Hesaplaşmanın Acı Gerçeği: Zindan Adası – Deniz Eren

Hesaplaşmanın Acı Gerçeği: Zindan Adası*

What A Nice Girl Like You Doing In A Place Like This? (1963) ve It’s Not Just You, Murray! (1964) gibi kısa metrajları ve en nihayetinde The Big Shave adlı kısasıyla sanat camiasında tanınan Martin Scorsese, 1977 yapımı Taksi Şoförü ile bir dönüm noktası yakalayarak zirve yolculuğunda önemli bir noktaya ulaşmıştır. Taksi Şoförü ile Hollywood’ta adından söz ettirmeye başlayan Scorsese, Amerikan yeni dalgası olarak adlandırılan kuşağın önemli temsilcilerinden biri olmuştur.

Aynı zamanda kuşağının en istikrarlı ve üretken yaratıcılarından olan yönetmen, nispeten hakkında az konuşulan yapıtlarından 2010 yapımı Zindan Adası‘nda karakterinin yaşadığı paranoyayı ve şüpheyi seyircisine yaşatmak için gerilim ve cinayet filmlerinin usta yönetmeni Alfred Hitchcock‘un izlediği yolu izler. Hikâye, Boston açıklarında, içinde azılı katillerin bulunduğu ve iletişimin tek bir yerden sağlanabildiği bir adadan, Rachel Solando adlı akıl hastasının kaçmasıyla başlıyor. Diğer yandan gerçek hayattaki karakterini terk edip yeni bir karaktere bürünerek paranoyayı deneyimleyen Teddy Daniels’in gözünden izliyoruz, bu hikâyeyi.

Filmle aynı adı taşıyan ve Dennis Lehane tarafından kaleme alınan romandan uyarlanan Zindan Adası, olay örgüsü dışında yönetmenin kitaba ne kadar bağlı kaldığı konusunda tartışmalar yaratıyor. Kitap bir karakterin günlüğüyle başlarken filmin doğrudan gemide başlaması gibi verilebilecek ayrıntılardan yola çıkarsak bir kesim, kitap uyarlaması olan filmlerin detaylara yeterince yer vermediğini “Zindan Adası’nda söz konusu olan romanın birebir adaptasyonu olmadığını orijinal hikâyeyle tam anlamıyla bir bağ kuramayıp yer yer yapay bir postiş malzemesi olarak duran, oldubittiye getirilmiş sahnelerin yer aldığı bir Martin Scorsese filmi” olduğunu savunur.

Diğer kesim ise,  Dennis Lehane’in romanını “sanki birisi bunu mutlaka filme çeker fazla betimleme yapmaya gerek yok” düşüncesiyle yazmış olduğunu söyler ve kitapların filmlerden daha iyi olduğu düşüncesini çürüterek film görselliğinin oldukça iyi bir biçimde kullanıldığını kitapta hayal edilmeyen birçok kısmın filmde daha iyi anlamlandırıldığı düşüncesini savunur. Kitaptaki her detaya filmde de yer verilmeli mi sorusu başka bir konunun başlığı olsa da filmin yönetmene ait özgün bir yapıt olabilmesi için yönetmenin hayal gücüne ve fikirlerine yer verilmesi gerektiği yorumunu yapmamız ya da bunu seyircinin kendi yorumuna bırakmamız doğru olacaktır.

Filmin başlangıcında Teddy’in bakış açısından ufukta bir ada görünüyor ve geminin yavaş yavaş adaya yaklaşmasıyla rahatsız edici fon müziğinin şiddetini arttırması tehlikenin haberini önceden seyirciye algılatıyor. Temel dramatik arayışları olan yönetmenin suç, adalet ve şiddet unsurlarını filmlerinde işlemesi bir bakıma seyirciyi bu unsurların sosyal hayattaki karşılığıyla yüzleştirdiğini söyleyebiliriz. Ana karakterimiz Teddy’nin İkinci Dünya Savaşı’ında bizzat savaşması ve Naziler’in Dachau toplama kampında cani bir biçimde donarak öldürülmelerini görmesi kendisinde psikolojik olarak derin yaralar açmış olsa da yaşanan bu olayların seyirciye aktarım biçiminde bir dönem filmi atmosferi yaratılmaya çalışıldığını söyleyebiliriz. Yaşanan toplumsal olayların yönetmen Martin Scorsese’nin filmlerinde genel olarak yansıttığı sinematografik mimarisiyle uyuştuğunu söylemek mümkün. Olay örgüsüne dâhil olmadan önce akıl hastası olan üç çocuk annesi Rachel Solando’yu aramak için adaya geldiğini düşündüğümüz Teddy’nin ilerleyen ve geriye dönüşlerle desteklenen sahnelerinde aslında kendi iç dünyasıyla hesaplaştığını ve kendisini bütün somut ilişkilerden ayırıp bireysel, soyut ilişkilerle değerlendirilmesi gerektiğini anlıyoruz. Gerçeklere döndüğümüzde ise Rachel Solando diye bir karakterin olmadığını, zihninde manik depresif olan karısı Dolores’in yerine bu kadını koyduğunu görüyoruz. Karısı Dolores’in tedavisini ihmal ettiği için üç çocuğunun ölümünden kendini suçlaması ve zihninde Dolores’i aklamaya çalışması onun yeni bir karaktere bürünmesine yol açmıştır. Gerçek hayat ve hayal arasında gidip geldiğimiz sahnelerde Teddy Daniels’in adlı hastanın iki yıldır hastanede yatan Andrew Laeddis isimli hasta olduğunu öğrenmemiz yönetmenin izleyicisine son tokadı olmuştur.

Yönetmen Scorsese’nin filmde öne çıkartmak istediği bir diğer nokta ise akıl hastanesinde uygulanan tedavi yöntemidir. Bir kesim ilaç ve eğitimle hastaları tedavi etmek isterken diğer kesim ise göz lobotamisi denilen barbar bir yöntemle gözden girip beyin sinir hücreleri alınarak hastayı ehlileştirmeye çalışılarak izlenen bu yoldur. Karşılaşılan bu iki yolla insanın isterse ne kadar kötü olabileceğini göz önüne koyan yönetmen aynı zamanda 1950 yıllarında geçen filmde Soğuk Savaş Dönemi’nden de mesajlar vermektedir. Işık ve ses bandından gelen müziğin tam yerinde kullanılması ve teknik ekibin başarısı oyunculukları geri planda bırakmış olsa da filmin başarısının sadece “oyunculuk başarısına” bağlı olma tezini çürütmüş ve filmi oluşturan malzemelerin yerinde kullanıldığında seyirci üzerinde büyük bir dramatik etki bıraktığını gözler önüne sermiştir.

Kaynakça:

www.filmadami.com

http://blog.milliyet.com.tr/bilincaltindaki-son-durak–zindan-adasi

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi109

Bunu paylaş: