Geleneksel Anlatıdan Çağcıl Söyleme*
Dilsel gelişim
Düşünürler, dili ulusların soyağacı, yaratıcılığın sihirbazı sayarlar. Avrupa’ya yaratıcı düşüncenin kapısını ulusal diller açtı. Kökü kültüre dayanan evrensel bilinç de aydınlanmayla doğdu. Bilgi alanlarının genişlemesi, beynin aydınlığı demekti. Sanatsallık beynin aydınlanmasıyla doğdu. Böylece anlatı, edebiyat sanatının; ses, müzik sanatının; çizgi, resim sanatının yolunu açtı.
Dili anlatı sanatının evreni sayar Yaşar Kemal. O, çağcıl bir dil yaratımının kökeninde ulusal dilin olduğuna inanır. Şu görüşleri bunu doğruluyor: “Dili her zaman diyalogdan öte, yenemeyeceği güç olmayan büyülü bir güç saydım. (…) Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Dilin gelişerek, insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum.”[1] Bir başka konuşmasında, dilin yaratısal görevine değiniyor: “Çukurova toprağı benim kendi ülkem olduğu kadar da benim romanlarım için yarattığım bir ülkedir. Romanlardaki insanları, otları, böcekleri, çiçekleri, atları, kuşları ne biçim yarattımsa, Çukurovanın dilini yeniden yoğurarak nasıl bir yazı, roman diline çevirmişsem, kendi Çukurovamı da öylesine yarattım.”[2]
Bu yaklaşımı, “Ülkem Fransız dilidir.” diyen Albert Camus’yü anımsatıyor. Yaşar Kemal, ulusal dilden beslenmekle kalmadı, Osmanlıca diye adlandırılan karmaşık dilin karşısına halk söylemini çıkararak anlatı dilini çağcıl kıldı.
Bu değişim neden gerekliydi?
Osmanlıcanın doğurduğu karmaşa, Tanzimat döneminde Batı etkisiyle yazılmış romanlarda da sürer. Bu dönem romanlarına, yalnızca Fransızca sözcükler değil, Fransız dil kuralları da sızar. Oysa dil, durağanlık bilmez, dipten dibe gelişir dil. Halit Ziya Uşaklıgil, 1901[3] yılında yazdığı Aşk-ı Memnu adlı romanını, 1939’da yalınlaştırmak gereğini duymuştur.[4] O da yetmemiş, başyapıt sayılan bu roman, aradan 115 yıl geçtikten sonra, günümüz Türkçesiyle yeniden yayımlanmıştır.[5]
Geleneksel anlatı
Yaşar Kemal, diliyle, konusuyla bize özgü verilerle oluşturmuştur romanlarını. Yaşadığı bölgenin doğayla baş başa, toprakla tırnak tırnağa savaşan insanını; masalları, deyişleri, halk söylemlerini birbiriyle kaynaştırarak anlatmıştır. Toros dağlarının göğe eren doruklarını, Çukurova’nın verimli topraklarını, kerpiç duvarlı evleri, zamanın taş yığınına çevirdiği Anavarza Kalesini kendi yarattığı dilin çarpıcı betimlemeleriyle canlandırmıştır gözümüzde. Söylemini oluşturan sözcüklerin, ay aydınlık geceleri yansıtırken de, o gecelerin “kurşungeçirmez karanlığını”[6] betimlerken de özenle seçildiği görülür.
Onu, romanlarının bir söylem mimarı kılan nedir? Hangi dil geleneğinden beslenmiş de karınca körelerini, yılan deliklerini, kelebek kanatlarını, atların mitsel şahlanışını dile getirirken sanki bir söz büyücüsü olmuş?
Stefan Zweig, hayatta “yıldızın parladığı anlar” olduğunu söyler. Yaşar Kemal’in dil kökeni, anlatı yıldızının parladığı şu dönemlerde aranmalı:
VIII. yüzyılda Asya’nın ortalarına dikilen Orhon Anıtları’ına kazınan şu erdemli sözler bile, ondaki anlatı yalınlığının nerden geldiğine ipucu olabilir:
“Turk Oguz begleri budun eşidin uzetengri basmasar asra yir telinmeser Turk budun ilinin torunun kim artati (Türk, Oğuz beyleri, kavmi işitin, yukarıda gök basmasa, aşağıda yer delinmese, Türk milleti, senin ülkeni, töreni kim bozabilir!”)
Kâşgarlı Mahmut’un sözlüğü Divanü Lugat’it-Türk (1072-1074), Türklerde aydınlanmanın Avrupa’dan önce başladığını gösterecek denli önemli bir kitaptır. Bu sözlükte yalnızca sözcüklerin anlamı verilmemiş, ona atasözleri, deyimler, deyişler de eklenmiş. Dört ciltlik bu sözlük, Türkçeyi Arapça ile Farsçanın baskısı altında yok olmaktan kurtarmanın ilk adımıdır.
Erdemli sözleri güçlü diller yaratır. Günümüzde de canlılığını yitirmemiş olan şu atasözleri Divanü Lugat’it-Türk’ten alınmıştır:
Alımçı arslan, berimçi sıçgan (Alacağına arslan, vereceğine [borcuna] sıçan.)|Aşıç ayur tübüm altın, kamıç ayur men kayda men (Tencere der dibim altın, kepçe der ben neredeyim?)|Beş erñek tuz ermes (Beş parmak düz değildir.)|Birin birin miñ bolur, tama tama kol bolur (Birer birer bin olur, damlaya damlaya göl olur.) | Erdem başı tıl|(Erdemin başı dildir.) |Ermegüğe bulıt yük bolur (Tembele bulut yük olur.)|Etli tırñaklı eyirmes (Et tırnaktan ayrılmaz.)| İt ısırmas, at tepmes teme (İt ısırmaz at tepmez deme.)| Kişi alası içtin, yılkı alası taştın (Kişinin değeri içinde, atın değeri dışında.)|Yılan kendü eğrisin bilmes, tebi boynın eğri ter|(Yılan kendi eğrisini bilmez, deveye boynun eğri der.)
Yunus Emre | Dede Korkut
Hep düşünürüm; XI. yüzyılda Divanü Lugat’it-Türk gibi bir sözlük olmasaydı, yazınımızda Yunus Emre, Dede Korkut gibi büyük dil yaratıcılarının adı geçer miydi? Yunus Emre, şiirleriyle, Dede Korkut, XV.-XVI. yüzyılda yazıya geçirildiği sanılan boylarıyla,[7] Türkçenin ilk yazarları sayılır. Dinselliği düşünsellik, yönüyle algılayıp dile getiren Yunus Emre, şiirimizin en lirik ozanlarından biridir. Şu iki dize bile, onun ne denli derinlikli bir söylem gücü olduğunu gösterir:
Beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri
Süleyman kuş dilün(dilini) bilir dediler
Süleyman var Süleyman’dan içeri
Dede Korkut’a gelince; Oğuznameler’in başlangıç bölümünde adı “Korkut Ata” diye geçen bu anlatı ustasının, Hazreti Muhammed zamanına yakın dönemlerde yaşadığı, Oğuzlar’ın Bayat boyundan geldiği belirtilerek, efsane kişiliğinden şöyle söz ediliyor:
“Oğuz’un tamam bilicisiydi.[8] Ne der ise olurdu. Gaipten[9] türlü haberler verirdi. Allah, onun gönlüne ilham ederdi.[10]
Korkut Ata, sonunda hanlığın Kayı boyuna geri geleceğini söyledi, ta ki zamanı gelip kıyamet kopuncaya değin… Onun sözünü ettiği, Osman neslidir, işte sürüp gidiyor. Ve daha buna benzer neler söyledi…
Korkut Ata Oğuz kavminin her sorununu çözerdi. Onlar önemli her ne işleri olsa, Korkut Ata’ya danışmayınca yapmazlardı. Ne buyursa kabul ederler, onun sözünü tutup yerine getirilerdi.”[11]
Şu sözler de o yüzyıllarda Korkut Ata’nın söyledikleri arasından seçilmiştir:
“Gittiği yerin otlaklarını geyik bilir.|Kıraç alanların çimenlik yerlerini kulan[12] bilir.|Ayrı ayrı yolların izini deve bilir.|Geceleri kervan göçtüğünü çayırkuşu bilir.|Oğlun kimden olduğunu ana bilir.|Erin ağırını yeynisini[13] at bilir.|Çok yüklerin ağırlığını katır bilir.|Nerenin sızladığını çeken bilir.|Gafil başın ağrısını beyin bilir.”
Halkın ağzıyla konuşmak
Boşuna “Erdemin başı dil!” denmemiş; Avrupa’da aydınlanma, toplumların ulusal dillerini halkın arasından toplayıp kullanıma sokmasıyla başladı. Yazarlar, düşünürler her çağda bağımsız düşüncenin bağımsız bir dille yaratılacağına inanmışlardır. Martin Luther’in İncil’i Latinceden Almancaya çevirmesi, Almanya’da aydınlanmanın kıvılcımı olmuştur. Dini akılla kavrayanların yorumu İncil’in çevrilmesiyle geçerlik kazanmıştır. Luther’in, İncil’i, Latince sözcüklerin Almancasını halktan öğrenerek çevirdiği söylenir. “Luther halkın ağzına bakarak konuştu.” sözü Leibniz’indir.
Avrupa aydınlanmasında önemli bir olay da şudur:
Jacob-Wilhelm Grimm kardeşler, Alman masallarını, deyişlerini, efsanelerini, halk anlatılarını, şarkılarını, atasözlerini, deyimlerini derlemekle kalmamış, bir de 33 ciltten oluşan Deutsches Wörterbuch’u[14] hazırlamışlardır.[15]
Yaşar Kemal söylemi
Yazınsal sanatların aracı sözcüklerdir. Önemli olan, yazarın sözcükleri kullanmadaki becerisidir. Yaşar Kemal bu beceriyi fazlasıyla gösteriyordu. Onu ortada dolaşan sözcüklerle yapmıyor, o sözcüklere yüklediği anlamla ilgi çekiyordu. Onun sözcükleri Yunus Emre derinliği, Korkut Ata anlatısı, Pir Sultan Abdal direnci, Köroğlu yiğitliği, Karacaoğlan sevdası, Dadaloğlu savaşımı, Nâzım Hikmet bilinci donanımlıydı. O, dilbilimcilerin gün yüzüne çıkarmak istedikleri bir dil gömüsü[16] olan halkın sözcüklerini çoktan yazınsal dünyasına sokmuştu. Söylemini, dağ taş demeyip ardında koştuğu ağıtlar, efsaneler, deyişlerden süzdüğü sözcükler oluşturmuştur. Ağıt, Yaşar Kemal’de, yalnızca ölüme karşı direnme, insanoğlunun ölümle yüz yüze geldiğinde duyduğu şaşkınlığı, korkuyu, inanmazlığı yenen deyiş değil, sözcükler, ses tınısıyla ağıtta ayrı bir çağrışım uyandıran uyaklı dualardı. Yaşar Kemal’in yetişiminde emeği olan Abidin Dino, onun Ağıtlar[17] kitabına yazdığı önsözde konunun alanını daha da genişletiyor:
“Anadolu bacılarının hep birlikte yaktıkları ağıtların yazıcılığını üstlenmişti. O hızla koşup geliyordu tabana kuvvet, sanki kaderiyle kaderimiz buna bağlıymışçasına… Önümüze serdiği söz dizileri, Çukurova kadınlarının ölüm karşısında uyaklı sözleri, bağırtıları, dövünmeleriydi. Sanki ölenin, vurulanın, ezilenin yitikliği söz kalıplarına dökülünce, yok olmaktan kurtuluyordu. Ağacı, otu, çiçeği, böceği, kurdu kuşu, ırmağı, pınarı, yılanı çıyanı, serçesi, kartalı, ceylanı, camuzu, çakalı, çorçocuğu, avradı, tutması, yanaşması, elçisi, parababası, körtopalı, çiftçi başısı, ırgatı, işçisi, yarıcısı ile büyük değişimlerin içinde bulunan Çukurova’nın avaz avaz ağıtlarından sorumluydu bu çocuk. (…) Söz sözden ötedir elbet, önemli olan sözlerin yaşantı gücü, kavga gücü, düş gücü. Göğceli[18] de sezinliyordu bunu besbelli ve bu yüzden kilometrelerce yürüyüp, dağ bayır koşup ne kurtarırsa kârdır kuralınca, önce ağıtları, sonra da türküleri, koşmaları, destanları, Çukurova’nın tüm uyaklı uyaksız söz çeşitlerini, tekerlemelerini, küfürlerini avlıyordu. Folklor derlemesi filan değildi bu iş, hayat memat işiydi, özbeöz malını kurtarıyordu Çukurova’nın, sorumluydu kuşa kurda karşı, şaka değil. (…) Böylece söz avlıyordu Toros eteklerinde, Gâvurdağı’nda, ormanlarda, bataklıklarda, pirinç tarlalarında, nadaslarda”[19]
Ağıtlar
Ağıtların nasıl bir ortamda, kimlerce yakıldığı, iri yapılı yaşlı bir kadının şu ağıtından anlaşılıyor:
“Bütün dağlar, ovalar silme kar altındaydı. Bu uçsuz bucaksız aklığa göz kamaştıran bol bir ışık çökmüştü. Ayaklarını sürüyerek ölü evine geldiler. Uzun bir damın örtmesinin altına, ak bir çarşaf altındaki ölünün yöresine halkalanmış kadınlar onları görünce bir an ağıtlarını kestiler, hemencecik de, seslerini daha yükselterek, ağlayarak ağıtlarını söylediler. (…) Yaşlıca iri bir kadın, önce gür sesiyle söylüyor, sonra bütün kadınlar onun söylediğini, gene kadınla birlikte yineliyorlar, arkasından da ağlaşıyorlardı. İri kadın İnce Memedi[20] görünce şöyle bir dikeldi, sesine çeki düzen verdi, göğüsleri kabardı, sesi daha gürleşti:
-Düldül dağı kavakları/ Kızılgedik durakları/Sana İnce Memed demem/Yıkmayınca konakları
-Koçyiğitler, Koçyiğitler/Ağlasın selvi söğütler/Öldürmüşler Mestanımı[21]/Kanını yalamış itler
-Ben ağlarım yana yana/Düşman da susamış kana/Uyan Mestan oğlum uyan/İnce Memed geldi sana
-Bilmem demiş, bilmem demiş/Ben hayınlık bilmem demiş/ İnce Memedin yerini/Düşmanlara demem demiş
-Hele yazdı, hele yazdı/Kadir Mevlam böyle yazdı/İnce Memedi duyunca/sevincinden öleyazdı
-“Ölüyor yiğit ölüyor/Dünyaya ışık salıyor/Hele bakın Mestanıma/Ölüsü bile gülüyor
-Kurşun yemiş, uçmuş canın/Kalbur gibi her bir yanın/İnce Memed derler buna/Öcünü alacak senin
-Kızılgediğin yolunu/Koparma cennet gülünü/İnce Memedime verdim/Senin kanlı mendilini
-Gökte yıldızlar düşüyor/Yavrum toprakta üşüyor/Uyan da gör Mestan oğlum/İnce Memed dövüşüyor.”[22]
Yaşar Kemal ağıtçıların arasında büyüyor, kendisi ağıtlar yakıyor, yüzyıllar öncesinin acılarını içinde duyarak, gününün ağıtlarını da derleyip toplamayı sorumluluk sayıyor. Gerçekte onun çocukluğu da bir ağıt! Ağıt geleneği sanki içine işlemiş. Alain Bosquet’nin bir sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Benim doğduğum yer bir Türkmen köyüydü. Belki de Türkçenin en zengin konuşulduğu yerdi benim bölgem. Her kadın bir şairdi. Ağıt yakmasını bilmeyen bir kadın ya deliydi, ya da aptal. (…) Karacaoğlan, 16. yüzyılda yaşadığı sanılan, bölgemin de, ülkemizin de en büyük şairlerinden biriydi. Bir erkeğin ya da kadının bir Karacaoğlan şiiri bilmemesi olanaksızdı. Karacaoğlan şiiri bilmeyenlere aptal, pısırık gözüyle bakılırdı. Yalnız bu benim köyümde böyle değildi. Bütün Çukurovada da böyleydi.”[23]
Düğünde düşman saldırısına uğrayıp evi barkı darmadağın edilen oğlunun öldüğünü sanan baba Bay Büre Bey, onun hatunu, Beyrek’in yavuklusu şöyle anlatılır Dede Korkut Kitabı’nın “Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Boyu”nda:
“Alacakaranlık çekildi, gün doğdu. Beyrek’in babası anası gördü ki, düğün evi ortalarda yok. Ah ettiler, akılları başlarından gitti. Gördüler ki gökte kuzgunlar uçuyor, sokaklarda tazılar dolaşıyor Gerdek çadırı paramparça, sağdıç şehit olmuş. Beyrek’in babası koca sarığını aldı yere çaldı, yakasını yırttı.
“Oğul! Oğul!” diyerek ağladı, sızladı.
Ak saçlı anası gözyaşı dökerek ağladı. Keskin tırnağını ak yüzüne çaldı, al yanağını yırttı. Kargı gibi kara saçını yoldu. Ağlayarak, feryat ederek evine geldi. Bay Büre Bey’in, tepesinde altın ışılayan çadırına girdi. Kızı gelini gülmez, eline kızıl kına yakmaz oldu. Beyrek’in kız kardeşleri ak çıkarıp kara giydiler.
“Vay beyim kardeş! Murada ermeyen yalnız kardeş!” deyip ağlaştılar.
Beyrek’in yavuklusunun haberi oldu. Banı Çiçek ak kaftanını çıkarıp karalar giydi. Güz elması gibi al yanağını çekip yırttı.
“Vay al duvağımın sahibi! Vay alnımın, başımın umudu! Vay şah yiğidim! Vay güzel yiğidim! Yüzüne doyuncaya dek bakamadığım han’ım yiğit! Beni buralarda koyup nerelere gittin, canım yiğit! Göz açıp gördüğüm! Gönül ile sevdiğim! Bir yastığa baş koyduğum! Yolunda öldüğüm, kurban olduğum! Vay güçlü Oğuz’un imrencesi Beyrek!”
Bunu işitip, Kıyan Sekçuk oğlu Deli Dundar ak çıkardı kara giydi. Beyrek’in dostları, yoldaşları, ak çıkarıp karalar giydiler. Güçlü Oğuz beyleri, Beyrek için ağır yasa girdiler. Umutlarından oldular.”[24]
Ağıtlar kanına işlemişti Yaşar Kemal’in. Şöyle bir soru sormak istiyorum: Bamsı Beyrek’in babasının, anasının, yavuklusunun yaktığı şu ağıt; Korkut Ata, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu gibi ozanların soyundan gelen Yaşar Kemal’in gözünden kaçmış olsaydı, Hürü Ana’nın ağıtıyla ayrıca değer bulan dört ciltlik İnce Memed roman yazılmış olabilir miydi?
İnce Memed’in anası kadar yakın bulduğu Hürü Ana, zorbaların suçlu durumuna düşürüp adamlarına öldürttüğü, halk arasında kutsallaştırılacak denli sevilen Anacık Sultan’a yakıyor bu ağıtı:
“Ağıda ilk olarak Hürü Ana başladı. Onun sağ yanında soylu ağıtçı Bey kızı Telli Hatun, solunda Telli Hatunun kız kardeşi hak aşığı, türküleriyle, ağıtlarıyla taşı dile getiren, akarsuları durduran, ağaçları yürüten, dağları titreten Hasibe Hatun duruyordu. Hürü Ana önce ağıttan bir dörtlük söylüyor, halkalardaki bütün kadınlar hep bir ağızdan onu tekrarlıyorlar, ardından da gene hep bir ağızdan sallanarak söylediği ağıt bu keskin kayalıklı dağlarda, ardı ardına yedi kere yankılanıyor, oradaki insanları, taşı toprağı, ağacı, çiçeği, suyu, göğü ürpertiyordu. Hürü Ana, Anacık Sultanım, diyordu, öldü bir kafirin[25] sopası altında, bir yezidin, dinsizin, dinsizlerin sopası altında. Kara ceren gözleri süzüldü. O, diyordu, Anacık Sultan, kurdun kuşun, karıncanın, böceğin dilinden anlardı. Cümle yaratık gelir onun huzurunda divan dururdu… Dağlar, diyordu, dağlar ona gelir, akarsular, koskoca Fırat yönünü değiştirir de, aktığı ovayı bırakır da, ayaklarına yüz sürmek için, şu ulu dağları aşar da buraya gelir. Dağlar onun için yankılanır, çiçekler onun için açar, gün onun için ışığını gönderir. Ve bütün bu söyledikleri yüzlerce kadın tarafından yineleniyor, yöredeki dağlar seslerden bir iniyor, bir kalkıyordu. Her çiçek ona adını söylerdi. Her çiçek ona derdini söylerdi. Kurt kuş, börtü böcek, karınca ona derdini söylerdi. Cümle yaratık derman aramaya ona gelirlerdi. O, çiçekleri, toprakları, yaprakları, suları, sakızları, merhemleriyle cümle yaralıları iyi eder, yarı ölüleri bile diriltirdi. (…)
Hürüce Ana ayağa kalktı, onunla birlikte halkadaki yüzlerce kadın da kalktı. Hürü Ana, Anacık Sultanın önüne geldi, el bağladı, boyun kırdı, ardından da eğildi, niyaza durdu, sonra da ölünün elini aldı üç kere öpüp başına götürdü. Ve yeniden daha gür, daha başka bir sesle ağıdına başladı. Uyan, diyordu, uyan Anacık Sultan, uyan dünya güzeli, uyan fakir fıkaranın ekmeği, umudu, gürü güvencesi, uyan, uyan, uyan da bak kimler geldi cenazene. Uyan da, dedelerin, o Eyyubi kılıçlılar, o Hasan dağında şehit düşenler, kılıçları yerden kalkmayanlar, yeşil donlular, halk içinde yitenler, o Kırklara karışmış dedelerin geldiler, bak, bak, senin huzurunda el bağlayıp divan durdular. Anacık Sulatanım uyan, uyan ceren gözlüm uyan, uyan dünya güzelim uyan, uyan da gör ki, seni uğurlamaya kimler geldiler.”[26]
Biri Dede Korkut’un bir boyundan, biri İnce Memed’den yapılan bu iki alıntının içeriği bir soruya yol açıyor: Yaşar Kemal, neden, sıradan gibi görünen kişileri hele de kadınları, abartılı betimlemelerle bir efsane kişisi gibi yüceltiyor? Çukurova’nın zulmüyle tanınan en baş adamı, nice işkencelerden geçirtip öldürtse de, Anacık Sultan’ı konuşturamıyor. Mit kahramanı değil de nedir Anacık sultan? Yaşar Kemal öyle bir irade miti yaratıyor ki, Anacık Sultan, yazarıyla birlikte “zamanda zamansızlığı” yaşıyor. O nedenle dirisinden çok ölü bedeni yüceltiliyor Anacık Sultan’ın…
Romanın ozan damarı
Yaşar Kemal, Homeros gibi, bir anlatı ozanıdır. Acının kaynağını bulmak için, “En acı çeken yaratık, yaratıklar içinde, öleceğinin bilincinde olan insandır.” diyen Homeros’a uzanıyor. Sonra, sözün yorumuna girişerek, “Öyleyse bu dünyaya, ölüme nasıl dayanıyoruz?” diye soruyor. Sorusuna yine bir soruyla yanıt arıyor: “İşte bizi yaşama bağlayan bu büyü değil mi? Bu yaşama sevinci değil mi? Bu yaşama sevincinin kaynağı, yaratmak zorunda olduğumuz bu mitler değil mi biraz da? Yaşadığımız bu büyü, yarattığımız bu büyülü mit dünyaları olmasaydı, insan soyu bu kadar acıya, böylesine bilinçlenmişken, dayanabilir miydi? İnsan soyu mit yaratan da bir yaratık değil midir? Şu kurumuş dünyamızda bile, bizi kurtaran her gün yarattığımız mitler değil midir?”[27]
Bu yorumuyla, gerçekliği mitler dünyasında aradığının ipuçlarını veriyor Yaşar Kemal. İnce Memed başta olmak üzere, ağıt yakan Hürü Ana, ağıdı söylenen Anacık Sultan mitsel anlatının başkişileri değil midir? O da, romanında mitsel gerçeği, lirizmin ince algılarıyla kurgulamıyor mu? Ağıt, onun algısında yalnızca acıyı hafifletmenin aracı değil, insanı ölümünden sonra dirildiğini görmenin coşkusudur. Bu coşku, onun romanını gerçeğini mitlerde aramanın lirik anlatısına dönüştürüyor.
Romanlarının mitsel kişileri, cenneti cehenneminde, cehennem cennetinde yaşar. Onlara bu ikilemi, olağanüstü doğa sevgisi, insan varlığına beslenen inanç yaşatıyor. Yaşar Kemal’de, “olağanüstülük” diye de adlandırılan abartı, anlatıyı yapay kılmaz, tersine, gerçeğin derinliğine algılanmasına götürür okuru. Ona göre, insanın yarattığı en büyük değer yaratıcılığıdır. Bu, onun, “sanatın gücüne yaşamın gücünden daha çok inandığını” gösterir. Sanat, farklı olanı algılamayı gerektiriyor. “Tarlaya harman sürmek için gidiyordum. Ekinlerin arasında acı kokan bir ot vardı. Sıcak, çok acı, güzel, baş döndürücü kokuyordu. O sıcakta, çalışmak zorunda olmadığım halde, salt o otu koklamak için bütün gün, harmana gidiyor çalışıyordum.”[28]
İşte, farklı algılama bu; kimsenin görmediğini görmek, kimsenin anlamlandıramadığında anlam aramak… Kimsenin algılayamadığını algıladığı için, Çukurova, Yaşar Kemal’de bir kokular senfonisidir. Burada söyledikleri de onun bu yargımın kanıtı: “Her an bir yerlerden güzel, keskin bir koku gelir insanın burnuna… Bir bakmışsın, ay dolunayken, ortalık deniz kokuyor. Bir bakmışsın, akşamüstü dağlardan kekik, yarpuz kokularına karışmış çam kokusu geliyor. Baharda limon, yazın sapsarı buğday kokar Çukurova, çok acı ekin kokar ortalık ekinler biçilirken. Bir de yağmur sonları toprak kokar Çukurova insanını deli divane eden. Bu toprakta doğan, buraya yerleşen, bir daha dünyanın başka hiçbir yerinde yaşayamaz, yaşamaya mecbur kalırsa da ölür.”[29]
Acı ya da tatlı; denizden ya da topraktan, kekikten ya da buğdaydan alınsın, o koku hiç eksilmiyor Yaşar Kemal’in yazdıklarında. Bosquet’nin sorusuna verdiği yanıtta da buna değiniyor: “Büyük bir doymazlıkla, ustalar ne yapmışlar, diye okumaya çalışıyordum. Okumaya, anlamaya. İnsanlar kimdi, doğa neydi, merakım engel tanımıyordu. Küçük bir ot parçası, bir pınarın akışı, bir kelebeğin saatlerce kıpırdamadan bir dal, bir yaprak üstünde duruşu benim için bir tansıktı. Yeni bir kuş tanımak, yeni bir insan davranışına tanıklık etmek benim için bir sevinç, bir aydınlık kaynağıydı.”[30]
Yaşar Kemal, kendi deyimiyle, “düşsel bir ülke” kurmuştur romanlarında. Düşsel ülkenin kişileri mitsel olmalıdır. Mit insanı da, ya kutsallaştırılacak denli iyi, ya da hain, madrabaz, işbirlikçi, çıkarcıl, her ahlaksız, aşağılıktır.
Söz, Yaşar Kemal’in dilinde, kara toprağın derinliklerinden gök katmanlarına ağan yanık türkülerdir. Lirizme bulanmış söz sızılıdır. Onun roman kişileri, yaşama sözle umut besliyorlar, haksızlığa karşı sözle savaşım veriyorlar. Öldürme tutkusunu, kinden arınmayı, ölüm korkusunu sözle yeniyor; ak güvercin uçuşlu sevdalara sözle kapılıyorlar, hoşgörünün, direncin, başkaldırının erdemine sözle eriyorlar…
Mit, destanın kaçınılmaz öğesidir. Başta Homeros’unkiler, bu güne değin eskiyen destan görülmemiştir. Yaşar Kemal, İnce Memed’le, insanımızın kitaplara sığmaz acısının destanını yazdı.
Dünya yazınında kolay mı Homeros’la eş tutulmak!
* Bursa Nilüfer Belediyesi’nin düzenlediği “Yaşar Kemal Sempozyumu”nda 16 Aralık 2016 gününde sunulan bildirinin tam metni.
[1] Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet ile Görüşmeler), YKY, İstanbul 2004, s. 90.
[2] agy., s. 132.
[3] Aşk-ı Memnu ilk olarak 9 Şubat 1899-17 Mayıs 1900 tarihleri arasında Servet-i Fünun dergisinde tefrika edilmiştir.
[4] Yazar, yalınlaştırmanın ne denli sınırlı kaldığını açıklıyor: “Kitabın sadeleştirilmiş olmasına fazla genişlikte bir ma’na vermemelidir: Yeni, nesil için pek tanılmamış olan (tanınmayan) kelimeler, terkipler Türkçeye çevrilmiş, fakat üslûba, ibarelerin teşkilâtına hiç dokunulmamıştır.”
[5] Halit Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu, Can Yayınları, İstanbul 2016, s. 12. (Günümüz Türkçesine uyarlayan: Tamer Erdoğan)
[6] Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, İstanbul 2004, s. 536.
[7] Boy: toplumların geçmiş zamanlarını anlatmaya yönelik destansı anlatı.
[8] Bilici (kâhin): Olabilecekleri birtakım belirtileriyle sezerek bilinmezliklerden haber veren kimse.
[9] Gaip: bilinmezlik.
[10] İlham ederdi: esinletirdi.
[11] Metin, kimi yerleri bugünkü dille söylenerek, Semih Tezcan ile Hendrik Boeschoten’in birlikte hazırladıkları Dede Korkut Oğuznameleri’nden (YKY, İstanbul 2001, s. 29) alınmıştır.
[12] Kulan: yabaneşeği
[13] Yeyni: hafif
[14] Alman Dili Sözlüğü
[15] Atatürk de, dilimizi yabancı diller boyunduruğundan kurtarıp toplumu düşünce bağımsızlığına erdirmeme amacıyla Türk Dil Kurumu’nu kurdu, Cumhuriyetin ilk on yılı içinde (1932). Kurulur kurulmaz bilim kurultayları toplanmış, sözlüklerin hazırlanmasına geçilmiştir. Türkçe Sözlük, 13 ciltlik Derleme Sözlüğü, sekiz ciltlik Tarama Sözlüğü çalışmaları o dönemde başlatılmıştır. Onların ardından Atasözleri Sözlüğü, Deyimler Sözlüğü, her bilim dalına yönelik terim sözlükleri gelmiştir.
[16] Gömü: hazine
[17] Yaşar Kemal, Ağıtlar, YKY, İstanbul 2004, 272 S.
[18] Göğceli: Yaşar Kemal’in soyadı.
[19] Yaşar Kemal, Ağıtlar, YKY, İstanbul 2004, s.14-15. (Abidin Dino’nun 5 Şubat 1979 tarihli, “Yaşar Kemal bir uzun Yürüyüştür Sevgi Dolu” başlıklı yazısından alıntı.”
[20] Yaşar Kemal, özel adlara gelen eklerden önce kesme imi [ ‘ ] ) kullanmıyor.
[21] Mestan: İnce Memedin gizlendiği yeri canı pahasına söylemeyen Memedlerden biri.
[22] Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, İstanbul 2004, s. 604-605.
[23] Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet ile Görüşmeler), YKY, İstanbul 2004, s. 46.
[24] Adnan Binyazar, Dede Korkut, YKY, İstanbul 2016 (6. Baskı), s. 161-162
[25] Yaşar Kemal, kitaplarında düzeltme imi kullanmadığı için, “kâfir” diye yazılması gereken sözcük metinde olduğu gibi bırakıldı. .
[26] Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, İstanbul 2004, s. 553-554. .
[27] Yaşar Kemal, Yaşar Kemal Kendini Anlatıyor (Alain Bosquet ile Görüşmeler), YKY, İstanbul 2004, s177-178.
[28] agy., s. 88.
[29] Yaşar Kemal, İnce Memed 4, YKY, İstanbul 2004, s. 110.
[30] agy., s. 122.