Freudculuğun Eleştirisi (1. Bölüm) – Kaan Arslanoğlu

Freudculuğun Eleştirisi (1. Bölüm)*

En tehlikeli laiklik karşıtı din olarak Freudculuk

Dinci gericiliğin arsız bir paragözlük ve gücü yettiğine azgın bir saldırganlık olarak başımıza bela kesilmesiyle bizim aydınlarda dine karşı tepki de arttı. Bir yere kadar makul karşılamak gerek. Hepimiz öfkeleniyoruz İslam’ın bu denli görgüsüzce çıkarlara alet edilmesine. Ama insana evrim kuramıyla baktığımızda dinsel inançların evrensel yaygınlıkta bir ihtiyaç olduğunu da net bir biçimde kavrıyoruz. Sadece insan zayıflığını ve insanın akli yetersizliğini kapayan, sığınılacak huzurlu bir liman olması yönünde değil. Aynı anda aksi yönde insanın inanmaya eğilimi, evrimsel-genetik manada oluşmuş biyolojik bir sonuç. O bakımdan insanların dinsel inançlarını şımarıkça küçümseyen aydın tavrına da öfkeleniyorum, ilk öfkem kadar yoğun olmasa da. (Çünkü onlar şimdi iktidarda değiller.) Şu soruyu gündeme sokmaya çalışıyorum: Aslında bilinen dinlere bağlı veya herhangi bir ideolojiye bağlı olmaksızın tamamen dinsiz o kadar az sayıda insan var ki… En ileri sol kesimlerinizin benimsediği komünizm ütopyası da bir hayal, bir dinsel inanç değil mi? Sosyalizm tamam, görülmüş, yaşanmış bir örnek, ulaşılabilir. Fakat insanın komünizme ulaşabileceğine dair herhangi bir bilimsel kanıt veya mantıklı emare mevcut mu? Değil. Ama başkasının dinini küçümsüyordunuz! Yine de ileri bir ideal olarak komünizm ütopyası başka bir şey kadar tehlikeli değil. Bir yere kadar güzel bir şey hatta. Bırakın bazı insanlar (bu uğurda ölmedikçe-öldürmedikçe) ona inansınlar. Bu onlara bir yaşam enerjisi, bir şevk verir. Bu inanç belli bir yere kadar laik bir inanç. Yani günlük yaşama pek fazla karışmıyor, karıştığında çoğun sınırlı ve olumlu yönde karışıyor. (Şu dönem.) Fakat başka bir şeyler var ki, başka birçok yaygın inanç var ki, günlük yaşama, politikaya karışıyor, insanları birlikte kafa yoramaz, birlikte iş yapamaz hale getiriyor. En yaygın ve tehlikelisi Freudculuk işte. Dünya ölçeğinde sol ve liberal aydınlar arasında bu denli sorgulanmaksızın kabul gören, terimleri günlük dilimizi idare eden başka bir ideoloji, inanç sistemi yok.  Başka bir din yok. ABD’de entelektüeller bilimle daha haşır neşir olduklarından Freudculuktan epeyce yakayı sıyırmışlar. Ama orada da doğru dürüst sol yok. Avrupa hâlâ Freud dini ve alt tarikatlarına bağlı. Gerçi Avrupa solu da sol değil, ama bizimkileri fena halde etkiliyor sol görünümüyle. Avrupa’da hâlâ liberal, sol, Marksist entelektüeller arasında Freudculuk ezici bir hâkimiyete sahip. Her kesimden sağ ve sol liberaller, komünistler, anarşistler, yeşiller, Troçkistler arasında… (İlk kez Troçki soktu zaten Marksizme Freudculuğu) Sovyet karşıtlığının yaygınlığı nedeniyle (büyük ölçüde haklı nedenlere dayanan bir karşıtlık), Sovyet resmi ideolojisi ne derse tersini düşünen Avrupa komünistleri-sosyalistleri, Freudculuğu başa çıkılması güç bir salgın hastalık haline getirdiler.   Bizde de bu işin misyonerliğini yapan çok çıktı. Getirili bir sektördür. Althusser, Lacan, Zizek, Badiou külliyatı… Her solumsu gazetede onlar, sinemada onlar, bilumum Pazar eklerinde, kitap gazetelerinde… Hangi kitap-dergi kapağını açarsan aç, aynı yobaz, aynı felç edici dil… Aynı anal dönem, aynı Fallus önümüzde sallanıyor. Fallusu iter, geçip işimize bakarız da, Freudculuk sosyalist âlemde liberalliğe açılan cezbedici, ışıklı bir kapı. Ama bizim ideolojik inançlı, ideolojik dinli sol-sosyalist arkadaşlarımız öyle mi! Gittikleri her yere, her somut tartışmanın içine bu inançlarını getiriyorlar (en yaygını olan Freudculuktan başladık) ve insanın tüm şevkini, birliktelik ruhunu baştan kırıyorlar. Düşünebiliyor musunuz, herhangi bir iletişim sorununu veya gruplar arasındaki çatışmayı cinlerle, perilerle açıklamakta ısrar eden arkadaşlarınız çoğunluk olsa, ne gibi bir fikrî veya eylemsel gelişim çıkar bundan? En basiti, birlikte bir kitap yazsanız, yayın çıkarsanız, okurlar ne der buna? Peki, durmadan kastrasyon kompleksinden, Oedipus karmaşasından, fallustan, fallik dönemden, anal takıntıdan bahseden, Althusser’le yatan, Lacan’la kalkan sol teorisyenlerle nereye kadar gidebilirsiniz? Kimi aydın-entelektüel, kafası çalışır görüp yanına yanaşsanız yüzünü bir dönüyor ki: Walking Dead. Omurilikten düşünen bir Freudcu ve sizi midesine indirmeye çalışıyor. Sonuç: İnsanın dostunun gerçeklik duygusuna güveni tek bir noktadan kırılsa, ardından aynı coşkuyla birlikte mücadele edemiyorsun. Peki, Freud düşüncesi neden bu kadar çok tuttu, çok yayıldı? Şimdi konuya yavaş yavaş girebiliriz. Ara başlıktaki sorunun beş yanıtı var. Hepsini teker teker açımlamadan önce bir sayalım. 1- Freud söyleminin dinsel karakteri, 2- Freudculuğun dinsel örgütlenme tarzı, 3- Freud’un dinsel-etnik kökeni, 4- İnsanlığın cinselliğe olan kallavi ilgisi, 5- İnsanlığın geçen yüzyıldaki düşünsel bir boşluğuna denk gelmesi…

  1. Dinsel karakterde bir söylem-öğreti olarak Freudculuk

Başta da vurguladığımız üzere insanlığın dinsel inançlara ve söylemlere bir ihtiyacı, bir yatkınlığı söz konusu. Çok güçlü bir yatkınlık ve ihtiyaç. Çok farklı kıtalarda, birbirlerinden on binlerce kilometre ötede ve farklı dönemlerde yaşamış ilkel kabile ve klanların ve daha geniş toplulukların birbirine çok benzer efsanelere, dinsel inanışlara ve ritüellere sahip olması, bunun evrimsel olarak ve biyolojik anlamda türümüzün karakteri olduğunu düşündürüyor. Din ve insanlık ilişkisi şu anda yazmaya başladığımız kitabın ana temalarından biri olacak. Şimdi sadece Freudculuk bağlamında değiniyoruz. İnsanlığın dine ve dinsel söyleme, inanışlara, efsanelere olan bu aşırı ilgisini bilim insanları arasında kabul etmeyen yok. Çok farklı eğilimlerden antropologlar, sosyologlar, evrimciler bu noktada birleşiyorlar. Ancak nedeni hakkında elbette ayrılıyorlar. Kimi evrimsel biyolojik yana ağırlık verirken, kimi olayı tamamen kültüre veya sosyo-ekonomik ilişkilere bağlıyor. Hatta evrimci psikologlar arasında bile aynı konuda farklı birçok görüş çarpışabiliyor. Örnek: Memetik kavramını ortaya atan Dawkins’ten sonra onun bazı izleyicileri “mem” adı verilen, gen benzeri çalışan, taklit edilip kopyalanan davranış, söylem, imge biçimlerinin yayılarak kültürü oluşturduğunu ve insanlığın evriminde belli dönemden sonra bu kültürel form birimlerinin genler kadar etki gösterdiğini iddia ediyorlar. İster biyolojiye ağırlık verelim, ister kültüre, isterse memlere, sonuç olarak insanlar arasında belli söylem biçimleri, davranış kalıpları daha kolay yayılıp kökleşiyor, bazıları ise bu kadar şanslı olmuyor. Sebebini başka bölümlerde tartışacağımız insanın bu dinsel yatkınlık özelliğine uyan kültürel yapılar şüphesiz ki en şanslı olanlar. Freudculuğun söyleminde ve kuramın ana direğinde bu dinsel karakterlerden ne ararsanız mevcut. Mitolojiye, efsanelere dayanması, en bilinen ve en popüler edebi metinlere bolca göndermeler yapılması, Hıristiyanlıkta ve başka dinlerde sıkça kullanılan üçleme motifine uygun bir iskelet (Baba-oğul, kutsal ruh; Süperego, ego, id), kuramın dinsel kitaplardan ve efsanelerden alınma Latince terim ve kavramların üstüne oturtulması, bolca “arketipal” arkaik simge, sembol kullanımı  ve tüm bu biçimsel dini ögelerin de üstünde kuramın bütünüyle inanmaya, inanca dayanması.[1] Başka deyişle başından beri kanıtı, ispatı, bilimsel testlerle sınanmayı, ölçmeyi, nesnel olarak gözlemleyip yayımlamayı, eleştiriyi ve sorgulamayı hiç mi hiç takmaması. Bu konudaki eleştirileri baştan reddetmesi, ruh biliminin ölçmeyle, sınanmayla ilerlemeyeceğini iddia etmesi. Freudculuk ortaya çıktığında bilim bu kadar ileri değildi, insan fizyolojisiyle ilgili bilgilerse çok sınırlıydı. Böyle bir ortamda ruh ve beyin hakkında istediğiniz kadar üfürebilirdiniz. Size karşı çıkanlar da aksini ispatlayabilecek durumda değildi. Ama sonra Freudculuğun savları teker teker çürütüldü, birçok bilim dalında, buluşlarla, deneyle, ispatla. Ama onun izinden gidenler bu kez de pozitivizme karşı oluşan entelektüel tepkiden yararlandılar. Postmodernizm doğuyordu yavaş yavaş ve geniş bir çevre maddiyatı, kanıta dayalı ispatı küçümsemeye başlamıştı. Freudculuk başlangıçtaki özüne tamamen aykırı biçimde liberal, muhalif, sol hatta sosyalist bir biçime büründü ve dinsel söylemini ilerici çevrelerde daha güzel oturttu. Bu bakımdan bugüne kadar Freudculuğa karşı yaptığımız tüm itirazlar, onun dinsel söylemi kullandığı, bilimsel ispattan hep kaçtığı uyarılarımız bu çevrelerce “Evet, ne olmuş, mecbur muyuz!” tarzında özgüvenli bir tepkiyle karşılandı. Kendisi de bir psikanalist olan, yani ekolü tamamen terk etmeyen değerli yazar Louis Breger’in Freud, Görüntünün Ortasındaki Karanlık kitabı bugüne kadar söylediklerimizi yeniden doğruluyor.[2] “Bu fikirleri destekleyecek inandırıcı bir kanıt asla olmadı; temelde kendi ihtiyaçlarından ve kişisel kör noktalarından kaynaklanıyordu.” (s.13) “Oedipal uyanışının anısında ise araya mesafe koyan Latince kelimeler –libida, matrem, nudam… (…) Oedipal hikâyeye dayanarak rahatlatıcı bir mit yaratmış- tır.” (s.32) “Esas becerisi dil ve edebiyat alanındaydı, yazar ya da filozof olabilirdi. Aslında ilk başta bu alana yönelmişti.” (s.67) Önceleri dost oldukları Bleuler, Freud’a şöyle yazar: “Benim için bu teori diğer gerçekler arasında yeni bir gerçek sadece… Bu yüzden de bütün kişiliğimi davanın ilerlemesi uğruna feda etmeye sizin kadar yatkın değilim. ‘Ya hep ya hiç’ prensibi mezhepler ve siyasi partiler için geçerlidir… Bence bilim söz konusu olduğunda zararlıdır.” (s.248) Freud ve izleyicilerinin bilimselliği yazılarına ve konferanslarına dayanıyordu. Yaptıkları pratik ve bilimsel sınama ise hastalarıyla ve birbirleriyle yaptıkları psikanaliz seanslarına. Bu seanslardan edindikleri izlenimleri tamamen teoriyi doğrulayacak yönde (deneyden teori çıkartacak yönde değil) nobran biçimde yorumluyorlar ve bunları yayımlıyorlardı. Başarısız tedavi girişimlerinden hiç söz edilmiyordu. Sansür tabii bir uygulamaydı. Gerçeği istedikleri gibi eğip büküyor, kesiyor, uzatıyorlardı. (s. 67, 189, 208, 245, 278, 295) Ve hatta Hans olayındaki gibi kimi vakalarda (s.239) gerçeği yönlendirme bilimsel ahlaksızlık boyutuna kadar varıyordu: “Hans at fobisinden mustaripti, onu ısıracaklarından ya da sokakta düşüp ‘bağıracaklarından’ korkuyordu. Freud atların babayı; ısırılmanınsa, Hans’ın annesine duyduğu cinsel arzu yüzünden hadım edilme korkusunu simgelediği yorumunda bulundu. Freud’un talimatları doğrultusunda oğlunun analisti rolünü üstlenen Hans’ın babası, küçük çocuğun cinsel merakını, bebeklerin nereden geldiğiyle ilgilenmesini, anababasına karşı hislerini ve Oedipal açıdan korkularını tekrar tekrar yorumladı. Freud’un kendi versiyonunda bile Hans’ın bu yorumları doğrulamadığı; hayatında, çatışmalarını ve kaygılarını daha ikna edici bir şekilde açıklayan başka etkenler olduğu açıktır.” Küçük Hans vakası daha sonra “Oedipal Karmaşa” kuramının “kanıtı” olarak kullanılacaktı. Bu vaka örneğinde sadece birden fazla tıbbi ve bilimsel etik ihlali yoktu, aynı zamanda Freud ve izleyicilerinin sıkça yaptıkları hastaya açıkça zarar verme hali vardı ki başka birkaç bakımdan yasal suçtu bunlar ve Freud’un kendisi düpedüz kriminal bir vakaydı.

  1. Dinsel bir örgütlenme olarak Freudculuk  

Aynı kitaptan, 1911’de Freud’un ilk havarilerinden Stekel’in ifadesi: “Freud’un öğretisi olan öğretimizin günbegün daha fazla destekçi kazandığını ve sürekli ileri gittiğini gururla söyleyebiliriz… Bugünlerde herkesin yararı için tek tek bireylerden fedakârlık bekleyen bir tarikatın üyeleri gibi hissediyoruz kendimizi.” (s.250) Örgütlenme ve öğreti yayımı, dinsel bir tarikatın neredeyse tüm yöntemlerini kullanıyordu. Yakın çevre çekirdek örgütlenme, havariler oluşturma, onların bağlılığından tam emin olma (tekrarlayan psikanaliz seansları ve kapalı toplantılar) ve onları değişik ülkelerde misyonla görevlendirme… Gizli karar almalar, halka açık konferanslar. Yeni müritlerin kabulü. Yeni müritlerin kabulü için erginlenme seansları (psikanaliz seansları). Davadan dönenin aforoz edilmesi ve itibarsızlaştırılması. Bu erginlenme töreni veya takdis ritüeli öyle katıdır ki, en yakın, en sadık havarilerden biri olan ve psikanalizi ABD’de kökleştiren Otto Rank, Freud’u eleştirmesinin ardından aforoz edilir ve onun psikanalizden geçirdiği bütün müritlerin takdisi mekruh ilan edilir. Onlar yeni havariler tarafından tekrar analizden geçirilir. (s. 425) Tarikatta problem çıkartacağına inanılan kişilerden, en yakın havarilerden de olsa, yazılı itirafnameler alınırdı. Psikanaliz seanslarında itiraf ettikleri şeyleri yazıya döküp imzalamaları istenirdi: Ayrılık gerçekleştirildiğinde “O zaten hastaydı” diyebilmek için. Nitekim ayrılan her kişi hakkında bu yönde hasta-hekim gizliliğinde veya dost güvenliğinde kalması gereken sırlar ifşa edilir, kişiye psikotik, nörotik, karakter bozukluğu damgası vurulurdu. (s. 420) İş bununla kalmayıp Freud ve ekibi Bolşevik Parti’nin, hatta Stalinci partinin yöntemlerine de başvurdu. Tüm dünya psikanaliz hareketini yönetmek ve çatlak sesleri doğmadan bastırmak için bir gizli komite kuruldu 1912’de. Merkez Büro’nun ilk üyeleri Freud, Jones, Rank, Ferenczi, Abraham ve Sachs idi. Yaptıkları iş atamaları saptamak, sansürü denetlemek, ihraç kararlarını vermekti. (s. 270-73). “Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki ‘Büyük Engizitör’ bölümünde yazdığı gibi insanların çoğu özgürlükten rahatsız olur, ‘mucize, gizem ve otorite’ arar. Pek çok kişi hayatın belirsizliklerine cevaplar sunan ve kendilerine kılavuzluk eden güçlü bir liderin başını çektiği inanç sistemleri ve davalara katılırlar.” (s. 273)

Ara Sonuç:

Birinci ve İkinci Büyük Savaş’ta insanlık çok büyük bir travmaya uğradı, bu arada savaşta suç ortaklığı yapan geleneksel dinlerin vahşeti ve gericiliği iyice açığa çıktı. Batı aydını kendine sığınacak manevi bir liman arıyordu. Bu Marksizm, anarşizm olamazdı, sosyalizm mücadelesi zordu, travmayı azaltmıyor, artırıyordu ve üstelik Sovyet deneyi büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. Savaş yıkımını devasa boyutlara getiren teknolojiyi yaratan bilim de suçlanıyordu. Pozitivizmin ahlaki bir nihilizme yol açtığı düşünülüyordu. İşte bu ortamda Freud bir peygamber olarak ortaya çıktı, psikanaliz “nazil oldu”. Avrupa ve ABD entelektüel âlemi, orta ve üst sınıfı kendine çok daha saygın, deşifre olmamış, her şeyi açıklayabilen, her konuda rahatlatan yeni bir din buldu. Bu din kişilere hiç riske girmeden müthiş bir önemlilik hissi, aidiyet ve korunma duygusu veriyordu.

EK

Yerleşik her değere karşı olduğumuz, bilinen tüm düşünürleri reddettiğimiz, ortada bir şey bırakmadığımız yolunda eleştiriler var. Tabii, geleneksel, tutucu, sözde aydınların bir bölümünden geliyor bu eleştiriler. Son derece demagojik, niyeti bozuk eleştiriler. Bir kere sırf eleştirdiğimiz için güya savunulan bu düşünürlerin hemen hepsi, birbiriyle ölesiye rekabet, çatışma içinde. Hepsini aynı anda savunmak mümkün değil, bunu yapan da pek yok. Peki, biz neyi savunuyoruz? Bilimi savunuyoruz. Bilimsel devrimciliği ya da evrimciliği savunuyoruz. Bilimsel yöntem, felsefe ve bakışı savunuyoruz. Bilimi de bilimsel yöntemle sorgulayıp eleştirerek. Örneğin Freudculuk yüz yıldır tıp literatünde, müfredatta ve pratikte. Hâlâ psikiyatri kitaplarında (kapsamı çok azalsa da) bilimsel bir yaklaşım gibi bahsedilebiliyor. “Kanıta dayalı tıp” fanatikleri bu duruma hiç ses çıkarmıyor örneğin. Maksat bilim olmayıp, bilim sopasıyla muhalefet dövmekse, bizim bilimsel tutumumuz bundan ayrılır. Bir okur şöyle bir katkı yapmış: Freud’un psikanalizinin kanıtlanmamış olması ciddi bir sorun ama daha kötüsü de var. Psikanaliz, çürütülemez. Psikanalizle ilgili kanıtlanabilir ya da çürütülebilir deney düzeneği de oluşturulamaz. Russell’ın örneklediği “Mars’ın arkasındaki çaydanlık”tır psikanaliz. Bilimsel arenada değildir. Bir modellemeyi doğrulayan verilerin olması, bazı olgulara uygun olması onun doğruluğunu kanıtlamaz. Psikanaliz bilimsel değildir, omuzumuzdaki melekler kadar kanıtlanabilir. Bir okur, “Freudculuğu Marksizm’e sokanın Troçki olduğunu söylüyorsunuz ya, bir kaynak verebilir misiniz?” diye sormuştu. Arama motorlarına Freud ve Troçki yazın kaynak bulursunuz. Troçki’nin 1932’de yaptığı “Rus Devrimini Savunurken” adlı konuşması bunlardan sadece biri. Daha önce 78 okuduğum, Freud’dan olumlu bahseden kitabı bulamadım. Ama buna benzer ifadeleri Isaac Deutsher’in Troçki kitabında veya NTV yayınlarından çıkan Sigmund Freud biyografisinde bulabilirsiniz. Bir şahıs da psikanalizin doğruluğuna dair bilimsel kanıt isteğimize şöyle bir cevap vermiş: “Wisconsin Üniversitesi’nce 2008 yılında yayınlanan bir review’da 23 çalışmadan 1053 hasta üzerinde 1 yıldan fazla psikanalitik tedavi ile major psikiyatrik hastalıkların semptomlarında azalma görülmüş. Psikanalize karşı olanlar ABD ve İngiliz kökenli. Antidepresan pazarı büyük bir pazar. Freud ve Lacan düşmanlığını bu pazar destekliyor olmasın. Psikanaliz, özellikle bu ilaçların satışını azaltabilir.” Oysa benim aradığım kanıt, psikanalitik tedavinin işe yaradığını gösteren “çalışma” sonuçları değil. Bunları biz de biliyoruz, yazdık birçok kez. Psikanalitik tedavi de eninde sonunda bir terapi ilişkisidir, bazı hafif-orta düzey nörozlarda bir ölçü- de işe yarar. Bir hasta kime başvursa, o başvurulan kim olursa olsun, onunla insani bir ilişki kurmuşsa (isterse komşu teyze olsun, isterse cami hocası) bunun hastaya bir ölçüde faydası olur. Ben kuramın esaslarına ilişkin kanıt arıyorum, bulursanız haberdar edin, diyorum. Bugün alternatif tıbbın en olmayacak yöntemlerinin işe yaradığına dair bilimsel yayınlar da çıkıyor. Bir din adamının duasının da işe yaradığını gösteren yayınlar var diye (ki dua da psikolojik sorunlarda bir miktar işe yarar) duayı bilimsel terapi yöntemi olarak savunamayız. Psikanalizin telkin, destek, plasebonun ötesinde bir yararı yoktur hafif vakalarda. Ağır vakalarda ve psikozda tamamen zararlıdır. “Bilim” böyle diyor.

Freud’un bilinçaltı kuramı AKP adaleti gibi

“Düşsel uydurmalara karşı öne sürülecek hiçbir mutlak gerçek bulunmamaktadır, bu uydurmalara karşı ancak düş- sel içeriği gerçek yaşamda açığa çıkan düşsel gerçeklik ileri sürülebilir.”

Christopher Caudwell

3- Freud’un dinsel-etnik kökeni:

Thomas S. Kuhn, bilimde ve felsefede ilerlemelerin nasıl sağlandığını, kuramlar arasındaki çatışmaları incelediği çok bilinen yapıtında şöyle der:  “Şansımıza bakın ki, bilim adamlarını eski paradigmayı reddederek yenisini yeğlemeye iten başka bir yol daha vardır. Burada söz konusu olan, bireyin neyin uygun ya da estetik olduğuna dair duygularına yönelen fakat hiçbir zaman tam olarak açık seçik ifade edilmeyen kanıtlamalardır… Bugün bile Einstein’ın genel kuramı insanları başlıca estetik ilkeler sayesinde kendine çekebilmektedir ve öyle sanıyorum ki bu, matematikçiler dışında çok az kişinin algılayabildiği bir çekiciliktir… Hatta yeniliği yapanın ve onun da ustalarının milliyetleri yahut daha önceki itibarları bile bazen önemli rol oynayabilmektedir…[3] Kuhn’un bu sözü çok estetik duruyor durmasına, ama “örnek verelim” dediğimizde çıngar çıkıyor. O bakımdan, Freud konusunu çok önemli gördüğümden, kuramındaki çıldırtıcı saçmalıkların teşhirini çok daha gerekli saydığımdan, böyle yan konularda doğabilecek itiraz ve tartışmalardan korkuyorum açıkçası. İnsanların çok sevdiği etnik muhabbet sayfası bir açılırsa, bizim asıl sorunumuz güme gider. Aynı sebeple ileride bu konuda başka birkaç şey söylemek üzere bahsi kısa kesiyorum. Şu kadarını ekleyeyim: Hiçbir ulusu, milliyeti, dinî grubu ötekinden ayırt etmem. Hiçbirine özel bir yakınlığım veya düşmanlığım yoktur. Hatta diğerlerine göre az buçuk sempati duyduğun bir topluluk var mıdır diye sorsalar, önce Çingeneleri, sonra Yahudileri sayarım. Ardından Japonlar vb… gelir.

4- İnsanlığın cinselliğe olan kallavi ilgisi:

Bunu sanırım bilmeyeniniz yoktur. O nedenle sanırım konuyu genişletmeye, alıntılar, göndermeler yapmaya gerek yok. Cinselliğin ve cinsellik üstüne yayınların çok kısıtlı olduğu, cinsel yaşam üstünde ülkelere göre değişen derecelerde baskı uygulandığı Batı’da bu tür söylem ve yayınlara da büyük ilgi duyuluyordu. İster cinsel açlıktan diyelim, ister doyumsuzluktan, ister merak ve ilgi yoğunluğundan; Freudcu yayınların cinselliğe çok özel bağlılığı, onlara her düzeyde ilgiyi büyük ölçüde artırıyordu. Kimi nefretten, kimi yeni bir dünya bulmaktan, kimi de meraktan okuyordu, ama Avrupa entelektüelleri arasında okumayan neredeyse yoktu. Bir de bu yayınlardaki, ileride daha geniş açacağımız abartılı pornografiyi eklediğimizde, o günün koşullarında kuramın duyulup merak uyandırmaması olanaksız hale gelmişti.

5- İnsanlığın geçen yüzyıldaki düşünsel bir boşluğuna denk gelmesi…

1990’lı yıllarda Freud hakkında yazdıklarıma baktığımda o güne göre söz konusu alanda üç dört katı yayın okumama karşın cümlelerimin yüzde doksanından fazlasını hiç değiştirmeden, bunlara bir şeyler eklemeden yeniden yayımlayabileceğimi görüyorum. Bunu şundan söylüyorum: Bu bir marifet değil, marifet de… Büyük marifet değil, Christopher Caudwell’in Freud eleştirisi [4] o zamana göre günümüzde çok daha fazla yayın ve bilgi birikimine sahip olduğumuz halde, şimdi de yalnızca üç beş cümlesi gözden geçirilerek yeni gibi yayımlanabilecek bir deha işi.  Ne ki, sınırlı insan sosyal zekâsı Caudwell’in eserini unutturup akabinde aynı yayınevine yüzlerce Fredcu çöp yayınlatacak kadar başa bela bir etmen. Demem o da değil. Eski yazılarıma baktığımda, çok ağır eleştirsem de bazı noktalarda  Freud’a saygımı koruduğumu, hak etmediği halde onu kayırdığımı görüyorum ki yanlış. Hatalarımdan ilki her şeye rağmen onu “bilimsel bir disiplin” saymam. Bilimsel yöntemi bu kadar kaba şekilde hiçe saymış birinin kesinkes bilimsel dünyadan dışlanması gerek. Psikiyatri-psikolojideki dünya bilim çevreleri, onu iyice kenara iterek ve yeri geldiğinde alayla bahsederek bunu yapıyorlar gerçi. Bu çevreler burjuva bilim çevreleri olduğu için bu kadarı onlara yetiyor. Birçok solcu entelektüelin kafasının Freudcu dogmayla bulanması zaten onları hiç ilgilendirmiyor. Ama bizi ilgilendirmek zorunda. Ara başlıkta 20. yüzyıl başında insanlığın düşünsel boşluğu dedik. Marksizm bu boşluğu büyük ölçüde doldurdu. Ama psikoloji-psikiyatri alanında, birey temelinde boşluk duruyordu. Marksizm orayı dolduramadı. Açık kalan hacme Freudculuk yerleşti. Çünkü “ben” nedir, “bilinç” nedir, “her şeyimizi bilinçle mi yaparız” soruları açıktaydı, bilincimizin her şeye yetmediği, birçok şeye yanlış karar verdiği, üstelik bizi ruhsal hastalıklardan da korumadığı açıktı. İçimizde “ben”den başka daha güçlü bir “ben” mi vardı? Bizi denetleyen, konuşturan, davrandıran dinamikler nelerdi? Bilinç-bilinç öncesi-bilinçaltı kuramı, süperego, ego, id şeması bu sorulara, bu arayışlara cuk oturdu. Yaptığımız her şeyi bilinçle yapmıyorduk, bilincimiz bizi birçok şeyden, ruhsal hastalıktan, bizi zarara sokan davranışlardan koruyamıyordu, o halde altta çok daha güçlü bir yapı vardı, bu bilinçaltıydı. Freudculuğun en sağlam, en gerçeğe yakın yanı olan bilin- çaltı teorisini temelden eleştirsem de dünya düşün tarihine bir katkı saydım yakın yıllara dek. Şimdi pişmanım. Çünkü yavaş yavaş göreceğimiz üzere Freudculuğun en sağlam direği olan bilinçaltı kuramı aynı zamanda psikolojinin gelişmesini, insanın ruhu-aklı anlamasını on yıllarca geciktirmiştir, “ketlemiştir”; halen de bu zararlı etki azalarak devam etmekte. Freud’u takdir ettiğim bir başka nokta da insan akli-ruhi yapısında cinselliği ilk kez öne çıkarmasıydı. Bu bir düşünsel devrimdi ve Freud daha başından itibaren onu safsataya bulandırmasa insanlık kültürüne büyük hizmet yapmış olacaktı. Keza o alanda da devrimini daha başlamadan karşı devrime dönüştürdü. Cinsellik alanında da övgüyü hak etmiyor, payına benden sadece yergi düşüyor.  Freud’un bugüne dek çökmeden gelen tek yaklaşımı daha çok genel bir yaklaşım olan insanın ruh, akıl sağlığına ilişkin görüşleridir. Freud sağlıklı insan diye bir şey yoktur, der. Hepimizin az ya da çok nevrotik olduğumuzu vurgular ki, doğrudur. Ancak, buna neden olarak gösterdiği açıklama yanlıştır, bunu yine bebeklik, çocukluk cinselliğiyle ve sırada oluşan zorunlu karmaşalarla açıklar, ama sonuçta yanlış bir yerden de olsa doğru sonuca ulaşmıştır. İnsan doğal olarak ruh sağlığı her zaman bozuk bir yaratıktır. Şimdi Freud eleştirisine en sağlam direğinden, bilinç-bilinçaltı kuramından devam edelim. Burayı çökertirsek gerisi zaten çok kolay. Freudcu bilinçaltı kuramının eleştirisi Yanılmanın Gerçekliği kitabında (90’lı yılların başı) aynen şunları yazmışım: “Bilinçaltı denilen şeyi Freud fantezi olsun diye mi uydurmuştur; hayır. Vardır gerçekten böyle bir şey. Doğduğumuz andan başlayarak her saniye, her an izlenim sağanağı altındayız. Milyonlarca veri boş bilgisayarımıza durmaksızın dolar. Bu bilgilerle insan olmayı öğreniriz. Konuşmayı, düşünmeyi, çalışmayı becerir hale geliriz. Yaşam sürekli bilgi alış, bilgi değerlendiriştir. Ne var ki, kafamızda bir yerlerde saklanan bilgi yığınının her an belli bir bölümünün bilinçli olarak farkında oluruz. Bazı temel yeteneklerimizi gayret göstermeden sanki kendiliğinden yerine getiririz. Adımızı yazmak, şarkı mırıldanmak gibi. Bazı şeyleri yapmak içinse bilincimizi daha fazla yoğunlaştırmamız gerekir. Kitap okumak gibi. Ama bilinçli olarak farkında olduğumuz bilgiler, her an için sınırlıdır doğal olarak. Bir bilgisayarın ekranındaki bilgilerdir o andaki bilinçli bilgimiz. Bilgilerin çoğu yeri geldiğinde ekrana çıkmak üzere bekler. Bir bölümü de başka bilgileri işleyen program bilgileridir. Bir bilgi grubuna, ancak gereksinim duyduğumuzda ulaşırız. Bazen rastgele dolaşan bilinç projektörü ilgisiz bilgi bölümlerini aydınlatır. Bazen çok gereksinim duyduğumuz bir bilgi depodan çıkmaz. Projektör, o bilginin yerini bir türlü bulamaz; bakarsınız, bir kokuyla, bir kişiyi görmekle ya da nedenini anlayamadığımız bir çağrışımla ansızın yüzeye çıkıverir. Ya da rüyalarımızda açığa vurulur bazı anılarımız. Ya da bir duyumu algıladığımızın ayrımında olmayız; ama belleğimize işlenmiştir o veri. İlgisiz bir yerde ortaya çıkar, bilincimizi şaşırtır. Bazen varlığından haberdar olmadığımız ya da bilinçli olarak denetleyemediğimiz bazı duygu-düşünce kümeleri ya da dürtüler bizi zor durumda bırakır. Freud’un üzerinde çalıştığı ve çok etkilendiği histerik-konversif bayılmalar böyle bilinç denetimsiz tepkilerdir. Ya da hasta, belli bir duygulanım yüküyle kör olur, sağır olur, kolu baca- ğı tutmaz olur veya kişi anlamsız bir korkunun esiri durumuna düşer. Tüm bu nevrotik bozukluklar bireyin bilinçlilik halinin kısmen dışında gerçekleşen olgulardır.” O halde karşı çıktığımız ne? Birinci madde, Freud’un bilinç ve bilinçaltını mekanik şekilde ayırmasıdır. İkinci madde, bilinçaltı etkileri esas kabul ederek insanın bilinçli etkinliğinin önemini göz ardı etmesidir. Üçüncü madde de, bunu yaparken birçok bilinçli etkinliği bilinçaltı süreçlere mal ederek insana çarpık bakışı yaygınlaştırmasıdır. Aslında Jung ve Fromm da bilinçaltı ile bilincin kaba ayrımına karşı çıkıp ikinci maddenin kıyısına dek gelmişler, ancak daha ileri gitmekten korkmuşlardır. Fromm’a göre ‘bilinçdışı terimi esrarlı bir sözcüktür.’ ‘Bilinçdışı diye bir şey yoktur; yalnızca bilincinde olduğumuz ve olmadığımız davranışlarımız vardır, işte bu bilincinde olmadığımız davranışlarımıza bilinçdışı diyoruz.’ Jung da şöyle söyler: ‘Freud ruhsal süreçlere durağan nitelik vermekte, bense bu süreçlere dinamik açıdan bakmaktayım. Benim için her şey görecedir. Kesin bilinçdışı diye bir şey yoktur; nesneleri ancak belli açılardan baktığımızda bilinçte bulamayız.’

Bilinçdışının Marksist eleştirisi ise Caudwell’dedir

“Ne denli basit olursa olsun her sinir ağında bütün nöron sistemi gerçekten işin içindedir. Piyanoda bir nota çaldığımızda basılmayan teller de basılanlar kadar işin içindedir, çünkü notanın neyse o olmasına yol açan, iyi ayarlanmış bir ses dizini içinde bulunmasıdır (…) Tüm bilinçli görüngülerde sistemin geri kalan sinir ağları da işin içindedir ve değişmiş olsun, olmasın bunların tüm içsel tepkileri bilinçli görüngü dâhil tüm davranışlara, özel örüntülerin temelini verir. Böylece bilinçdışı bilinç dâhil tüm davranışları değiştirir, diyebiliriz. Yani bilinçdışı sinir ağı ve deneyim, bilincin parçasıdır(…)Elbette ki bilinç ve bilinçdışı kesinlikle belirgin varlıklar olarak birer soyutlamadır. Davranışın bir parçası olan tüm sinir ağlarında değişken bir oran bizim herhangi bir anda bilinç ya da benlik dediğimiz grubu oluşturur… Freudculuk bir tarafın öyküsünü diğerini dıştalayarak kabullenmez. Her ikisini de eleştirmeksizin kabul eder. Böylece çözülmez bir ikiciliğe ulaşır (…) Bilinç tek izli bir etkinliktir, insan bir anda normal olarak ancak tek düşünce dizisini izleyebilir ve bu dizi en güçlü düşünce adamlarında bile bilincin donuk yarı bilinçli bir bulanıklıkla çevrelenmiş nokta ışığında arka arkaya gelmiş birkaç imgeden oluşur. Genelde insan düşüncesinin zenginlik özelliklerinden hiçbiri özelde bilincin etkinliği değildir. Herkes bir anda yalnızca bir şey üstünde yoğunlaşabildiğimizi bilir (…) Eğer iyi eğitim görmüş birinin korteksinin (n) sayıda gizilgüce sahip olduğunu düşünürsek bilinç bir anda ancak n’in çok küçük bir oranıyla ilgilenebiliyor. Geri kalan kısım ise bilinçdışı olarak kalıyor. Bu yüzden korteks öncelikle bilinçli değil, bilinçsiz bir organdır. O tek sahibi olan bir bilgi kütüphanesi gibidir. Çok geniş kaynakları olmasına rağmen sahibi bir anda bir kitabın bir satırındaki bir tek kelimeyi tarayabilir (…) Korteksteki bilinç, milyonlarca hücreden birkaçının parlamasıdır (…) İlkellerin dünyasında patlayan gök gürültüsü ve şimşek gibi nedensel görüngülerin tanrıların rastgele davranışlarına yorulması gibi bilinçli dünyada dalgalanmalar yaratan bilinçsiz etkiler de Freud tarafından çarpıtma, ketleme, bastırma, karmaşa gibi kaba isimlerle çağrılır (…) Freud, teorisinin fizyolojik içeriğinin ima ettiklerini kavrayamaz. Bütün sinir ağı örüntüleri deneyimin (ketleme) değiştirdiği bir tepki (içgüdü)den oluşmuştur. Böylece tüm sinir ağı örüntüleri tek bir devre oluşturan değişik oranlarda bilinçli ve bilinçsiz ögeler taşır. Toplum ketleme ve baskılarıyla bilinci yaratarak içgüdüleri kölelik değil, özgürlük yolunda yürütür. Köleleşmiş içgüdüleri özgürleştiren bir şeye Freud gibi ketlenme ve baskı demek önyargılı bir davranıştır.”[5] Caudwell’in 30’lu yıllarda yazdığı bu göz yaşartıcı derecede heyecan uyandırıcı görüşlerinin neredeyse hepsi doğru. Neye dayanarak doğru? 80 yıldan beri yapılan bilimsel araştırmalara, açığa çıkan yeni gerçeklere göre doğru. Beyin bu şekilde işliyor, düşünce-duygu-davranış, bilinç-bilinçdışı bu. Evrimci psikoloji dalındaki şu iki kitabı okumanızı öncelikle salık veririm: Aklın Tarih Öncesi – Steven Mithen,[6] Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür – Robert Kurzban.[7] Buralarda tartışılan ve bilimsel kanıtlara dayandırılmaya çalışılan şeyler, ben-benlik nedir, beyinde nerededir, bilinç nedir, bilinçsizlik nedir gibi konulardır. İkincisi çok daha yeni bir kitap. Modüler akıl görüşünü savunuyor. Chomsky popüler hale getirdikten sonra daha da yayılan ve daha çok kanıta dayandırılan bu görüş, insan beyninde-aklında “ben” diye bir ayrı merkez olmadığını, “ben”in çok sayıda akıl modülünün ortak çalışması ve birbiriyle rekabeti sonucunda oluşan değişken bir olgu gibi işlediğini öne sürüyor. “Modül, belli bir işlevi gerçekleştirmek üzere tasarlanmış, bilgi işleyen bir mekanizmadır.” Beyindeki bir fizyolojik işlev mekanizması. Yerleri kabaca belli ama sınırları henüz tam gösterilememiş nöron gruplarının evrimce seçilmiş belli otomatik uyum işlerini yapan düzenekleri. Chomsky’nin bahsettiği şey “dil modülü”ydü. Böyle binlerce göreve dönük binlerce modül bulunur ve belli aynı nöronlar muhtemeldir ki farklı farklı modüllerin parçasıdır. Kitabın Freudculuğu inceleyen kısmından sonraki bölümlerinde bu konulara daha ayrıntılı gireceğiz. Burada sadece Libet ve arkadaşlarının 1991’de yaptıkları bir araştırmadan bahsedelim.[8] İnsanın beyninde “ben” diyen daha küçük merkez, bir gerçek “ben” var mıdır? Yoksa insan beyni modüllerin ortak-rekabetçi karmaşık çalışmasıyla mı işlemektedir? Libet’in araştırmasında denekler EEG’ye (beyin dalgalarını kaydeden düzeneğe) bağlandılar. Onlardan istedikleri zaman bileklerini bükme gibi basit hareketler yapmaları istendi. “Libet ve meslektaşları, beyindeki aktivite ile deneklerin bileği hareket ettirme kararını ne kadar farkında olarak verdikleri arasındaki ilişkiyi incelediler.” Deneyde beyin aktivitesinin deneklerin bileklerini hareket ettirme arzularını bildirmelerinden önce geldiğini buldular. “EEG’den başka çok daha gelişmiş fMRI gibi teknolojileri kullanarak yapılan benzer araştırmalar da benzer etkileri ortaya koymuştur. Libet’in deneyine benzer bir çalışmayı irdeleyen Wired dergisinde geçenlerde şöyle bir başlık gördüm: ‘Beyin tarayıcıları daha siz karar vermeden kararlarınızı görebiliyor.’ Neden şimdi bu haber? Kararın verildiği anı, denek kararı verdiğini bildirmeden önce beyin tarayıcılarının göremeyecek oluşu ancak şu şekilde mümkün olabilirdi: Karar vermek için gerekli uzun süreci başlatan o ilk modül, bilinçli farkındalıkla ilişkili o az sayıdaki modüllerden biri olsaydı, bu vakada beyin aktivitesi ve karar verme duyusu aynı anda gerçekleşebilirdi. Ne var ki karar verme duyusunun beyin aktivitesinden önce geldiği hiçbir senaryo yoktur.” Bunun önemi ne? Kaba bakışla “İşte, Freud’un bilinç öncesinde bilinçaltı fikrinin doğrulanması” diyen çıkabilir. Karar verip konuşan eğer Freudculuğa göre ego ise, ondan önce bir yer var ki, işi ilk o başlatıyor, ama bu yer “benim” diye konuşan yerden farklı bir yer. Ancak kabaca bir benzerlik. Kurzban ve başkaları bunu modüler aklı doğrulayan bir deney olarak kabul ediyor, mekanik biçimde yapılmış bir “bilinçaltı” sınıflamasını doğrulamak için değil. “Ben” diyen ve konuşan farklı bir modül var, bir de asıl kararı başlatan farklı farklı modüller… Ve bu kararlar, farklı kararlara zorlayan farklı modüllerin çatışması sonucunda galip gelenin üstünlüğü doğrultusunda alınıyor. Yani siz Freudculuğa inandığınızda son derece gelişmiş ve karmaşık bir bilgisayar işleyişini, çarklar ve dişlilerle işlev gören ve ancak sınırlı sayıda basit işlemler yapabilen eski tip mekanik bir hesap makinesi şemasıyla açıklamaya çalışıyorsunuz. Alet ve düzen kabaca benziyor, ama işleyiş tamamen farklıdır.

Ara saptamalar:

İnsanı insan yapan bilinçli etkinliğidir. Bilim bunu gösteriyor. Üretim, sosyal ilişkiler, hayatta kalma mücadelesi, dil… İnsanı hayvandan farklılaştıran uygarlık bilinçaltıyla gerçekleşmedi, bilinçle gerçekleşti. Bilinçdışına bu kadar önem atfetmek onu yüceltmek demek. Uygarlığı, dili, sanatı, bilimi, Freud’u, bilinçdışı mı yaptı, bilinç mi? İkisini birbirinden ayırmanın anlamsız bir düalizm olduğunu gördük, ama insanı insan yapan, Freud’u da konuşturan, yazdıran hep bilinçli etkinliklerdi. Bu bakımdan özgürlük ve iyilik de bilinçaltında değildir, bilinçtedir; bilinçaltının güçlenmesi, özgürleşmesi hayvanlaşmayı ve köleleşmeyi getirir. Peki, entelektüeller olarak aslında olmayan bir şeye neden bu kadar önem yükledik? Çünkü insanlar bile bile işledikleri, farkında olarak ve hatta ince ince planlayarak işledikleri suçları, kendi vicdanları veya birileri suçladığında başka bir güce, denetleyemedikleri büyük bir güce yüklerler. Bu şeytandır. Freud’un “bilinçaltı” da pek çok entelektüelin, aydının, yazarın, siyasetçinin, sinemacının vb. tümüyle farkında oldukları ve bile isteye gerçekleştirdikleri tüm günahlarını yükleyecekleri güya kontrolleri dışı şeytandı. (Ensest de buna dâhildi, yalan, dost satma, çıkarcılık, korkaklık, düşmanla işbirliği, tutarsızlık… Her şey.) Suçu ona yüklüyor ve rahatlıyorlardı, yazılarında ondan bahsediyor ve arınıyorlardı, o da olmadı psikanalize giriyor, “günah çıkartıyorlardı.” Ahmet Öz dostumun Cogito’da yayımlanan söyleşisinde Karatani şunu söylüyor: “Bununla birlikte, Freudcu psikanalizin bilinç seviyesinde düşünmenin ötesine geçen yeni bir düşünce tipini açığa çıkardığı söylenir. Doktor-hasta ‘diyalog’u sırasında ortaya çıkan bu düşünce ortak kurallara dayalı simetrik bir diyalog değildir elbette. Hem doktor hem de hasta ‘başkasıdır’. Burada mesele, hakikati doktorun sözlerinin göstermesi değildir. Mesele hastanın, doktora karşı çıktığında ya da direndiğinde ortaya serilen ‘bilinçdışı’dır. Diğer bir deyişle, burada diyalog bir fikir birliğine varmayı değil, iki kişinin bakış açıları arasındaki ‘paralaks’ı öne çıkarmayı amaçlar.”[9]  Sevgili Ahmet, hasta eğer “normal” bir doktorla konuşsa Karatani ve senin dedikleriniz doğru olabilir. Hekim psikanalist olmasa, yani hastayı önyargılı sorularıyla yönlendirmese ve hastanın söylediklerini yine kendi çarpık dogmasıyla yorumlayıp ona baskı kurmasa doğru olabilir. Sadece o da değil. Psikanalizin en çok eleştirildiği konulardan biri de sözde saklı “gerçekleri” ortaya çıkaran bu garip seanslardır. Psikanaliz oturumlarında hasta durmadan konuşmak zorundadır. (Konuşmasa da doktorun canına minnettir, ama saat parası işlediğinden her hasta bu hakkını kullanamaz.) Doktorsa sorular sorar, aralarda yorumlarda bulunur. Bilişsel psikoloji araştırmaları şunu iyice ortaya koymuştur ki, insan hafızası kolay unutur, kolay yanılır. Sürekli konuşmak zorunda olan ve doktorun yönlendirmesiyle bunu belli mecralarda sürdüren hasta, bazı anılarını gerçeğe uygun anlattığı gibi, daha büyük çoğunluğunu yanlış, hatalı anlatır, hatta elinde olmaksızın uydurur. İşte güvenilirliği son derece şüpheli söz konusu anlatımlar üstüne bir de doktorun o hurafeye dayanan kuramsal yorumları eklenince giderek terapi saçmalama yarışına döner. Bilişsel psikolojide “Source-monitoring error” diye bir kavramdan söz edilir. Kaynağı izleme (kaynağı saptama) hatası diye çevrilebilir. İnsan bir şeyi hatırlarken, neyi gerçekten duymuş, neyi duymamış olduğunu (sonradan düşünüp kafasında uydurduğunu) ayırmakta hataya düşebilen bir canlıdır. Yani hatırladığımızı zannettiğimiz bir şey kulağımızla duyduğumuz, gözümüzle gördüğümüz bir şey değil de, kafamızda canlandırdığımız hayali bir şey olabilir. Bilişsel psikologların önemli bir kısmı “bastırılmış anılar” denen olguya derin bir kuşkuyla bakarlar. Hatırlanan bazı anılar sapmış veya uydurma anılar olabilir. Ayrıca terapistler “hastalarının kafasına bazı düşünceleri ekebilirler.”[10] İşte olayın esası bu! Psikanalistler genelde AKP polisi gibi çalışırlar. Hastanın bilgisayarına, beynine gerçek dışı belge-bilgiler sokarlar ve bunu zabıt altına alırlar. Freud’un asıl ereği de buydu. Yanlış anladığı, yanlış anlattığı soyut bir bilinçaltı kuramıyla hastalarının kafasına kendi fantastik masallarını yerleştirmek, Oedipus karmaşası gibi saç- malıkları insanlara itiraf ettirmek.   Böylece bilinçaltının şifresini, anahtarını kendi ellerinde tutabiliyordu, insanlığın beyniyle sorumsuzca oynayan bir sektin yetkesini tek başına elde tutmak, peygamberlikten öte bir Tanrılık duygusu yaşatıyordu “ego”suna.

Türkiye’de yazar olmak, Freud’un bilinç-bilinçaltı fantezisi (toparlama)

Herhangi bir anda kenara çekilin, sakin bir yere oturun ve bilincinizi boşaltmayı, hiçbir şey düşünmemeyi deneyin. Başaramadığınızı göreceksiniz. Meditasyonda çok ileri düzeye yükselenler bile bunu uzun süre başaramaz, onun yerine imgelemi tek bir noktaya odaklamaya yönelirler. Bilincinizi bembeyaz, bomboş yapmaya çalıştığınızda büyük çoğunluğu rastgele, bir bölümü çevre uyaranlarca serpilen, iç içe geçmiş ve birbirini izleyen çok sayıda imge, anı, duygu, düşünce parçacığı, kümesi sahnede bir festivale başlarlar. Ya da uykuda rüya gördüğünüzde. Bilinciniz görünüşte kapalıdır, ama gayet bilinçli konuşmalar, senaryolar içinde yaşamaya başlarsınız, mantıkla mantıksızlık, gerçekle gerçek dışı yoğrulmuş halde resmigeçittedirler. Sakin sakin otururken ayağınızı bir sinek soksa aniden çekersiniz bacağınızı. Sinek soktuğunu ve bacağınızı çektiğinizi hareketi yaptıktan sonra ayırt edersiniz. Buna da refleks diyoruz. Bir önceki bölümde görmüştük, aynı konuda birçok deney gerçekleştirilmişti. İstemli hareketleri yaptığımızda karar alan merkezden önce beynimizde başka bir merkezin çalışmaya başladığı gösterilmişti. Yani karar alan veya kararın farkında olan veya kararın alındığını bildiren beyin merkezleriyle gerçek karar alıcı merkez birbirinden farklı olabiliyordu. Tüm bunlardan çıkarmamız gereken sonuç ne olmalı? Beynimizde veya beynin işlevselliğinde şunlar bilinçtir, bunlarsa bilinçdışıdır diye ayırabileceğimiz ayrı bölümler yok. Şu an bilinçli olan ertesi saniye bilinçsiz hale geçiyor. “Ben”im ve “bilinçliyim” diyen merkez de keza sürekli nöbet değiştiriyor, beyinde veya onun işlevselliğinde “ben”i veya bilinci yerleştirebileceğimiz kalıcı ve aynı nokta yok. Ve belki daha önemlisi, bilinç ve bilinçaltı ayrımı gerçeğe uymadığından “bizi bilinç yönetiyor” veya “bizi esas yöneten, baskın olan bilinçaltıdır” demenin bilimsel bir anlamı da yok. Bunlar fantezi. İlla hangisi baskındır diye sorulsa (ki aynı nedenle kısmen anlamsız bir sorudur) elbette bir bütün insanlık durumu-kültürü için de, tek tek insanların bireysel gerçekliği için de “onu asıl belirleyen bilinçli halidir” diyebiliriz. Peki, tüm bunlara karşın niye insanlar hâlâ bilinçdışı kavramını kullanıyor? Birinci nedeni bunun gündelik dile, kolayca kullandığımız rahat kavramlar arasına girmesi. Bir dil alışkanlığı yerleşince bazen karşıdakine laf anlatmak için kolaycılıktan, bazen mecburiyetten, bazen de farkında olmaksızın o kavramı kullanıyorsunuz. Ben bile birçok kez “bilinçaltı” sözcüğünü kullanmışımdır. Düşünsel alışkanlıkları, kolaycı konuşma kalıplarını değiştirmek çok zor. Örneğin Türk filmlerinde polis gelir ve kişiyi “tutuklar”. Oysa Türkiye’de polisin tutuklama yetkisi hiç olmamıştır. Polis gözaltına alır, yakalar vb. Ama belki bin sefer uyarılmış olsalar da Türk filmi polisi “tutuklamaya” devam eder. Akıl bir kez tutuklanmıştır çünkü. Buradaki yorumlarda da gördünüz. Bilinç-bilinçaltı ayrımının hiçbir bilimsel kanıta dayanmadığını, tersi yönde kanıtların ise dağ gibi yığıldığını söylesek de bazı okurlarımız görüş bildiriyorlar: “Ama aslında ben bilinçaltının daha güçlü olduğunu düşünüyorum!” Başka bir temel neden ise bunun bir dünya görüşü, bir inanç sistemi olarak belli tipte kişiliklerin değişmez seçimi olması. Otuz yıldır geliştirmeye çalıştığım temel tezlerimden biri şu: Heraklit’in ve başka birçok düşünürün vurguladığı “karakteri insanın kaderidir” görüşünün günümüz bilgi düzeyiyle güncellenmesi. Kanımca (tezime göre) insan toplulukları belli temel kişilik grupları altında bölünürler. Çağlar boyu değişmez bir gerçektir bu. Kuramı burada anlatmayacağım. Kısaca şöyle özetleyeyim: Hemen her çağda, her toplumda belli tipte kişilik özellikleri fazla değişmeden sabit kalır. Örneğin bir şeylere körü körüne inanma eğilimi gösterenler, sorgulayıcılar. Düzene uyanlar, düzene isyan edenler. Dindarlar, dine inanmayanlar gibi… Freudculuk da bir dogma veya inanç sistemi olarak onu sorgulamadan kabul eden belli kişiliklere bir şekilde çok uyan bir öğretidir ve bizim aksini kanıtlama çabalarımız, ne kadar sağlam kanıtlar ortaya koysak da pek çok vakada bir işe yaramayacaktır. O halde niye bu kadar emek veriyoruz, çaba harcıyoruz? İlk neden, kendimizi rahatlatmak için vicdanımıza “ben görevimi yaptım, tebliğimi yaptım” diyebilmek. İkinci olarak ise, tüm insanlar bir şeye inanmakta veya inanmamakta iki grup altında toplanmaz veya toplansa da bazıları o saflarda gevşek durur, bağımsız durur. İşte giriştiğiniz o ikna çabaları daha çok bu ortadaki, görece bağımsız, daha sorgulayıcı düşünebilen insanlarda işe yarayabilir, yaramaktadır. Bir futbol takımının taraftarı olmak genellikle akıl dışı (bilinçdışı) motivasyonlardan kaynaklıdır zannedilir. Biraz doğruluk payı vardır bunda. Ne ki yapılan birçok çalışma akıl dışıyla açıklanamayacak birçok somut veri sunar bize. Estetik duygular, uyarılma ihtiyacı, eğlenme gereksinimi, kendine güven kazanma, aidiyet hissi kazanma, grup dinamiklerinden yararlanma, ekonomik getiri, kazanma duygusu, ortaya konan başlıca motivasyon kaynaklarıdır. Örneğin Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre başarma-kazanma duygusu (takımın başarısı) taraftar olmaya iten etkenler arasında beşinci sıradadır. Ama gariptir, takımı fanatik olarak tutmaya devam etmek için “başarı kazanma” gereği birinci sıraya geçer. İngiltere’de yapılan başka bir araştırmada takımın başarısının taraftar olmak için çok daha geride yer aldığı anlaşılmıştır. (ABD-İngiltere arası kültür farkı, bizde herhalde başarı beklentisi daha ön sırada yer almaktadır.)[11] Bunu niye anlattık? Bir kere takım taraftarı olduktan sonra o takımı bırakan kaç kişi gördünüz? Herhalde pek azdır. Bir dinin mensubu olarak yetiştikten sonra başka dine geçenler? Dinsiz olanları saymazsanız (o da ayrı bir karakterdir), daha da az. Başka deyişle belli kişilik ve çevre etmenleriyle insanlar bir aidiyete kapılırlar (her kişi için çevre-kişilik oranı, baskınlığı farklıdır) sonra da o aidiyetlerini kolay kolay terk etmezler. Buna her şart altında çevre etkeni destekte bulunur. Türkiye’de Sünni İslam olmak her alanda başarı getirir, o yüzden Sünni İslam’a bağlı bir kişinin bunun toplumdaki en yaygın yorumundan uzaklaşması çok zordur. Freudculuk da Avrupa ve ABD entelektüel âleminde başarı getirir, en azından dışlanmayı önler. Bir kişinin Freudculuğu bırakması o yüzden de çok çok zordur.

Türkiye’de düşünür olmak

Burada yazılmakta olan Freud eleştirisi, bugün dünyadaki Freud eleştirisinin en uç noktası. Tevazua gerek yok, bu böyle, siyaset psikolojisiyle bu kadar ilgili, pratiğin içinde, tıbbı, hem psikiyatriyi, hem psikolojiyi, evrimci psikolojiyi, hem de Marksizmi birlikte bilen, bu kadar lüzumsuz disiplinle aynı anda haşır neşir benim kadar gereksiz ikinci bir kişi yok. Peki tepki? Bir potansiyel güç ancak tepkiyi karşılayacak bir maddi güç varsa kinetik güce dönüşür. Sanırım bendeki güç sanal bir güç, o yüzden herhangi bir maddi gerçeklikten yansımıyor, ciddi bir ideolojik tepki de bu yüzden almıyor, tartışma çıkmıyor. Zaten ABD odaklı psikiyatri, psikoloji çevreleri Freudculuğu zararsız hale getirmişler, o nedenle ona yüklenme gereği de duymuyorlar pek. Onu tarihsel bir zenginlik olarak kabul ediyorlar. “Psikiyatri ve Psikoloji, Birleşik Devletler’de uzun süredir psikoanalize meftun durumdaydı. Ancak son yirmi yılda uygun yere konuldu, kesin biçimde ıskartaya çıkarılarak değil, ama artık kendi başına yeterli ve gerekli görülmeyerek. (Tüm iktisadın Marksizm içinde değerlendirildiğini düşünün, yakın zamana dek psikiyatri de psikoanalize bağımlıydı)”[12] Onlar uygun yere koyup bırakmışlar, ama biz bırakamayız. Çünkü onlar siyasetle, solla ilgilenmiyor pek fazla. Bizse burada sol içindeki ezici liberal baskıyla mücadele etmek için onun temel direklerinden biri olan Freudculukla baş etmek zorundayız. Nasıl olacak benimki gibi hayali güçlerle bu? Liberallikten kastım, sol içine sol olmayanı katan her türlü ideolojik etki. Geniş anlamda alıyorum bu kavramı. Böyle baktığınızda bizde milliyetçi, ulusalcı, jakoben görünümlü liberaller de çok.

Freud’un Cinselliği

Freud insanın cinselliğini akıl-ruh yapısında baş yere koymuş ve böylece bir devrim gerçekleştirmiştir denir. Bir yere kadar doğru. Devrim biraz nasyonal sosyalist bir devrim olmuştur yalnız. Cinselliğe bakışı önemserken insanlığın cinsellik bilgisini de dumura uğratmıştır neredeyse yüz yıl. Freud, “İnsanın ruhsal-akli işleyişinde, ruh sağlığında-sağlıksızlığında cinselliğin rolü çok önemlidir,” deseydi ve bunun az çok mantıklı düzeneklerini ortaya koysaydı, amenna. Freud’un insanlık cinselliği dediği şey, şahsının mesnetsiz sapıkça düşünceleridir. Hızla özetlersek şudur: Freud’a göre insanın cinsel arzusu doğumla birlikte başlar. Bu kastettiği cinsellik, libido, simgesel veya metaforik anlamda değildir, basbayağı cinselliktir. Bebek önce annesinin memesini cinsel obje olarak algılar. Basbayağı cinsel obje, lamı cimi, metaforu yok. Sonra ondan ayrılmakla büyük bir cinsel, varoluşsal yoksunluğa girer. (Yalandan kim öldü.) Ama seks güdüsü bu kez kıçına, yani anüsüne inmiştir. Basbayağı kaka yani bok ve onu tutma ve çıkarma hadiselerini bir cinsellik olarak algılar ve onunla halvet olur, ona bağımlı olur, meftun olur. Ondan sonra asıl büyük şehvetli dönem gelir. Çocuk anasına âşık olur yeniden. Fakat babasını da rakip görmeye başlar. Üçlü takılırlar, ancak büyük bir tehdit altındadır. Anasına olan bu şehvetini fark etmekte olan babası her an onu hadım edebilir. Hadım ederse ne olur? Ne olur bu erkek çocuk? Anası gibi olur, öbür kızlar, kız kardeşleri gibi olur, yani pipisiz ve aşağılık bir yaratığa dönüşür! İşte insanın tüm yaşamına yön veren en esas takıntısı, insanın varoluşsal özü bu karmaşadır. Bu dönem fallik dönemdir, ortalama 3-6 yaş arası yaşandığı ileri sürülür. Bu büyük, bu en önemli karmaşanın adı da şudur: Oedipus kompleksi!  Şimdi burada bu kadar kaba şekilde ifade ettim diye, bu ne seviyesizlik diyenler çıkacaktır, bu adam kendini yazar, üstelik düşünür sanıyor… Ama aynen budur işte Freudculuk ve bu deli saçması milyonlarca entelektüelce paylaşılan bir baş kuramdır dünyada. Lacan’ından Zizek’e, Althusser’ine buna inanırlar. Gerçi yeni doğanda bir hafta sonra (erkekte) cinsiyet hormonu hızla yükselir. Üç ay sonra ergenlik öncesi dönemdeki düzeyine düşer. Kızda ise daha değişik bir mekanizma vardır, bir cinsiyet hormonu birkaç yıl yüksek kalır, ardından ergenlik öncesi dönemindeki hale geriler. Buna “mini puberte” adı verilir.[13] Evet, böyle bir şey vardır, ama Freud’un takvimine hiç uymamaktadır.  Freudcu cinsellik burada ve başka birçok yerde görüldüğü gibi basbayağı erkek bakışlı, (cinselliği adamakıllı baskılanmış her türlü çıkış arayan bir erkek) faşizan bir bakıştır üstelik. Bizde İslam’ı kadınların örtünmesi olarak algılayan ve öyle göstermeye çalışan çıkarcı mı çıkarcı, cahil mi cahil bir kalabalık çevre var biliyorsunuz. İslami çevreden bazı kadınlar, çarşafa ya da türbana girmeyi bir haksızlık olarak değil, hak olarak görür ve bir de bu “hakkın” nümayişlerini yaparlar, bilirsiniz. Freud düşüncesine inanan kadınlar da, Freud kuramı ve pratiğinin kadın düşmanı yönü apaçık ortadayken adeta “ulu elçi öyle emretmişse biz öyle hak ettiğimizdendir” demektedir. Akıl alır gibi değil. Tüm insanlık kurgusu, erkek çocuk, onun anaya aşkı ve babasının onu rakip görmesi üstüne oturtulur; kadınlar ise “Biz ne oluyoruz burada, eşek başı mıyız!” diye itiraz etmez. O kadınlar ki, zaten pipileri olmadığı için eksikli doğmuşlardır, onların hayatta bir kompleksi bile yoktur, sonra ağlamasınlar diye onlara da bir Elektra kompleksi uydurulur. Bu Elektra kompleksi aslında Oedipus kompleksini mantıken temelden götürür, öyle olması gerektir, ama kimde ne mantık arıyoruz? Daha trajik olanı, bu kuram düşünce dünyasının yalıtılmış bir yerinde entel muhabbeti olarak durmaz. Bu sabuklamalarla insanlara tanı konur, bunlarla tedavi edilir… Ve bu arada daha sonrada örneklerini vereceğimiz yüz binlerce profesyonel kakavanlık yaşanır. Biri şudur örneğin: Bir anne, çocuk koruma kurumuna başvurarak, eski kocasının çocuk görme günlerinde dört yaşındaki kızını cinsel olarak suiistimal ettiğini söyler. Adam çağrılıp ifadesi alınır, müphem bilgiler elde edilir. Kadınsa psikolojik incelemeye gönderilir. Psikolog, uygulanan Rorschah testine dayanarak kadının, kendi kişisel sorunlarını çocuğunun sorunlarıymış gibi yansıttığını, depresif bir duygudurumla yorumladığından eski kocasına karşı iddialarının çarpıtmaya dayandığını belirtir. (Rorschah testi: Psikanalitik kaynaklı bir test, bu saçmalık psikanalitik yorumlarla birleştirildiğinde dadından yinmez) Bu yüzden kurum, annenin sonraki şikâyetlerini de incelemez. Bir yıl sonra çocuk kötü bir durumda acil servise kaldırılır. Çocuğa tecavüz edildiği anlaşılır ve rektumunda babaya ait spermler bulunur. (Tarafsız bir textbook’tan:  Psychology in Perspective, Carol Tavris – Carole Wade, Longman.)  Daha çok var bu bilgilerden, cinselliğin esas bölümü bir sonrakine…

*Kaan Arslanoğlu’nun, 2016 yılında İthaki Yayınları’ndan çıkan Evrimci Açıdan Din, Psikoloji, Siyaset kitabının Freud eleştirisine ayrılan bölümlerine yer verdiğimiz bu makale, önümüzdeki sayıda devam edecek.

[1] Kaan Arslanoğlu, Yanılmanın Gerçekliği, İthaki Yay. İst., 2005, 1. Bölüm, 5. Kısım.

[2] Louis Breger, Freud, Görüntünün Ortasındaki Karanlık, YKY, İst., 2012.

[3] Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, çev. Nilüfer Kuyaş, Alan Yay., 1991, 3. Baskı.

[4] Christopher Caudwell, Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, çev. Müge Gürsoy Sökmen, Ali Bucak, Metis Yayınları, 1. cilt Ekim 1982, 2. cilt Mayıs 83.

[5] Caudwell, age, 1. cilt s. 161-171.

[6] Steven Mithen, Aklın Tarihöncesi,  çev. İrem Kutluk, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000

[7] Robert Kurzban, Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür, çev. Zafer Avşar, Alfa Yayınları, İst., 2012.

[8] Kurzban, age.

[9] Cogito, YKY, Sayı 59, Yaz 2009.

[10] Robert J. Sternberg, Cognitive Psychology, Thomson-Wadsworth, 2006

[11] Wann, Melnick, Russell, Pease, Sports Fans, Routledge, 2001.

[12] Nassir Ghaemi, A First Rate Madness, Penguin, 2012.

[13] Chris Hayward, Gender Differences at Puberty, Cambridge UP, 2003.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi111

Bunu paylaş: