Erkek Parkı – Hasan Anıl Sepetçi

Erkek Parkı*

Türk Tiyatrosu, Tanzimat’tan bu yana, yüzünü doğuya çevirdiğinden daha çok çevirmiştir batıya. Çeviri oyunlar, uyarlamalar, ufak taklitçi yazım anlayışları derken, iletişim olanaklarının artmasıyla dünyayı da daha iyi takip edebilir olduk. Yabancı dil bilen tiyatrocuların ya da bilim insanlarının çevirileri, belli bir kültürün tiyatrosunun örneklerinin ülkemizde neredeyse batıyla eş zamanlı olarak sahnelerde yer bulabilmesine olanak sağlıyor artık. Son yirmi yılda önce İngiliz, sonra Bulgar şimdi de Alman tiyatrosunun çağdaş metin örnekleri topluluklarımız tarafından rağbet görüyor. Alman tiyatrosunun bu yeni metinlerini genellikle dilimize kazandıran ise Sibel Arslan Yeşilay. Deneyimli çevirmenin son on yılda Türkçeleştirdiği metinlerden biri olan İzlanda kökenli Alman yazar Kristof Magnusson’un Erkek Parkı (orijinal ismiyle ‘Männerhort‘, ‚erkek sığınağı‘ gibi bir anlama geliyor) isimli oyunu, Saydam Yeniay yorumuyla İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sahneleniyor. Ülkemizde önce Tiyatro Alesta, sonra da Antalya Devlet Tiyatrosu yapımı olarak seyirciyle buluşan metnin, bu –bildiğim- üçüncü sürümü.

Erkek Parkı, Helmut (Pilot), Eroll (bilgisayar programcısı) ve Lars (Yönetici) adındaki üç arkadaşın bir AVM’nin bodrum katında, mahzen adını verdikleri bir sığınakta, eşleri yukarıda alışveriş yaparken ‘bira, pizza ve futbol’ üçgeninde maç izlemeleri ile başlıyor. Üç adamın da eşlerinin bitmek bilmeyen alışveriş çılgınlığından şikâyetçi olduğunu ve karılarına yalanlar söyleyip, her hafta birlikte maç izleyip, bira içerek erkek erkeğe muhabbet ettiklerini öğreniyoruz. Helmut’un öncül adımlarıyla kurulan bu mahzende çok mutlular. Derken, bu üç orta sınıf erkeğin mahzenine, tesadüf eseri bir itfaiye şefi Mario geliyor ve her şey değişiyor. Mario da benzer şekilde karısının alışveriş merakından mustariptir. Bunun yanı sıra Mario, yeni bir mücadele yöntemi geliştirerek, mahzendeki düzeni, rekabetçi bir düzleme evriltiyor. Mesleki farkındalığını da her fırsatta vurgulayarak içinde bulundukları AVM’nin haritasını çıkarıyor ve 4 erkeğin birbiri ile yarışmasını sağlayacak bir kaçış planı çiziyor. Bu plan, eşlerinden kaçma planıdır ve hangisinin en erken vakitte mahzene ineceği de kazananı belirleyecektir. Dört erkeğin bu rekabetçiliği, oyunun ikinci perdesiyle birlikte onların şimdiye kadar idare ettikleri aile düzenlerini alt üst ediyor ve önce Helmut, sonra Mario, ardından da Lars evden kovuluyor. Tabi ki üçü de, mahzene sığınıyor. İçlerindeki en entelektüel kişi olan ve bunu her fırsatta vurgulayan Eroll ise evden kovulmuyor. Devamında gelişen olaylar ve birtakım gizlerin ortaya çıkması hikâyeye dinamizm getirmekle birlikte, seyirciye de keyifli anlar yaşatıyor. Bu gizlerin ne olduğunu ise oyunu izleyen seyirciye bırakalım.

Kristof Magnusson metnini, Almanca konuşan ülkelerde çok yaygın olan hafta sonu aktivitesi ‘Männergarten’ (Türkçesi, erkeklerin parkı) fikri üzerine inşa etmiş, çok da iyi etmiş. Männergarten, eşleri ya da kız arkadaşları alışverişteyken, oyundaki gibi erkeklerin kısa süreli erkek erkeğe vakit geçirmelerine deniyor. Alışveriş merkezlerinin, özellikle büyük şehirlerde etrafı sardığı ve insanlar için yapay bir sosyal ortam sunduğu ülkemizde, bu oyunun anlamı Alman kültüründeki ülkelerde olduğu kadar büyük kanısındayım.

Sibel Arslan Yeşilay’ın Türkçesi, akıcı ve metnin temposuna hizmet ediyor. Yönetmen Saydam Yeniay ise oyuna bir yenilik getirmemekle beraber, metnin gücünün farkında ve onu ön plana çıkartmaya yönelik bir anlayışla sahnelemiş oyunu. Yeniay, sözün dinamizminin altını çizmeyi ve oyuncularından maksimum verimi almayı planlamış ve bunda da başarılı olmuş. Behlüldane Tor’un dekor tasarımı sahne boşken şahane, fakat oyunun ilerleyen dakikalarında aksiyonla birlikte hafiften yormaya başlıyor. Mihriban Oran’ın kostümleri ise gerek renk dengeleri, gerekse de karakterlerin kişiliklerine yönelik gösterge oluşturmaları açısından yerli yerinde. Önder Arık’ın ışık tasarımı, işini yapıyor, oyunu keyifle izlenir kılıyor. Her biri artık usta sayılabilecek oyuncular (İlker Akdağlı, Süleyman Atanısev, Burak Karaman, Ali Çelik) ise rollerinin hakkını fazlasıyla veriyorlar. Sadece Ali Çelik, bence bu oyun için kendi fiziksel özellikleriyle fazla ‘alaturka’ kalıyor. Bu nedenle de zaten ‘bıyıklı’ gibi espriler yerleştirilmiş oyuna. Kaçış planları hazırlayan, kendini askeri bir disiplinle eğittiği konuşmalarından anlaşılan bir itfaiye şefinin bıyıklı ve göbekli bir aktör tarafından canlandırılmasını ilk başta yadırgamadım desem yalan olur.

Oyunda beni fazlasıyla rahatsız eden ise anakronizmik espriler oldu. Magnusson’un 2002 senesinde yazdığı bu oyunda bulunan espriler güncelliğini koruyor, olayın kendisi güncelliğini koruyor, karakterler güncelliğini koruyor. Oyuna birtakım bugüne dair espriler yerleştirilmesi metnin hala günümüze dair söyleyecek sözü olduğunun gösterilmesi açısından iyi olmuş, fakat peki ya metinde olan ve yazıldığı döneme dair göndermeler? Onların neden güncelleştirilmediğini anlamak mümkün değil. Oyunun künyesine baktığımda yapımın bir dramaturgu olduğunu görüyorum, bu dramaturg hiç mi uyarmaz yönetmeni? Daha özel örneklendirmem gerekirse, oyunda fotoğraf çekilen bir sahnede ‘Instagram’a yüklerim, takibe takip’ gibi bir espri var. Instagram’ın, metnin yazıldığı tarihten 8 sene sonra geliştirildiğini bilen bizler, bu esprinin sahne metninde bulunduğunu hemen anlıyoruz. Hem hiciv hem de güncellik içeren bu espri yapıldığı yere cuk oturuyor; fakat futbol muhabbetlerindeki topçuların isimlerinin güncellenmemiş olması, Bundesliga’yı da takip eden seyirciye çok saçma geliyor. Roller, Yıldıray Baştürk, Oliver Kahn gibi isimlere referansta bulunuyorlar. Keşke, Nuri Şahin ve Manuel Neuer gibi isimlerle oyunun zamanı tamamıyla bugüne çekilseydi. Bu tarz güncelliğini kendi içerisinde koruyan metinlerin, tamamen içinde bulunulan vakte yönelik modifikasyonlarla sahnelenmesinin, hem ‘zamanın ruhu’nu yakalayabilmek, hem de metinlerin anlamlarının ölmediğini gösterebilmek adına, en doğrusu olduğu kanısındayım.

Son söz olarak Erkek Parkı, kalburüstü bir yapım olarak dikkatleri çekiyor. Bu denli çağdaş bir metnin sahnelenmesi seçimi sebebiyle de İstanbul Devlet Tiyatrosu’nu tebrik etmemiz gerekiyor.

Kişisel bir not: Oyunu ben Atlas Pasajı’nın içerisindeki Küçük Sahne’de izledim. Bu oyunu dönüşümlü olarak oynadığı Cevahir’de bir cumartesi akşamı izlemek, daha ‘ironik’ ve keyifli olacaktır zannımca.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi110

Bunu paylaş: