte yandan bu sansürlere eserlerin sanatçılarının boyun eğmesi daha da üzücü. Sanata sansür hep vardı. Ortaçağda da, modernistlerin döneminde de sanatçılar çeşitli tabuları yıktıkları eserleri ile halktan ya da eleştirmenlerden oldukça tepki çektiler. Ama hiçbiri karşılaştıkları tepki nedeniyle yaptıkları eserleri sergilemekten vazgeçmediler. Düşünün mesela en eski örneği ile Michelangelo Mahşer sahnesini yaptığında, dönemin din adamlarından inanılmaz tepki görüyor. Çünkü bir ibadet yerinde, kutsal bir sahneyi çırılçıplak modeller ile resmediyor. Ama Michelangelo ne yapıyor gelip de laf eden din adamını sahnede Cehennem kısmına çiziyor. Ya da daha yakına gelelim, Courbet taş işçileri ile inanılmaz tepkiler alıyor ama realist tarzda resmettiği ve o güne dek kabul gören güzellik algısı ile oynadığı çalışmalarından vazgeçmiyor. Aksine doğru bildiği eserlerini üretip sergilemeye devam ediyor. Çağdaş Sanat’ın da en önemli özelliği kışkırtıcı olmakken sanatçıların ilk tepkide sinmesini, eserini sergiden çekmesini doğru bulmuyorum. Eğer karşılaşacağın tepkiler ile yüzleşemeyeceksen öyle bir eser yapmamalısın zaten, dekoratif çalışmalısın.
Dadaizm 20. asırda ciddi bir sarsıcı çıkış sergiledi. Dadaizm bugün çok tartışılan, üzerine makaleler yazılan bir sanat akımı. Fakat hala tam anlamıyla anlaşılmamış görünüyor. Dadaizm tam olarak ne demek? Bir işin dada olup-olmayışı neye göre belirlenir?
Dadaizm aslında bir sanat akımından çok siyasi bir görüş olarak doğdu. Ancak onu doğuran ve ortaya koyanlar dönemin sanat çevresi olduğu için ve bu bağlamda üretim yaptıkları için sanat akımı olarak anıldı. Zaten Dadaistler plastik sanatlardan daha çok yazın konusunda etkili oldular. Ve elbette sanatın dönüm noktası Marcel Duchamp’ı ortaya çıkartan bir düşünce biçimi oldu bu. Dadaizm ve Duchamp sonrası sanat bambaşka bir yöne evrildi. Taştan, tuvalden daha çok akla yansıdı. Ve kavramsal sanatın başlangıcı oldu. Bir çalışmanın dada olup olmamasının belirlenmesi sorusu günümüze uyarlanmış bir soru ise günümüzde bu fikirle üretilen eserler olduğunu düşünmüyorum. Geçtiğimiz yıl bir sergiye katılmıştım mesela Dada temalı bir başlık kullandıkları ve bunu tema olarak aldıkları için heyecanlanmıştım da. Ancak gördüm ki Dada’nın biçemini kopya etmekten ama altında yatan güçlü fikirlerden yoksun çalışmalarla doluydu sergi. 19. Yy’da Avrupa’da ki politik ve sosyolojik ortam üzerine sağlam okumalar yapmadan da Dadaizmin tam olarak anlaşılabileceğini düşünmüyorum.
Örgütümüzün kuruluşunun onuncu yılını kutluyoruz ve kuruluş bildirimiz olan, 2007 tarihli manifestomuz ile ilgili eleştirilerinizi almak isteriz. Sizce sanatın aydınlanmacı gücü ve amacı günümüz ve ufkumuz düşünüldüğünde ne kadar gerçekçi?
Manifestonuz çok yerinde ancak bu ülkede zor iş yapıyorsunuz Azizim J Şaka bir yana özellikle manifestonuzda yer alan emeğin yanında olmanız ve popülarizme prim vermeyen yanınız ile sizi sonuna kadar destekliyorum. Yazmaya başladığımdan beri benim de manifestom “Dünya’yı sanat kurtaracak” oldu ki aslında bu Avantgarde’ın hep düşlediği ancak kapitalizme yenik düştüğü olgusu ile aynı. Şu an sanat da bir değişim, dönüşüm sürecinde. Paranın her şeyi satın alabildiği bir çağda her sanat alanını da kapsayacak şekilde bu sisteme hizmet edenler oldukça fazla. Ama Van Gogh’un İncil’den bir alıntı ile söylediği gibi “ Ve mevsim erince, hepimiz ektiğimizi biçeceğiz.” Herkesin yaptıkları gelecekte bir gün hak ettiği yeri bulacaktır buna büyük bir inancım var.
Yakın geleceğe yönelik çalışmalarınız neleri kapsayacak?
Açıkçası geleceğe yönelik tek planım yazmak, yazmak ve sadece yazmak. Gelecekte bir gün, ardımda Sanat Tarihi’ne yön verecek bir şeyler çıkarsa içlerinden ne mutlu bana. Ama daha çok çalışmak, çok okumak gerekiyor. Öğrenecek çok şey var. Bir de hiçbir zaman kalemini satmayan, satmamış bir yazar olarak kalabilmeyi istiyorum. Sipariş üzerine yazmadığım için şu an şu planım var diyemiyorum. Sipariş almıyorum ama önerilere de açığım her zaman. Bir sanatçı var, hakkında yazar mısın dedikleri zaman önce bir atölyesini, sergisini göreyim öyle karar veririm konuşuruz diyorum. Ancak şunu da belirtmem gerekiyor yazmaya başladığımdan beri, her yazımla kendimi daha çok geliştiriyorum, daha çok şey öğreniyorum. Mesela geçmişte hakkında yazdığım ancak şu an üretimlerini artık beğenmediğim sanatçılar da var. Önemli olan yazın ve üretim işine dostluk ve samimiyeti çok bulaştırmamak bana kalırsa. Dün eserlerini övgü ile yazdığım bir ismi bugün eleştirebilirim. Bu çok normal, o yüzden yazın üzerine planlı, programlı yaşamıyorum.
İlham Şeker