Yeni Dönem Sinemanın Tahrip Gücünden Yoksun Mayınlı Bölgeleri*
İstanbul Film Festivali’nin, içerik ve biçim olarak en ayrıksı, radikal örneklerinin, deneysel başta olmak üzere belgesel ve kurmaca sürümleriyle izleyici karşısına çıkacağını vaat eden Mayınlı Bölge seçkisinin, önceki yıllarından bir demet filme yönelik değerlendirmelerimiz sizlerle.
Asri Zamanların Helenleri: H.
Rania Attieh ve Daniel Garcia ikilisinin yazıp yönettiği, Troya savaşının sözde gerekçesi olan güzeller güzeli Helen’in, fazlasıyla serbest bir uyarlamayla günümüz ABD’sinde Troy adlı kasabaya taşınan öyküsü H., Homeros’un sözleriyle başlayıp kapanan, bölümsel anlatımın tercih edildiği sıra dışı bir kurmaca. İkişer bölüm halinde, aynı kasabada yaşayan biri orta yaş üstü diğeri genç olmak üzere iki Helen’in, kimi semboller ve olaylar kesişiminde birbirlerinden kısmen bağımsız ilerleyen öyküleri, doğum ve ölüm diyalektiğinden besleniyor. Genç Helen’in bebek beklerken hamileliğinin yanlış alarma dönüşmesi, öte yandan diğer Helen’in belki de asla sahip olmadığı bebeğinin yerine geçirdiği oyuncak bebeğiyle zaman geçirmesi, siyah at, ormanda yumurta içindeki ceninler gibi akılcı bağlamdan kopuk gerçeküstü simgelerin kullanımı ile neyin gerçek neyin düş olduğu konusunda muğlaklığın arttırıldığı bir akış kazanıyor film. Doğum, hamilelik gibi olağan şartlarda umut aşılayan durumların doğurabileceği gerilimi ustaca yaratan film, bu noktada Polanski’nin başyapıtı Rosemary’nin Bebeği’ni çağrıştırıyor. Filmin soluk renk paleti, meteor düşüşü ve manyetik sahnelerde efektlerin minimal kullanımı, Angelopoulos’un Ulis’in Bakışı filmindeki Lenin heykelinin nehirde seyretmesini anımsatan Helen heykeli, H.’yi, seçkinin öne çıkan yapıtlarından biri haline getiriyor.
Güney Amerika’da Nedensiz Şiddet Zorlaması
Başta Haneke olmak üzere Fil filmiyle Gus van Sant’ı da aralarına katabileceğimiz hatırı sayılır birçok yönetmenin, Baudrilliard’ın Batıya özgü gördüğü ancak Batıda bile tartışmalı olan “nedensiz şiddet” kavramına eğilen yapıtlarına, Kolombiyalı yönetmen Jorge Forero, Şiddet adlı filmiyle Güney Amerika’dan omuz veriyor. ABD güdümlü sağcı hükümetlerin ülkede beslediği şiddet sarmalı, yoksulluk ve işsizlik, uyuşturucu kartelleri, FARC ile ordu çatışması gibi şiddete neden olarak sıralanabilecek pek çok somutluk varken nedensizlik peşindeki film, birbirinden bağımsız üç bölüme sahip. İlk bölümde muhtemelen gerillalar tarafından kaçırılmış bir erkeğin tutsaklığı, ormanın doğal görüntü ve seslerinden doğan huzur verici atmosferle tezat oluşturması eşliğinde ilerliyor. Sabit kamera kullanımının adeta bir doğa belgeseli kıvamında olduğu bu bölümün ardından aktüel kamera kullanımının bir an olsun kesilmediği, kalabalık dış mekânlarda kameraya bakan insanların da etkisiyle belge-gerçek hissini kuvvetlendiren, dinamik ikinci bölüm geliyor. Kentte geçen bu bölüm, yoksulluk ve hırsızlığın nedensizliği üzerine ayakları yere inatla bastırılmayan bir öykücük olarak kalıyor. Bir askeri bölükte geçen son bölüm ise, militarist yapının ve başındaki komutanın, birliğin dışında sivilleri andıran olağanlığına karşın ordu içinde en olağan eylemden en sertine şiddetli bir hal alışını öne çıkarıyor. Filmin sonundaki kırılma anı, vicdani bir sorgulamayı beraberinde getirirken filmi kurtarmaya yetmiyor.
Sessizlik ve Bekleyişin Süresi: Sonsuza Dek
Neredeyse siyah-beyaz çekildiği düşünülecek kadar soluk tonların tercih edildiği Sonsuza Dek, yönetmen Margarita Manda’nın ikinci uzun metrajı. Sıklıkla medeniyetin başlangıcı olarak kabul edilen Atina’yı kendisine mekân olarak seçen film, tren makinisti Kostas’ı ve Kostas’ın âşık olduğu feribot gişesinde çalışan Anna’nın aksiyondan alabildiğine uzak yaşantısına odaklanıyor. Sinemada çoğunlukla turizm reklamı gibi pazarlanan Atina’nın, adeta boğulmuş bir kent olarak kadrajlandığı Sonsuza Dek, sonsuza dek yitirilmiş duygulara bir ağıt haline bürünüyor. Öyle ki Kostas’ın kimi hamlelerinde sarı tonlar belli belirsiz kadrajda yer almaya başlarken kısa süre sonra yeniden siliniyor. Çoğunlukla sessiz ilerleyen filmde sesin önemi kendisini hissettiriyor ve ses kanalının öne çıktığı bölümlerin etkisi kuvvetleniyor. Genel olarak modern zamanların kentlerindeki sürat karşısında, aşk gibi en temel duygusal güdülenmenin filizlenme imkânı olup olamayacağını, orta yaşlarını sürmekte olan kuşak eşliğiyle tartışan film, insanların seslerini diğer insanlara yavaşça aktaran nehirlerin yerine sesleri süratle taşıyan yolların tercih edildiğini fakat bu tercihin sesleri duyulmazlığa ittiğini ve bu durumun sessizliği doğurduğunu söylüyor. Kendi mitolojik öyküsünü eleştirel tonda yaratan ve Angelopoulos’a adanan film, Angelopoulos gibi büyük anlatılara cesaret edemese de ilgi çekici bir seyir sunuyor.
Ekonomik Kriz Aşka Karşı
Son on yılda irili ufaklı ekonomik krizler yaşayan küresel kapitalizm, Batı dışı dünyada savaşa dayalı çözümler ararken, kendi coğrafyasında kemer sıkma politikaları neticesinde emekçilerin soyut haklarına da el koyuyor, buna kayıtsız kalamayan sinema ise kaçan güreşen filmlerle toplumcu bir yanılsama yaratıyor. Krizden beslenen senaryoların İspanya sürümlerinden olan Güzel Gençlik’te yönetmen Jaime Rosales, yoksulluk sonucunda hayatları kararan sırılsıklam âşık genç bir çifte çeviriyor kamerasını. Asla gerçekleşmeyecek hayallerin peşindeki çift, hayatta kalmak adına porno çekimlerini bile deneyecek kadar çaresizlik içerisinde resmediliyor. Yönetmenin yoksulluğu ve çaresizliği betimlemesindeki hünerini, krizin adını koyma noktasında görmek ise mümkün olamıyor. Çürüme ve yenilgiyle desteklenen bir umutsuzluk doğuran Güzel Gençlik, ideolojik bir önermeden itinayla kaçınmak bir yana neden-sonuç ilişkisi kurmak gibi bir temeli bile doğru düzgün meydana getiremiyor. Biçim olarak “yenilikçi” denilebilecek tek veri ise filmde zamansal geçişi vermek adına iki kez uzun uzadıya kullanılan akıllı telefon formatı. Özçekimden whatsapp uygulamalarına ve Skype görüşmelerine uzanan bu biçim, filmi genç ancak geçici hale getiriyor.
Uzaylılara Ne Sormalı?
Asla gerçekleşmemiş bir olayın, uzaylıların dünyayı ilk ziyaretlerinin belgeselini düşünüldüğünde akla ister istemez akıldışı görüntüler geliyor. Bunda hiç şüphesiz Soğuk Savaş’ta istila edilme korkusunun Hollywood tarzında dışavurumu olan uzaylı filmleri ve aynı filmlerde ABD öncülüğünde insanlığın direnişine eğilen filmlerin aşinalığı var. Bilim kurgu türünün vazgeçilmezi olan bu klişeleşmiş imajları elinin tersiyle iten, yönetmenliğini Michael Madsen’in üstlendiği Ziyaret, ayakları yere basan, tümüyle akılcı bir içerikle olası bir karşılaşmaya ne kadar hazırlıklı olduğumuzu bilimcilerle tartışıyor. Yüzyılı aşkın süredir uzay boşluğuna mesajlar yollayan, kimi uzay araçlarıyla insanlığa dair arşiv görüntülerini, klasik müzikler eşliğiyle olası bir dış yaşama ileti olarak aktaran türümüzün, olası karşılaşmaya hazırlık anlamında gerçekten bir şeyler yapmakta olduğunu bilmek ve bunu tümüyle evrim yanlısı bir yaklaşımla ele almak belgeseli ilgi çekici bir hale sokuyor. Ötekiye karşı duyulan korku ve öz denetim mekanizmasının türümüzden bağımsızlaşması tehlikesiyle birlikte anıldığında meydana gelebilecek tehlikenin, Batının yeni kıtayı keşfettikten sonra yerlilere yaptıklarıyla kıyaslanması gerektiğini de hatırlatan Ziyaret, ahlaki bir özeleştiriyi de zorunlu kılıyor izleyici nezdinde.
Deneysel Çıkışlar Nerede?
Festivalin Mayınlı Bölge’sini kapatırken, akla ister istemez ara başlıktaki soru takılıyor. Her ne kadar belli ölçüde doyurucu sayılabilecek yapıtlar seçkide yer alsa da sinematografik açıdan ufuk açıcı bir çıkışla karşılaşmadığımız ortada. Genel olarak yenilikçi tavırların köreldiği hatta bu konuda da umudun tükenmek üzere olduğu, sinemanın büyüsünü yitirdiği yinelenebilir ancak sadece Vimeo’nun günlük olarak seçip yayınladığı kısa metraj seçkiler düşünüldüğünde, deneysel çıkışlar anlamında sinema salonlarına henüz yansımamış ya da yansıtılmamış yaratıcıların güçlü bir şekilde üretmeyi sürdürdüklerini bilmek umutları tazeliyor.