Aşk Üstüne*
Birlikte geçirdiğimiz bir yaz sonunda yollar ayrılmış, herkes şehrine, sıradan yaşantısını sürdürdüğü zamanı tüketmeye dönmüş ve tekrar yaz gelmişti. Yaz gelene kadar aradan geçen o bitmek bilmeyen kış ise hiç de sıradan geçmemiş, akıl almaz, kan donduran olaylar yaşanmış, başımızdaki lanet bir türlü gitmek bilmediği gibi iyicene tepemize tünemişti. Neyse ki ayvalar inadınaymışçasına çiçek açmış, erik ağaçları beyaza süslenmiş, düşen cemrenin pırıldattığı çimenler ‘evrensel proleterin’ altında boy vermeye başlamıştı; tabiat yazın geldiğini müjdelerken bir yandan da ‘yolumuzu tükürükleriyle kirleten kralların’ pisliklerini temizliyordu adeta.
Önceki yaz eşsiz zamanlar geçirdiğimiz otelin iskelesinde gün batarken öğleden beridir içiyor, yarı sızmış bir şekilde gözlerim kapalı arkadan çalan müziği dinliyordum. Bir yıldır birbirimizden haberimiz yoktu. Ancak ben içten içe karşılaşacağımızı, birbirimize isimlerimizi seslenip sarılacağımızı ve o an boynunun derisinin altından çıkıp gelecek kokusunu sessizce içime çekeceğimi düşlemiyor da değildim. Dediğim gibi de oldu. Uzandığım şezlongda, karnımın hizasında bir ağırlık hissetmiştim. Onun olduğuna o kadar emindim ki açmadım gözlerimi. Ellerinin içiyle terlemiş alnımı silmiş, hafiften de burnuma değmişti. Bunu bilerek mi yapmıştı bilmiyorum. Gözlerimi açmadan ismini seslendim, o da benimkini. Omzundan tutup kendime doğru çektim, ayakları iskelenin tahtalarında küçük gövdesi ise yanımdaydı. Kolumu boynunun altından geçirip kulağını saçlarından kurtardım. Tekrar ismini seslenip kendisini düşünmediğim tek bir an bile olmadığını söyledim; yalan da sayılmazdı. Arkadaki müzik yavaş yavaş kayboldu. Ayaklarını kaldırıp benimkilerin yanına getirdi; kaşık olmuştuk. Omuz çukurundan havalanarak burnuma doluşan kokusunu içime çektim, bir süre öylece devinimsiz bekledik. Artık soluğumuz kesildi kesilecekken yüzünü döndü. Gözlerimi açmamın habercisiydi bu dönüş. Gözleri yaşarmış, daha fazla kendini tutamamış, sarılıp ağlamaya başlamıştı. Yanağıma değen gözyaşları tuhaftır mutlu etmişti beni. Kulağıma beni özlediğini fısıldarken nefesi ılık ılık içime yol alıyordu.
Işıktan çocuklarını denizin üstünde bir hizaya sokup tüm kızıllığını vurarak giden güneş, zıplayan balıkların düşerken çıkarttığı şıpırtılar ve iskelenin ayağına çarpan suyun şapırtıları tatlı bir ahenk içinde birbirimize sokuluşumuza eşlik ediyordu. Tabiat mı bize biz mi tabiata ayak uyduruyorduk bilmiyorum, ancak kendimizi bir ulu sevişmenin içinde bulmuştuk. Etrafta değil birilerinin varlığını hiçbir şeyi umursatmayacak bir sarhoşluk tüm vücuduma yayılmıştı adeta. O an, az önce anlattığım tabiatın kusursuz güzelliği benim için gözle görünür olmaktan çıkmış, karşımda sadece soluğunu, öpüşlerini, sıcaklığını hissettiğim varlıktan başka bir şey kalmamıştı. Yeryüzü ikimizden ibaretti duyularımda; onun nefesi, onun kokusu, onun teni, onun seslenişi, onun tuzu; kusursuzdu.
Yirmi altı dakikasını birlikte geçirdiğimiz bir yaz bitmiş ve şehre dönüş yolculuğu başlamıştı. Yol kenarında otobüsü beklerken aşka, umuda ve sevişmeye susadığımız geçen kış nereden geldiyse düşüvermişti birden aklıma, hemen yüzümü bir tebessüm kapladı. Hatırlıyorum da ‘yetmez ama hayır’ diyen güzel ablalar ve ağabeyler, yeni yetme yazarlar daha şubattan birbirlerine ‘hayırlı ramazanlar’ temennisinde bulunmaya başlayınca yeni yetmeleri kenara çekip ‘denizin karıncaya durduğu gibi durgun olun’ diye öğütlemişler ve susuzluklarını gidermeleri için üstüne kısa aşk hikâyeli büyük romanlar yazılan şehrin sokaklarına salıvermişlerdi; ne güzel resimler, yazılar, şiirlerle boyamışlardı duvarları çocuklar, ancak onların boyaları kapatıyordu kan lekelerini. Akılları soğukta, ocakta, aşta, evlatta olanlara ‘nisan yağmurlu’ şiirler söylenmişti türkülerle karışık.
Kıştan kalma bir türküyü dilime dolayıp önüme yanaşan otobüse bindim. Gitmeden etrafı son bir kez daha seyre daldım. Yüzünü göremediğim, ufka kızıl bir çizgi çekerek Asos’un üstünden batan güneş, sesini duyamadığım, dalgaları çoğaltıp çoğaltıp sahile vurarak köpürten deniz ve uzanıp erişemediğim, tüm ihtişamıyla yükselerek göğü sırtında taşıyan İda bir olmuşlar, kulağıma ‘evrenin sonrasızlığını’ fısıldıyorlardı. Tekli koltuğumu iyice geriye yasladım, uyumak üzere başımı cama dayayıp gözlerimi kapattım. İçim geçerken aklımda şu düşünce vardı: Aşk, tabiatın eşsiz dengesiyle insan doğasının karşı konulmaz uyumsuzluğunun buluştuğu bir bahçe olmalı, kusurlara gizlenmiş bir bahçe, kusurlu… kusur… kus… ku…
***
Görsel: Etretat Kayalıkları (1885) – Claude Monet