Freudculuğun Eleştirisi (2. Bölüm) – Kaan Arslanoğlu

Freudculuğun Eleştirisi (2. Bölüm)*

Yazı dizisinin ilk bölümü için;

http://www.azizmsanat.org/2017/04/05/freudculugun-elestirisi-1-bolum-kaan-arslanoglu/

***

Sahtekâr bir adam olarak Freud’un rezil cinsellik kuramı

“Genele uygulanabilecek tek bir fikir belirdi kafamda. Bir vaka olarak kendime baktığımda da anneme âşık olduğumu ve babamı kıskandığımı fark ettim, şimdi bunun çocuklukta rastlanan evrensel bir olay olduğunu düşünüyorum.” Freud (Wilhelm Fliess’e mektubundan)

Bu dizinin yazarını tanımasanız bile şimdiye dek yazılanlardan herhalde anlamışsınızdır. Freud’un Oedipal kuramında en ufak bilimsel gerçeklik bulabilseydik o gerçekliği kabul ve derinleştirmede dibine kadar gider, cinselliğin tavanına vururduk. İtirazımız tutucu-gerici ahlaktan kaynaklanmıyor. Evrensel temel ahlaka ve bilimsel ahlaka dayanıyor.

Freud’un aklına esseydi de mitlerden, hikâyelerden Oedipus’u değil herhangi başka birini seçseydi, örneğin tüm insan ruhsal yapısını, varoluş dramını Othello üstüne kursaydı, ne değişirdi? Hiç sordunuz mu kendinize böyle bir şeyi? Othello’nun kıskançlığını da değil, başka bir şeyi kurgulasaydı. Mesela şöyle bir senaryo: Çocuk doğduğu andan itibaren annesinin görünümünden, deri renginden farklı bir karşı cins aramaya başlar. Annesi beyaz tenliyse kara tenli, kara tenliyse beyaz tenli bir kız veya erkek arar. Onu bulduğunda ve aralarında ilişki başladığında sorun bitmez. Bu kez de gözü kendi ten renginde karşı cinsten bireylere kaymaya başlar. Ve bu çözülmez, bitimsiz gelgitler, kıskançlıkla açıklanamayacak ruhsal boşluklar yaratır kişinin bilinç ötesi dünyasında…

Pekâlâ, kabul edilebilir bir kurgu, öyle değil mi? Şu anda beş dakikada uydurdum. Emin olun bu kurama yaşamdan milyonlarca örnek bulunabilir ve Oedipal kuramdan çok daha gerçekçidir. Ama aslında en ufak bir bilimsel değeri yoktur, çünkü tüm insanlığın karakterini, yazgısını açıklayacak bir kurgu asla değildir, ufak hakikat parçalarından türetilmiş bir fantezidir. Freud, “Oedipus karmaşası” kuramı yerine “Othello açmazı” kuramını dünya entelektüel âlemine sunsaydı belki yüz yıldır onu konuşuyor olacaktık. Belki de konuşmayacaktık, çünkü bir kuramın ne kadar saçma ve gerçekdışı olsa da tutulmasını veya tutulmamasını sağlayan şey çoğu kez belirsizdir. Belki de Oedipus kuramındaki o iç gıcıklayıcılık, o insanda isyan hissi uyandıran pervasızlıktı onu popüler kılan.

Fakat gerçeğe baktığımızda, elbette çocuk cinselliği diye bir şey var. Bunu çok az kişi reddediyor. Küçük çocuk, kafasında ana babasına dair o masum çocuk cinselliği içinde birtakım hisler geliştirebilir, birtakım yarı bilinçli arzular duyabilir. Zaten çocukların içleri erişkinlere göre çok daha dışlarıyla birdir. Bazı duygu, heves ve arzularını ifade ederler zaten. Babamla evleneceğim diyebilirler, annemi babamdan kaçıracağım da derler. Ama bu duygular sıklıkla yer değiştirir. Bazen babası kimine göre anası öne çıkar. Ve asla bu anne babayla sınırlı bir ilgi değildir. Kardeşine de aynı duygular besleyebilir, komşu teyzeye de, akraba bir delikanlıya da. Ve tüm bunlar bir iki yaşında, tamamen çocuğun ilkel zekâsı içinde de cereyan edebilir, 3-6 yaş arasında görece yükselmiş aklıyla ve kısmen anımsanan dönemde de, 6 yaştan sonraki tüm dönemlerde de.

Ve bu dönemlerden hangisinin daha önemli olduğuna, anımsanan deneyimlerin mi anımsanmayanların mı baskın olduğuna dair hiçbir bilimsel kanıt bulunmamaktadır. Ayrıca bu tür masum cinselliğin insan karakterinin oluşumunda gerçekten önemli rol oynadığına dair hiçbir veri yoktur.

Ancak farklı türden düşünceler giderek kuvvetlenmektedir ki, onları doğrulayan çok sayıda çalışma yapılmıştır, bu çalışmalar devam etmektedir. “Kişilik ve mizaç-huy, çoğumuz başka türlü düşünsek de akıl hastalıkları gibi biyolojiktir. Temel mizacımız anaokuluna gidinceye dek kurulur ve çalışmalar üç yaşında saptanan temel mizacın on sekiz yaşındaki erişkin mizacımızı öngörebildiğini ve kararlı olduğunu göstermiştir.”[1]

Thomas ve Chess’in 1984 tarihli çalışması, 133 deneği bebekliklerinden ergenlik sonuna dek izledi. Bu deneklerin 3 yaşında gösterdikleri temel huy özelliklerinin ergenlik sonunda büyük oranda korunduğu gösterildi. Ana baba tutumunun ve maruz kalınan travmaların, sonuçları büyük ölçüde değiştirmediği görüldü. Evlat edinme çalışmalarının birçoğu, antisosyal kişilik bozukluğunda genetik etmenin büyük rol oynadığını gösterdi. (Düzgün aileler içinde yetişen antisosyal ana babanın çocuklarında yüksek oranda kişilik bozukluğu görülüyordu.) İkiz çalışmaları tek yumurta ikizlerinde çift yumurta ikizlerine göre, yüzde 68’e yüzde 33’lük bir üstünlük gösterdi. (Kathleen R. Merikangas, Myrna M. Weismann, American Journal of Psychiatry, 1986)

Psikolog Walter Mischel’in 1960’lardaki “lokum deneyi” klasikleşmiştir. Dört yaşındaki çocuklar bir odaya alınır. Önlerine birer lokum konulur. İstedikleri zaman onu yiyecekleri söylenir. Fakat 15 dakika sonra yerlerse bir lokum daha verilecektir onlara. Bazı çocuklar kendini tutamayıp lokumu hemen yerken, bazıları arzularını denetleyerek 15 dakika dayanırlar ve ikinci lokumu da yiyebilirler böylece. Bu, çocuktaki kendini denetim gücünü gösterir. Aynı çocuklar ergenlik sonrası yıllarına dek izlenmiştir. Kendini denetleyebilen gruptakilerin denetleyemeyenlere oranla birçok bakımdan daha başarılı oldukları saptanmıştır. [2]

Kişiliğin oluşmasında genetik ve çevresel etmenlere tekrar döneceğiz. Burada genetik biyolojik belirleyiciliği vurguladık diye çevresel etmene önem vermediğimiz anlaşılmasın. Yalnız çevresel etmen dediğimiz şey de kesinlikle Freud’un fantezisindeki tuhaf şeyler değildir, bilimsel yaklaşımda bu uydurmaların hiçbir önemi kalmamıştır artık. Birçok “textbook”da ve tarafsız tıbbi yayında, değişik ruhsal hastalıklara neden olabilecek etmenler sıralanırken Oedipus karmaşası veya oral-anal-fallik dönemin Freudcu yorumunun bahsi bile geçmemektedir. Rastgele bir örnek, Mayo kliniğinin bir yönergesinden:

Somatizasyon bozukluğu, konversiyon (histeri) için yatkınlık getiren etmenler: Yakın zaman gerilim, ruhsal örselenmeye uğrama; kadın olmak; başka bazı nevrotik psikiyatrik bozuklukları olmak; başka bazı nörolojik bozukluklar; yakın akrabalarında, ailesinde aynı türden hastalık geçirenlerin bulunması (kalıtım); geçmişte fiziksel veya cinsel örselenmeye uğramak; ihmal edilmiş çocukluk…

Rastgele dedik ama bunu özellikle somatizasyon bozukluğu, konversiyon (yani histeri) üstünden seçtik ki, Freud’un en çok üzerinde durduğu, kuramını neredeyse tamamen üstüne inşa ettiği psikiyatrik hastalık tam da budur. Var mı bu devirde anaya aşktan, babanın kendini hadım etmesinden korkma diye bir şey bilimsel psikiyatride?

Yineliyoruz: Freud insanın cinselliğe bakışında bir çığır açmış, bunun önemini vurgulayarak bir devrim yapmıştır, ama bir karşıdevrimdir bu. İnsanın cinsellik bilincini en az elli yıl kapamıştır. Keza bilinçaltı-bilinçdışı kuramı da bir yeniliktir, ama onu da baştan çarpık kavradığından bilinçaltı kavramını da bilinçle birlikte batırmıştır. Şimdi Freud’dan başka somut örnekler göreceğiz.

Freud’un zavallı vakaları 

Kadınları küçük gören bakışına, kuramıyla onları aşağılamasına karşın her ne hikmetse Freud’un hastalarının büyük çoğunluğu kadındır, kuramını üstünde kurduğu vaka örneklerinin de çoğu kadındır.

Niye kadınlar büyük çoğunluktur? Kadınlarda Freud’un ilgilendiği türde nevrozlar çok daha yaygındır bir kere.  Muhtemelen şimdi olduğu gibi erkekler çok zorda kalmadıkça psikiyatriste gitmemektedir. Freud’un tanı ve tedavi tarzı büyük ölçüde doktorun otoritesine, telkinine ve karizmasına bağlı olduğundan, buna daha az kapılan erkekler olasıdır ki tanı ve tedaviye daha çok “direnç” göstermekte, bu da başarı şansını düşürmektedir. Her neyse konumuz bu değil. Konumuz şu: Freud’un kadınlar üstündeki başarısız tedavili vakaları inanılmaz derecede çoktur. Fakat bunların büyük çoğunluğu psikanalizin aylara, yıllara yayılan ve bağımlı hale getiren yönteminden ötürü terapistten (Freud’dan) bir türlü ayrılamamaktadır! Pardon, konumuz bu da değil.

Konumuz şu ki, Freud başarısızlığı gizlemek için notlarında, yayınlarında türlü numaralara başvurur, bunlara kılıf uydurur ve kuramı neredeyse bu kılıflarla örülmüş koca bir yamalı bohçadır.

Freud’un kuramını oluşturan vakalardan en çarpıcıları:

Emma Eckstein vakası: Freud’un genç hekimlik yıllarında en yakın dostu, kankası, eşcinsel hisler duyduğu bir hekim arkadaşı vardır. Wilhelm Fliess. Freud’un eşcinsel hislerini saklamaya gerek duymaması, ikide bir bunu ifade etmesi, emin olun beni hiç ilgilendirmiyor, ama konuyu anlamanız açısından bunu belirtmek gerekliydi. Biraz bende de vardır homofobi, ama inanın Freud’a tepkim asla onun cinselliğinden de cinselliği abartmasından da kaynaklanmıyor. Bu iki kanka durmadan kokain çekerler ve üstelik hastalarına da kokain verip hızlı “iyileşmeler” sağlarlardı. O da beni ırgalamıyor fazla, Freud bir süre sonra hastalarına kokain vermeyi keser (ondan bile emin değilim artık). Çünkü o zaman bile hekimler arasında kokainin reçete edilmesi yanlış bulunmakta, ayıplanmaktadır, suç kapsamına girmek üzeredir, muhtemelen bu yüzden Freud bir süre sonra tırsar.

İşte bu kankası Fliess, Emma Eckstein adlı bir kadına başarısız bir burun ameliyatı yapar. Niye mi yapar? Orası ayrı bir skandaldır. Bahsi geçen iki kafadar histeri hastalığı ile insandaki cinsel organ mukozası ve burun mukozası arasında bir bağlantı kurmaktadır. Zavallı genç kadın Emma histerik belirtilerinden ötürü her ikisinin de hastasıdır. Bir gün histeriyi önlemek için Fliess kadıncağıza burun ameliyatı yapmaya karar verir ve Freud da bunu onaylar. (Şimdi aklıma geliyor da ne malum bu kadına durmadan kokain vermedikleri, eğer burundan çekiyorsa, kokain burun mukozasında tahribat yapabilir, ameliyatın asıl sebebi bu da olabilir. Nitekim aynı yıl aynı ameliyatı Fliess, Freud’a da yapmıştır.) Ancak Emma’nın ameliyatında tentürdiyotlu tamponlardan biri içeride unutulur. Sonrasında durdurulamayan bir kanama başlar ve uzun sürer. Kanama neden sonra durdurulur, ama yara iltihaplanmıştır ve enfeksiyon iyileştirilemez. Enfeksiyonu iyileştirmek için genç kadının yanağında koca bir delik açılır. Kadın sonunda kurtulur, ama façası fena halde bozulmuştur.

Freud’un yorumu ne mi olmuştur? Kadına biraz üzülür ama dostu için daha çok üzülür ve kaygılanır. Fliess bu olaydan ötürü suçlanmaktadır, ceza alma ihtimali söz konusudur. Freud arkadaşının hiçbir kusuru olmadığını belirtmekle kalmaz (zaten yapılan ameliyat baştan gereksizdir, buna hiç değinmez) daha da yüzsüzleşir. Bu kuramsal ve çok daha tehlikeli bir alçaklıktır. İnsanlığı bir asır etkileyen kuramı yavaş yavaş kurulmaktadır. Kanamayı kadının histerisine bağlar (yok artık demeyin, aynen böyle yazmıştır), histeriyi de Emma’nın “cinsel özlemlerine”.[3]

Katharina vakası: Freud’un kuramını üstünde kurduğu ilk vaka serileri birbirinden ilginçtir. Bunlardaki ortak nokta, bu kadınların anlattıkları gerçek durumlarıyla Freud’un bunlara getirdiği absürt yorumlar arasındaki derin çelişkilerdir.

Katharina, panik atağa benzer kuvvetli anksiyete belirtileriyle üstadımıza başvurur. Freud’un notlarında bu belirtilerin babasıyla ablasının cinsel ilişkilerini görmesinden sonra başladığı yazılıdır. (Hastalığa neden olacak bundan daha güçlü bir örselenme düşünülebilir mi?) Görüşme ilerlediğinde Katharina’nın 14 yaşındayken babasının tecavüz girişimiyle karşılaştığı da açığa çıkar. Freud sırrı çözmüştür: Katharina erken çocukluk döneminde (6 yaş öncesi oluyor) babasına âşık olmuştur, şimdi bunun kıskançlığını yaşamaktadır. Son iki olaydan şöyle bir bahseder Freud, ona göre asıl travma veya karmaşa 14 yaşında, 18 yaşında falan yaşanamaz, ne karmaşa yaşanmışsa ilk altı yılda olur biter, sonra insana her gün tecavüz etsen, üstünde pek fazla konuşulacak bir şey değildir büyük düşünürümüz için.

Görüldüğü üzere bizim karşı çıktığımız Freud’un cinsel örselenmeleri çok öne çıkarması değildir, aksine o çok ağır cinsel örselenmeleri bile kolaylıkla hafife almaktadır. Freud’un bilinçaltı-bilinçdışı kuramı tümüyle yanlış, hayali değildir. Ama onun asıl ereği, başka bir  çarpık kuramsal fantezisini içine sokabileceği bir şey, bir kap, bir araç bulmaktır. Bu kap, bu araç, bilinçdışından başka bir şey değildir. Bir safsatayı kafalara sokmak için, o safsata çok mantıksızsa, dirençle karşılaşıyorsa ne yaparsınız? Karşınızdaki kişiyi veya tüm bir toplumu, bilinçaltında yaşadığı bir şeyi bilinçaltında olduğu için bilmemekle suçlarsınız. Bilinemiyorsa sadece inan! Dinsel ilke aynı. Bilinemiyorsa, bilinçaltında yaşanmış ve anımsanmıyorsa o halde bilinçli olarak kabul edilemez. Bu kabul edilemez şeyi ona gösterecek kimdir? Freud ve izinden giden terapistler. Dindeki peygamberlikle, altındaki havariler, kardinaller, papazlar hiyerarşisiyle aynı. Bir şeye inandırmak için bilinemezliğin içine sok, bilinemezliğin içine sok ki insanlar araştırmasın, düşünemesin, hakkında kanıt isteyemesin. Freud’un bilinçaltı ve Oedipus fantezileri bir bütündür, bir bütün olarak safsatadır ve o yüzden bu kadar çok tutulur.

Birçok kuram ve bilimsel tez aslında gerçeğe sevdadan değil, kişisel-toplumsal-ekonomik-siyasi ihtiyaçlardan doğar. Firmalar gıda üretimini ucuzlatmak için GDO’yu kullanır örneğin, sonra tekelleşebilmek, daha fazla kâr elde edebilmek için itirazları önleme gereksinimi doğar, GDO’nun insanlığa yararları bilimsel olarak “kurulur.” Bu kurguda her şey yanlış değildir, kuşkusuz GDO’nun birçok yararı da vardır, ama asıl amaç ne, gerçeğe ve insanlığa hizmet mi yoksa bir amaç doğrultusunda kuramsal kılıf uydurma mı? Amaç bozuksa, amaca giden yolda bilimsel yöntemden sapılmışsa, o kuram bir bütün olarak gerçeğe düşmandır ve onunla bir bütün olarak mücadele edilmelidir, çünkü insanın gerçeklik bilincini tahrip eden her şey insana düşmandır, zararlıdır.

Dora vakası: “Gençliğinin baharında, zeki ve güzel bir kız olan” (Freud’un ifadesi) Dora, babasının ısrarıyla Freud’a tedaviye gönderilmişti. Birtakım somatizasyon, anksiyete ve depresyon belirtileri gösteriyordu. Dora’nın annesi çekilmez bir temizlik hastasıydı. Dora’yla araları soğuktu. Babasını ise eskiden severmişti (Eskişehirliler gibi dedim ama buraya uydu), fakat babasının tanıdık bir ailenin hanımıyla cinsel ilişkiye girdiğini öğrenince araları açılmıştı. Bu kadının kocası ise Dora’ya iki kez (on üç ve on beş yaşlarındayken) cinsel tacizde bulunmuştu. Bunlardan birinde adam Dora’yı dudaklarından öpmek isteyince kız çok tiksinmişti. Bizim Freud olayı hemen Oedipal’e bağladı. Dora’nın iğrenme tepkisini “histeri” diye etiketledi. Kız aslında babasına âşıktı, ama bir yandan da tacizci adamın karısına homoseksüel arzular duyuyordu Freud’a göre. Dora’daki psikolojik kaynaklı olarak değerlendirilen öksürüğü de o söz konusu adamla oral seks yapma arzusuna yordu.

Dora bu yorumlara karşı çıktı. Bunun üzerine Freud o ünlü “direnç” kuramını ve “aktarım” buluşunu nazil etti. Dora bilinçdışı suçluluk duygularıyla bu gerçekleri reddediyordu. “Benim onu öpmemin hoşuna gideceğini düşünmüş olmalı,” diyecek kadar ileri gitti şarlatan doktor. “Freud’un Dora’ya uyguladığı tedavinin kıza büyük hasar verdiği açıktır; günümüzde bu vakayı okumak, babasının ve hayatındaki önemli yetişkinlerin bencil oyunlarına alet olmuş bu genç kadına uygulanan saldırgan ve anlayışsız tedaviye şahitlik etmek üzücüdür” (Breger) Bu baba onun arkadaşı, Freud’u parayla satın alıp onun vasıtasıyla Dora’yı susturmuşlardır. Benim okumam da budur, hiç entelektüelce sayılmaz, öyle değil mi? Kimin okuması daha gerçekçi? Freud o kadarla kalmamış, bu adaletsizliği bu vaka özelinde bırakmamış, kuramsal kapsamda tüm dünyaya yaymıştır.

Nerede bu millet, nerede devlet!.. Ey feminist, özgürlükçü, ifade şeysi, anti vesayet bilmemnesi copy paste entelektüelleri. Neredesiniz ey insan hakçıları ?! Hani niye bu bastırılmış cinsel şehvetli Freud denen büyük kuram babasının fallusuna karşı dikilemezsiniz?

Freud’un akıllara zarar ruhsal travma ve çevre etmeni anlayışı

Birinci Dünya Savaşı gelir ve Avrupa insan mezbahasına dönüşür. Tarihte hiçbir savaşta görülmediği kadar kırım yaşanır. On milyonlarca insan cephede her saniye ölümü bekleyerek aylarca, yıllarca, kar, buz, çamur içinde sürünür. Arkadaşları yanı başlarında paramparça olur, kendilerinin kolları ve bacakları kopar, gözleri çıkar. O zamana dek hiç böylesi görülmemiş bir salgın hastalık çığ gibi yayılır: Savaş nevrozu. Çaresizlik ve korku askerleri çıldırtır, intiharlar, arkadaşını öldürmeler, öldürüleceğini bile bile siperden fırlamalar, psikolojik kaynaklı felçler, durdurulamayan bayılma nöbetleri, sürekli ağlayarak katılmalar, bitmek bilmeyen gece kâbusları vb. yüz binlerce askeri esir alır.

Freud ve tuzu kuru hempalarının savaş nevrozuna yorumu basit ve kesindir: Kadınsı erkeklerde görülen histerik belirtiler ve hepsi de 3-6 yaş Ödip şeysine bağlı.

Freud’un en yakın gözdesi, katı takipçisi Abraham’a göre “askerlerin dehşet semptomları, sürekli ölümle, öldürmeyle ve sakat kalmakla yüz yüze olmaktan değil, siperlerde başka erkeklerle fazla yakın olmanın uyandırdığı “homoseksüel libido”dan kaynaklanıyordu.

Aynı Abraham dokuz yaşındaki bir kız çocuğunun tecavüze uğradıktan sonra bunu anne babasına geç haber verişini, onun bu işten zevk aldığına yormuştu ve bunu yazdı. Bu adam daha ileri gitti, savaş nevrozu vakalarının kadınsı erkeklerde görüldüğünü, bedenin yaralı bölgelerinin erojen bölgeye dönüştüğünü de yazdı. Savaş nevrozlarıyla hiç ilgilenmemiş olan Freud efendi de (çünkü bu nevrozlarla uğraşması için evinden biraz uzaklaşması gerekebilirdi ve üstelik o tip hastalar para da bırakmıyordu) uzaktan ahkâm kesti, kuramlar geliştirdi ve Abraham’ın tüm saptamalarına onay verdi.

Bunlar kadınsılıktan kaynaklanıyorsa (üç yönlü hakaret var işin içinde, üç cinsin de aşağılanması) savaşın ortasında kalmış kadınların veya kadın askerlerin neden acaba hepsinde savaş nevrozu ortaya çıkmıyor, hatta kadınlar daha dirençli çıkabiliyor diye bir tane adam gibi adam veya kadın gibi kadın çıkıp sormadı. Üstelik basbayağı cesaretli, savaşta kahramanlıklar gösteren birçok eşcinsel bilinirken. Eski Yunan’da, Sparta’da, Makedonya’da askerler arasında eşcinsellik çok yaygındı, ama bunlar ölümüne savaşırlardı.

Oysa bilimsel çalışmaların ortaya döktüğü gerçekler bambaşka

Post Travmatik Stres Bozukluğu-Disorder (PTSD) üstüne yapılan iki araştırma, korkutucu ve çaresiz bırakıcı çok ağır ruhsal-fiziksel travmalardan sonra kimlerin bu hastalığa uğradığı veya uğrayanlarda kimlerin bu bozukluğun semptomlarını daha uzun süreli ve ağır yaşadığını ortaya koydu. (Rusya’da 1994-2005 yılları arasındaki 72 terörist saldırının kurbanları üstünde yapılan araştırma ve ABD’deki 11 Eylül saldırısından kurtulan kurbanlar üstünde yapılan araştırma.) İki çalışma da hayata daha olumlu bakan, mizah duygusu yüksek bireylerin travmadan daha az etkilendiğini, nörotik karakterdeki bireylerin ise (güvensiz, kuşkucu, kapalı kişilik özellikleri) PTSD’ye daha çok uğradığını gösterdi.[4]

Psikiyatride çelikleştirici etki diye bir şey tartışılmakta. Çocukluk travmalarının ruhsal olarak zayıf veya hasta bireyler ortaya çıkardığına inanılmaktayken, aslında tersinin doğru olabileceğine dair çalışmalar da mevcuttur. Ağır depresyon ge- çirenler üstünde yapılan bu çalışmalar, örneğin çocukluklarında yoksulluk çekenlerin depresyona daha direngen olduğunu göstermiştir. Buna “steeling effect – çelikleştirici etki” denir.[5]

Obsesif, kompulsif bozuklukta tek yumurta ikizlerinde ayrı yumurta ikizlerine göre anlamlı derecede daha fazla hastalığa rastlandı. Bu hastalığı gösteren kişilerin birinci derecede akrabalarında hastalık oranı yüzde %35’ti. Bir çalışmada intihar edenlerin birinci derecede yakınlarında ortalama intihar oranının dört katı intihar görüldüğü gösterildi. Başka bir çalışmada intihar etmede monozigotluğun çift yumurta ikizliğine göre anlamlı derecede intihar oranını artırdığı bulundu. Saldırganlıkla ilgili çalışmalar kalıtımı güçlendiren sonuçlar verdi.[6]

Guze, 1976’da 223 erkek ve 66 kadın mahkûmun birinci derecede akrabalarında  normal popülasyona göre yüksek oranda anti-sosyal ve başka kişilik bozuklukları ve alkolizm buldu.  (Kathleen R. Merikangas, Myrna M. Weismann, American Journal of Psychiatry, 1986)

Sınır Kişilik bozukluğunda genetik yük üstüne çok sayı- da çalışmanın derlendiği bir makale 1989’da yayımlanmıştı. (Gunderson, Zanarini, Review of Psychiatry, c. 8)

Eşcinsellikte, tek ve çift yumurta ikizlerinin karşılaştırıldığı genetik temeli gösteren iki çalışma için: Whirter, Review of Psychiatry, c.12, 1989.

2011 tarihli ve American Journal of Psychiatry kaynaklı haberlerden: The Independent şöyle diyor: “Bilim insanları ilk kez depresyona neden olan genetik nedeni belli bir kromozom üstünde saptadılar.” Depresyonun genetik ve çevresel etmenlerden kaynaklandığı, fakat ciddi depresyonda ve tekrarlayan depresyonda genetik nedenin daha önde olduğu biliniyordu. Ancak bu kez kromozom 3 üstünde “3p25-26” olarak adlandırılan genin tekrarlayan ağır depresyonla bağlantılı olduğunu gösteren açık kanıtlar var.

Çalışma 839 aile ve 971 ikiz çift üstünde King’s College Psikiyatri Enstitüsü’nce gerçekleştirildi. Esas kaynak: Breen G, Todd Webb B, Butler A W, ve diğerleri. A Genome-Wide Significant Linkage for Severe Depression on Chromosome 3: The Depression Network Study. Am J Psychiatry, 15 Mayıs, 2011.

Ermenistan’daki büyük depremden sağ kalanlar arasında rastlanan depresyonlarda yüzde 60 oranında genetik geçiş saptandı: http://www.recoveryranch.com/articles/therapy/depression-heredity/

Neuron adlı dergide yayımlanan başka bir çalışmada depresyonla ilgili SLC6A15 kodlu özel bir gen bulunduğu yazıldı: Martin A. Kohli, Susanne Lucae, Philipp G. Saemann, Mathias V. Schmidt, Ayse Demirkan, Karin Hek, Darina Czamara, Michael Alexander, Daria Salyakina, Stephan Ripke ve diğerleri. The Neuronal Transporter Gene SLC6A15 Confers Risk to Major Depression. Neuron, c. 70, sayı 2, 252-265, 28 Nisan 2011.

2008’de Massachusetts General Hospital, Kaliforniya Üniversitesi ve Yale Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı anksiyete, içe kapanık davranış kalıpları ve kendini engellemeyle ilgili özel bir geni buldu: http://www.livestrong.com/ article/143408-genetic-factors-depression-anxiety/

Bir çalışmaya dayanan makale, erkek eşcinsellerin benzer genetik özellik taşıdığını (xq28 üstünden) ama bu geni taşı- yanların %40’ının eşcinsel olduğunu gösterdi. 2011 tarihli İngiltere kaynaklı bir ikiz çalışmasında lezbiyenliğin en az %25 oranında genetik kaynaklı olduğu gösterildi: http://fhs.mcmaster.ca/main/news/ news 2007/sexual orientation genetics.html

Bu kaynakları, kanıtları neden verdim? Aslında ruhsal hastalıklarda, kişilik bozukluklarında ve doğrudan kişilikte biyolojik-genetik etmenin başat rolünü gösteren onlarca kat fazla başka çalışmalar da gösterilebilir. İnanmayanlar için onlar da yeterli olmayacaktır. Konuya ilgi duyup nesnellik içinde araştırmak isteyenler de zaten kendileri farklı kaynaklar bulabilir. O yüzden bu listeyi uzatmayacağım.

Nesnel olarak olguya bakabilen kişiler, insan kişiliğinin Freud’un iddiası doğrultusunda 0-6 yaş arasında mı oluştuğunu, insanın ruhsal hastalıklarının muhakkak bu 0-6 yaş arası bilinçdışı karmaşalara mı dayanması gerektiğini; yoksa insan kişiliğinin başka bir takvimle ve başka etmenlerle mi şekillendiğini ve ruhsal hastalıkların birçok çeşidinin farklı nedenlerden mi kaynaklandığını anlayabileceklerdir.

Sonraki bölümde genetik etmen nedir, çevre etmeni nedir, birlikte nasıl işlev görürler, tek ve çift yumurta ikizleri çalışmaları neden önemlidir gibi temel sorunlara değinecek ve Freud’a yeniden döneceğiz.

Sosyalistler insanlığa asırlar öncesinin bilgisiyle bakıyor

İnsanın bir tür olarak doğasını, evrimsel gelişim sonucu edindiği genetik yapısı belirliyor. Tek tek insanların yazgısını da büyük ölçüde genetik ve kalıtım belirliyor. Birçok hastalıkta kalıtsal veya genetik yükün başat etkisi gösterildi.

Organik hastalıklarda, organik yapısal özelliklerde olduğu gibi, ruhsalakli bozukluklarda da genetik yükün etkisine dair çalışma sonuçları dağ gibi yığılıyor. Sadece ruhsal bozukluklarda değil, birçok kişilik özelliğinde de genetik etmenin baskınlığı çok sayıda araştırmayla gösterildi. Bir olguyu tüm yönleriyle bildiğinizde, o olguya dair çok net bir kavrayış oluşuyor kafanızda. Ancak olgunun ancak tek veya birkaç yönünü bilip değerlendirenler, aynı olgunun öteki yönleri hakkında donanımı bulunmayanlar, sizin bu çok net kavrayışınızı kabul edilmez görüyorlar. Sizi kafası karışık olmakla veya olgunun bir yanını abartmakla, indirgemecilikle, toptancılıkla, bilumum kötüleyici yaftalarla beziyorlar, basbayağı bir faşizan çoğunluk baskısı kuruyorlar ve kendi kafaları içinde iman dolu, huzur içinde yaşamaya devam ediyorlar.

Genetik belirleyiciliği görüp göstermek hiçbir şekilde çevre etmenini yok saymak anlamına gelmiyor. İstiyorlar ki, siz, her şeye kadir ve tek başına yaşam bulan bir genetiği savunasınız, onlar da huşu içinde sizi yargılayıp “Bakın gördünüz mü, tipik bir genetik indirgemeci!” diyebilsinler. Genetik, kalıtım, evrim gibi konularda ancak çok yüzeysel bilgisi olanlar çevresiz bir evrimden, çevresiz bir genetikten bahsedebilirler. Konunun büyük uzmanlarının hiçbiri çevresiz bir genetik belirleyicilik tezi  savunmamıştır zaten bugüne dek. Dolayısıyla Lewontin gibilerin büyük bir buluşmuş gibi “üçlü sarmal”dan bahsetmeleri, DNA’nın ancak çevresel etkenle birlikte bir anlam kazanacağını “dahiyane” şekilde ortaya çıkarmaları, ancak genetiği-evrimi-kalıtımı hak ettiği en üst bilgi liginden düşürmeye çalışan tutucu kafalara zekice gelebilir.

Bütün bu tartışma nereden kaynaklanıyor? İnsanın özünü belirleyen onun doğası mıdır, yetişme tarzı mı; “nature”mü “nurture” mı veya insanın bir doğası var mı tartışmasında, sosyalistler, solcular, Marksistler, aydınlanmacılar kesiminin büyük çoğunluğu daha baştan yanlış mevzilendiler. İnsanın kötü karakter özelliklerini reddetmek imkânsızdı, bu durumda söz konusu kesimler, var olan kötü karakterin onun özünden, doğasından değil, çevreden, düzenden, eğitimden vb. kaynaklandığını görmek ve göstermek istediler. Başka türlü varlık nedenlerinin kalmayacağını, hiçbir konuda motive olamayacaklarını, devrim yapamayacaklarını, insanlığı ilerletme mücadelesini sürdüremeyeceklerini… düşündüler. Kaka insanlığın kaka davranışlarının tek veya asıl nedeni onun yanlış eğitilmesi, yanlış bir sistemde yaşaması, yanlış koşullanmasıydı. İşte bu aydınlar, siyasi görüşlerine göre değişen ufak tefek farklılıklarla, insanlığın, toplumların, milletlerin daha iyi eğitilmesi, daha iyi bir sistemde yaşaması, daha idealist bir cumhuriyet kurulması vb. halinde büyük ölçüde düzeleceğini varsaydılar.

O yüzden insanın doğasının evrimden kaynaklı değişmez özellikler taşıdığı fikrini doğrulayan ne kadar bilimsel kanıt, ne kadar hayat deneyimi, ne kadar siyasi sonuç gösterilirse gösterilsin, tüm bunlara cin görmüş gibi baktılar. “Kutsal İnsan” imajları zedelensin istemediler, bu imaj zedelenirse biteceklerinden korktular.

Aslında dürüstçe kabul etmek gerekir ki Freud, bu “Tanrı İnsan”, eğitilirse mükemmele ulaşacak biricik güzel yaratık imajına büyük darbe indirdi. Bu yöndeki duruşu ve görüşü kaba “sol” bakışa göre elbette lanetlenesi “gerici” bir tutumdu. Ama bilimsel açıdan, hakikat açısından bakarsak, asıl gerici olan, asıl hakikat karşıtı olan, felsefi idealist olan (bu noktada Marx bile öyleydi) geleneksel sol bakıştı. Freud bir tür olarak insanın içindeki uzlaşmaz, vahşi, bencil hayvanı görmüş, göstermişti. Aranıp bulunacaksa Freud’da saygı duyulacak tek yön buydu. İnsanın baskın cinsel arzuların esiri olduğunu göstermişti. Bunların tüm yaşamda ve tek tek insanların yaşamında belirleyici olduğunu. Ve başka doğal içgüdülerin, “id”de yer alan dizginlenemez güçlerin varlığını göstermişti: Ölüm ve yaşam içgüdüleri vb.

İçgüdülerin insandaki belirleyiciliği İlk Çağ filozoflarından en kadim dinsel öğreti yayıcılarına kadar zaten düşünen pek çok insanın malumuydu. Freud’un bu konudaki katkısının hakkını vermekle beraber, boyutunu çok da abartmamak gerek. Freud insanın hayvani özünü göstermekle birlikte, bunu tanımlayışında ve bundan kurtuluş yollarını göstermede biteviye gelgitler yaşadı, bir doğru bir yanlış şey söyledi. El yordamıyla ulaştığı keşiflerini sakatladı.

Bu noktada sosyalistler onu eleştirirler. Freud uygarlığın insana kötülük getirdiğini, onu mutsuz ettiğini, oysa hayvani doğasını özgürce yaşadığı durum ve zamanlarda mutlu olduğunu iddia eder. İnsanın özgürleşmesi için ya da Freudcu lisanla karmaşalarını sağlıklı bir tarzda aşabilmesi için ne yapması gerekir? Freud bu karmaşaların farkına varılmasının onu aşmanın ilk aşaması olduğunu ileri sürer. Geleneksel solcular ise uygarlığın, yasakların (ensest yasağı vb.) ilk toplum kuralları ve ahlakının insanı insan yaptığını savlar. Aslında her iki taraf da kendi açılarından haklıdır. Ama şu anki bilgi düzeyimizden, evrimci açıdan baktığımızda her iki taraf da haksızdır. Bu derin bir konu. Değinip geçelim, sonra yeniden ayrıntılı ele alacağız, şu anda mevzuyu dağıtmayalım.

Artık bazı temel kavramları açalım ki, ne nedir iyi görülsün. Belli başlı itiraz noktalarından yola çıkalım ki daha açık anlatabilelim.

Solcuların, Marksistlerin, bilgisiz sosyalistlerin, tutucu aydınlanmacıların çoğu, “Genetik diye bir şey elbette vardır, ama buna belirleyicidir demek, aşırı önemsemek, sosyal Darwinizmdir, ırkçılıktır, faşizmdir, indirgemeciliktir,” derler.  Önce iki konuyu ayıralım. Bir tür olarak insanın özünü çevre mi belirler, genetik mi sorusu! Sonra tek tek insanların yazgısına geliriz. Evrim hakkında en ufak bilgisi olan kişi şunu bilir ki evrimin en temel yasası doğal seçilim yasasıdır. Yani çevre şartlarına uyum sağlayan türler yaşar, sağlayamayanlar ortadan kaybolur. Genetik oluşumda zaten çevre var, seçilimde var, evrimde var. Dünyada ilk canlı moleküllerin ortaya çıkışı da çevresel etkileşim bireşiminin sonucudur. Bunu reddeden tek bir bilim insanı var mı? Peki, bu konu niye temcit pilavı gibi önümüze getirilir? Sizi saman adama dönüştürmek, tek boyutlu düşünen, indirgemeci biri yapıp “Tanrı insan”lığı korumaktır erekleri. İşin aslı örümcek kafalı çoğu sosyalist için dert “Tanrı İnsan” bile değildir, bizzat kendilerini insanı yoğurup yeniden yaratacak misyonda görürler, kendilerini Tanrı gibi görürler. Bu hayalleri yıkılmasın isterler.

Hele genetiği, sosyobiyolojiyi savunanlara getirdikleri ırkçılık suçlaması! Rakip kanattan herhangi bir ciddi bilim insanı bugüne dek herhangi bir ırkın, milletin üstünlüğünü savunmuş gibi! Konunun ırkla, milletle en ufak alâkası varmış gibi! Tüm bel altı vuruşlarını kendilerine haklı gösteren erekleri, zaten kabul edilen çevresel etmeni vurgulamaktan çok, genetiği aşağılamak ve siyasetten kapı dışarı etmektir.

Bir DNA, bir gen, bir kromozom zaten tek başına hiçtir. (Bir virüs gibi bundan ibaret değilseniz, gelişmiş bir canlıysanız eğer.) DNA, gen, bunlar kodlardır. Bu kodlara göre protein sentez edilir, hücreler, dokular oluşur. Gen için bunlar hem erektir hem çevredir. Gen para gibidir. Parasız hiçbir şey satın alamazsınız. Yiyecek, ev, araba, giysi satın almak istiyorsanız mutlaka paranız olması gerekir. Ama paranız olsa da bunları satın alamadıkça ihtiyaçlarınızı karşılayamazsınız.

Parayı yiyemezsiniz, parayı giyemezsiniz, paranın içinde oturamazsınız. Bir canlı türünün genleri elbette o canlıyı oluşturmak için çevresel maddi koşullara ihtiyaç duyar. İnsan gibi görece çok gelişmiş bir canlı, fiziksel maddi koşullara, biyolojik koşullara ihtiyaç duyduğu gibi, sosyal ve ekonomik koşullara da ihtiyaç duyar. Bunlar olmaksızın insanlık zaten düşünülemez. Bunları kim reddediyor? Ama tartışma şurada bağlanıyor, baştan değindiğimiz konu: İnsanın evrimle milyonlarca yıl + 200 bin yılda oluşmuş çok temel doğasal özellikleri yokmuş, bu belirleyicilik her şeyin üstünde değilmiş gibi size eğitimden, sosyal sistemlerden, kapitalizm ve sosyalizmden (son 300 yılın meseleleri) bahsederek ve durmaksızın konuyu bunların müthiş önemine getirerek, kendi varlıklarının, duruşlarının, iddialarının vazgeçilmez yüceliğini onaylatmak.

Lafazanlıkları bir yana, gerçek hayatta ise o konularda çok da bilimsel, çok da emek ürünü bir şey yapmazlar. (Büyük çoğunluk için konuşuyorum.) Hatta yapana köstek olurlar.

Fakat kardeşler, bunları hep tartışıyoruz ve insanın akli gelişmişlik düzeyi ve bilime uzaklığı nedeniyle daha hep tartışmaya devam edeceğiz de, şu dağ gibi hakikatin karşısında sizin kendi varlığınızı kutsama savlarınızın ne önemi var: İnsan tek kafası olan, iki ayak üstünde yürüyen, suda yüzemediğinde boğulan, havada uçamayan, zekâ kapasitesi oldukça sınırlı bir canlı mıdır değil midir? Bunu belirleyen de estek gitti köstek gittiyi boş verin, onun evrimsel olarak belirlenmiş türsel genetiği değil midir? Bu insan dediğiniz canlının aklı, on bin yıl önce, elli bin yıl önce nasıl çalışıyorsa, ne düzeydeyse, temelde şimdi de öyle çalışmıyor mu? Bu canlı çıkarı için yalan söyler mi söylemez mi, adam boğazlar mı boğazlamaz mı? Kendinin ve çocuğunun hayatta kalması onun en önemli varoluşsal nedeni değil mi? Cinselliği yaşamdaki en önemli canlılık kaynağı mı, kim reddedebilir bunu? Bu canlı aç kaldığında veya öfkelendiğinde daha da aptallaşır mı aptallaşmaz mı… Tüm bunlar 15 ila 170 arasında değişen bir IQ ve en çok saatte 37 kilometre koşabilecek bir bedensel yapıyla çerçeveli değil mi? Bir tavşanı en mükemmel şartlarda bir sarayda yetiştirsen “kral naibi” olabilir mi, olamaz mı? Olamaz diyorsan, “Çevresel etken aslında her şeyin üstündedir, genetik de eh işte öyle bir şeydir” diye nedir bu bitmeyen gaz sancın? Nedeni söyledik. Güya yönetimi değiştirecek, bir şeylere hâkim olacak, insanı bir Tanrı gibi yeniden yoğuracak. Yoğur bakalım, yoğurma iddian ne kadar güçlüyse o denli acımasız bir faşiste dönüşürsün, yükseldiğin en yüksek mertebe sosyal faşizm olacaktır. Hani genetikçilik faşizmdi?

Bir aciz itiraz daha, o da klişe: Genetiğin, kalıtımın önemini gösteren çalışmalar “çevre etmeninin” önemini geçersizleştiremiyor! Niye böyle bir özel niyeti olsun ki bu çalışmaların? Fakat şu da var ki genetik etmenin, kalıtımın baskınlığını gösteren çalışmaların üst üste yığılması, elbette çevre etmeninin önemini sıfırlamayacaktır. Dedik ya, çevresiz bir genetik düşünülemez. Ne ki itirazda temel amaç aynıdır: Onlara göre baskın olan çevredir, genetik, kalıtım vs. sadece dikkate alınması gereken yan etkenlerdir. Genetiği kabul edin, ama onu ikinci lige düşürerek kabul edin…

Kazın ayağı öyle değil işte. Genetiğin önemini gösteren hiç- bir çalışma elbette çevreyi tümden dışlamaz, öyle bir amaç da gütmez. Ama bu türden her çalışma sadece ve sadece yüzde birlik bir fazladan genetik nedenselliğe bile işaret etse, bu aslında genetiğin bizim yaşamımızda başat olduğunu gösterir.

Acaba anlatamadım mı? Hiçbir çalışmada hayatta olduğu gibi çevre etmenini sıfırlamak mümkün değildir, bundan ötürü. Arabayı yürüten motordur. Hadi araba üstünde ispat et deseler, arabayı kurmak zorundasın, en azından tekerler falan olacak. İşte bak, ancak motor çalışınca araba gidiyor dediğinizde, hayır diye cevaplayacaklardır, dönen tekerlek, o halde arabayı götüren o. Şöyle kabaca anlatmaya çalışırsak: Bir konuda çevre ve genetiği yarıştıralım dedik. İkisine de baştan ellişer puan verdik. Yarışma sonucunda genetik 51 puan almışsa, bu onun başatlığını gösterir. Bir hastalık toplumda yüzde 5 oranında görülüyorsa, ama aşağı yukarı aynı ortalama koşullarda yaşayan yeteri kadar fazla sayıda hastanın birinci derecede yakınlarında bu oran yüzde 6 ise, genetik etmen yüzde yirmi öne geçmiş demektir.

İnsan tek tek insanlar olarak ele alındığında embriyoyla başlar anne karnında. O zamandan itibaren çevre etkeni devreye girer. Annenin fiziksel, biyolojik, fizyolojik ve ruhsal tüm durumları embriyonun gelişimini etkilemeye başlar. Doğumdan sonra bu etmen yine devrededir. Çocuğun anne ve babadan aldığı iki deste oyun kâğıdından karılarak seçilmiş (belli kurallar içinde) yeni bir destesi, yeni bir genetik dizilimi bulunur. Kişinin diyelim ki 18 yaşında çok büyük oranda belirlenen fenotipi veya kişiliği bu genetik dizilimin emirleri doğrultusunda her türlü çevre koşulları içinde gerçekleşir. 3-4 yaşına dek çocukla pek az konuşulması onun gelişimini engelleyen en önemli çevresel etmendir ruhsal anlamda. Bu çocuklarda dil gelişimi ve zekâ ciddi şekilde sekteye uğrayabilir. Keza ihmal edilmiş çocuk, küçük yaşlarda sevgi, ilgi görmemiş, bir veya birkaç kişiye bağlanamamış çocuklarda ileride ruhsal sorunlar daha sık görülür. Erken çocukluk için bahsi geçen en önemli iki ruhsal çevresel etken işte bu ikisidir.

İtirazlardan bir başkası: Genetik ve kalıtım o kadar önemli olsa birbirine çok benzeyen kardeşler ortaya çıkardı. Aptalların çocukları hep aptal olurdu, zekilerin çocukları hep zeki… Siz böyle şeyler savunmakla sosyal sınıfların genetik temelini savunuyorsunuz, kapitalistsiniz, gericisiniz falan…

Bakın kardeşler, siyasi arenada özellikle solcularla tartışmalarımızda bu tür itirazlar çok yapılır, bir de bakarız ki, en tartışmasız bilimsel tezlere hayran olunası bir özgüvenle itiraz eden kişi, ne kalıtımı biliyor, ne genetiği. Oluşan embriyo ve ondan çıkan yeni çocuk anne ve babadan eşit ölçüde genler alır. Anne ve babanın fenotipine takılmayın. Fenotip ne? Genetik temel + tüm çevre koşulları içinde gerçekleşen o kişinin tüm yaşam izleri, kazanımları, kayıpları. Bunun sonucu oluşan o kişinin görünür, bilinir özelliklerinin bütünü. Fenotipi, yani hali hazır durumu. Anne ve babanın fenotipini biliriz biz sadece, o da kabaca. Hassas bir araştırmaya tabi tutmadıkça genetiğini bilmeyiz. Şu andaki teknolojiyle genetiğinin tüm yanlarını da zaten bilemeyiz. Dolayısıyla anne veya baba çocuğuna fenotipini değil, tam olarak bilinmeyen alttaki temel genetiğinin birer kopyasını verirler. Kaldı ki bu genetik kopya içinde bir silsile halinde onlarca atadan kalma birçok gizli gen (baskın olmayan ve dolayısıyla anne veya babada zaten görülmeyen kodlar) de aktarılır. İşte yeni çocuk bu gen havuzundan rastgele seçilen genlerden oluşan tamamen biricik yeni bir modeldir. Yüz şekillerinin, parmak izlerinin mutlaka farklı olmasının nedeni budur, karakterlerin de keza.

İşte o yüzden çift yumurta ikizleri bile birbirinden hayli farklıdır. Kardeşler tabii ki çok daha farklı olacaktır. O yüzden karaktersiz iki kişinin çocuğundan, onların ahlaksız evinde yetişip büyüse de pırlanta gibi bir genç çıkabilmektedir.

Ama matematik ve istatistik yasaları gereği anne-baba ve onların atalarından aktarılan birçok özelliğin yeni çocukta görülme şansı, başkalarının çocuklarına göre daha yüksektir. O yüzden akraba evliliklerinde daha yüksek oranda hastalıklı çocuk doğar. Aynı hastalıklı gizli genlerin üst üste binmesi… O yüzden birçok hastalıkta kalıtımsal etmenden söz edilir. Ama kalıtımsal etmen elbette hiçbir zaman tam belirleyici değildir.

Bir itiraz daha. Bazı hastalıklarda veya kişilik özelliklerinde (alkolizme eğilim, eşcinsellik, olumsuz düşünmeye eğilim, takıntılı kişilik…) genetik sorunlu kromozom bölümü gösteriliyor, ama bu geni taşıyan bireyler mutlaka hastalanmıyorlar. Yani, genetik hiç de belirleyici değil. Burası çok önemli. Bir hastalığa yol açan bir gen bir kişide bulunsa, onun şu an hasta olduğu sonucu çıkmaz bundan. Ölene dek belki hastalanmayacaktır. Bırakın eğitimi, yetişme koşullarını, bir genin potansiyelini gösterebilmesi için sadece uygun bazı fiziksel çevre etmenleri değil, bundan daha önemlisi uygun genetik yapı da gerekir. Şöyle ki: Sizde alkolizme genetik bir yatkınlık olabilir, bu da işte şu gendir diye gösterilmiş olabilir. Bu geni taşıyanların bakarsınız büyük bölümü hakikaten alkoliktir, ama bazıları da değildir. Bizim “çevreciler” böyle bir şey okuduklarında havalara uçarlar. Oysa insanın bir özelliğini saptayan bir tek gen yok ki. Herhangi bir özelliği, örneğin burada alkolizmi ortaya çıkaran bir güçlü genetik şifreniz var diyelim. Ama bazı kişilik özelliklerinizi belirleyen bazı genleriniz de alkolizme karşıysa bunlar birbiriyle rekabete girer. Bir gen için öteki genler de çevre faktörüdür. Siz alkolizme meylediyorsunuz, ama genetik temelde çok gelişmiş, güçlü bir iradeniz de var mesela. Ayrıca buna yardım eden aşırı ahlakçı, kuralcı bir yapınız var. İşte diyelim o iki gen bir olur, alkolizm geninizin ürettiği beyin modüllerinizin çalışmasını baskılar. Siz alkolik olmayan normal bir birey olarak etrafta dolaşırsınız alkolik geninizle birlikte. Ama çocuğunuzun alkolik olma ihtimali başkalarına göre yine yüksektir.

Son yıllarda sarıldıkları bir can simidi: Epigenetik. Epigenetik nedir? “Epigenetik, biyolojide, DNA dizisindeki değişikliklerden kaynaklanmayan, ama aynı zamanda ırsi olan, gen ifadesi değişikliklerini inceleyen bilim dalıdır. Diğer bir deyişle, ırsi (kalıtımsal) olup genetik olmayan fenotipik varyasyonları incelemektedir. Bu değişiklikler hücreyi ya da organizmayı doğrudan etkilemektedir, ancak DNA dizisinde hiçbir değişiklik gerçekleşmemektedir.”[7] Şöyle de söylemek mümkün, bireyin DNA’sı sabittir, fakat protein sentezi sırasında, hücre bölünmeleri esnasında, nedeni ve mekanizması bazen bilinen, bazen tam olarak açıklanamayan bazı fenotipik değişiklikler olmaktadır ki, türe ve bireye ait DNA’nın direktifleri dışındaki değişikliklerdir bunlar ve bir sonraki nesle de aktarılabilmektedir. Metil gruplarının eklenmesiyle (çevresel etkiler) genlerin işlevi değişebilmektedir, epigenetik yollardan biri budur örneğin.

Bilindiği üzere türlere ait bireylerin yaşamdaki uyum çabaları sonucu bazı özellikler kazandığı ve bunun sonraki nesillere aktarılmak suretiyle yeni türlerin oluştuğu tezi Lamarkcı bir tezdir. Bu tez günümüz bilimince büyük ölçüde geçersizleştirilmiştir. Ama hâlâ Lamarkcı tezin küçük doğruluk payları bulunmaktadır. Epigenetik bu dar doğruluk kapılarından bir tanesidir. Ne ki epigenetik etki çok sınırlı bir etkidir, az örneği gösterilebilmiştir. Genel yasayı bozabilecek yoğunlukta bir bilgi değildir, ancak onu renklendirebilecek ve çeşitlendirebilecek bir daldır. Yine de o konuda ne kadar bilgimiz artsa da şu ortaya çıkmayacaktır: Bir tavşan epigenetik değişimler sonucu kral naibi olamayacaktır. Epigenetik, Cinderella’nın kabağı değildir ki 10 bin yıllık insanlık rezaletini 40-50 yılda “komünist” yapsın. Hani birileri çıksa, “gen” demek “cin” demektir, genetik de aslında “cinbilim” demektir, dinciliktir dese bizim sosyalistler onu da havada kaparlar.

İnsanın değişik özellikleri şu anki bilgimize ve bu doğrultuda giderek artan eğilime göre halen büyük ölçüde genetik kaynaklıdır. Çevre etkisi de önemlidir, ama hangi çevre? Dedik ya, bir gen için öbür genin etkisi de bir çevre etkisi sayılabilir. Potansiyel genetik zekâsı 110-IQ olan bir birey hipotirodi, fenilketonüri sonunda 60- IQ’lu bir birey haline gelebilir.

Kafa travması, hipoksi, annenin alkolizmi veya ağır beslenme bozukluğu bu yetişkinimizin zekâsını 90’a  indirebilir. Bunlar hep çevre etkileridir. Ama yetişme koşulları, eğitim, aile ortamı gibi çevre etmenleri zekâyı ancak artı eksi %10-15 oranında değiştirebilir. Bir dağ köyünde, okuma yazma bilmeyen bir ananın okula gitmeyen çocuğuysa bu bireyimiz, beslenmesi de kötüyse, potansiyel 110 olsa olsa 90’a iner. Aynı kişiyi üç yaşından başlayarak Sorbonne’da  okutsak, çıksa çıksa 125’e çıkar. Bakın zekâdan bahsediyoruz bu örnekte. “Başarı” hakkında, o kişinin bir yerlere gelip gelemeyeceği hakkında kestirimde bulunacaksak, o iş çok daha karmaşıktır, daha fazla parametreli formüller bulmamız gerekir.

Başka bir kural daha: Kişi bir şeye çok kuvvetli genetik eğilim taşıyorsa, o eğilim mutlaka ete kemiğe bürünür. Ama bir şeye genetik anlamda hafif eğilim taşıyorsa, yani toplumdaki çan eğrisinin ortalamasına ne kadar yakınsa genetik yapısı, çevre koşullarının etkisi o kadar fazla olur. O bakımdan ortalama insan için eğitim daha bir şarttır, evrensel hukuk, evrensel sağlam kurallara dayalı düzen daha bir şarttır. Örneğin kişi çok kuvvetli psikopatik genetik taşıyorsa, o kişi ne kadar çelebi bir aileden gelse, ne kadar iyi eğitilse, yine psikopat olacaktır. Ama eğitimle, destekle belki psikopatisinin zarar vericiliği azalabilecektir. Ama psikopatiye vasat genetik eğilim taşıyorsa, bir suç yuvasında büyürse, vasat bir suçlu olacaktır, iyi bir aile içinde büyürse normal ve düzgün bir insan olacaktır. Yani bunu şöyle formüle edebiliriz: Genetik potansiyel yüzdesi + (+ – 15) diyebiliriz. Meramı anlatmak için olguyu çok basitleştirdim, şimdilik bu formülün bilimsel bir geçerliliği yok. Ama ileride buna çok yakın formüller ve oranlar çıkacaktır, çıkmaya başlamıştır bile.

Tek ve çift yumurta ikizleri üstünde yapılan çalışmalar genetik etkinin en büyük kanıtlarıdır. Şunu merak ettiniz mi? Aynı ailenin aynı okullarda okumuş, aynı mahallede yetişmiş, arkadaşları bile birebir aynı olan, sadece 1 yaş farklı iki çocuğundan biri nasıl klasik müzikten, öbürü poptan hoşlanır? Biri radikal siyasete meylederken öbürü neden politika denince kaçar? Bunlar işte hep o çocuğa özel karılmış ve rastgele çekilmiş oyun kâğıdı dizisinin biricikliğine ait göstergelerdir. Çift yumurta ikizlerinden birinde bir eğilim veya bir hastalık varsa, ötekinde de aynısının çıkma ihtimali kardeşler arasındaki benzerlik veya ayrılığa çok yakındır. Ama tek yumurta ikizlerinde genetik materyal birebir aynı olduğundan, onlardaki sonuçların çift yumurta ikizleriyle karşılaştırılması büyük bir anlam ifade eder. Diyelim A hastalığının  tüm toplumda görülme oranı yüzde 1. Ama aynı hastalığın kardeşler arasında görülme oranı yüzde 3 ise, bu bilgi o hastalığın genetik-kalıtsal temeli hakkında önemli bir ipucudur. Bu oran çift yumurta ikizlerinde diyelim yüzde 5’e çıktı. Oranın 3’ten 5’e çıkması önemli bir kanıt sayılmayabilir, çünkü bu ikizler genellikle aynı zaman diliminde ve aynı ortamda büyürler ve o nedenle hastalık için olası çevresel etmenlere birlikte maruz kalırlar. Ama  çift yumurta ikizleriyle karşılaştırıldıklarında tek yumurta ikizlerinde oran yüzde bir bile artsa, bu genetik etki için büyük kanıttır. Diyelim aynı hastalık tek yumurta ikizlerinde yüzde 6’ya yükselmişse… Gerçi burada örnek olsun diye “1” dedik, ama en düşük oranlı bir farkın bile çok anlamlı sayılabileceğini göstermek bakımından. Yoksa tek yumurta ikizlerinde çok daha yüksek oranda aynı hastalığa yakalanma rakamları görülmektedir.

Peki, niçin tek yumurta ikizlerinde aynı hastalık yüzde yüz oranında görülmez? Onu az önce açıkladık. Aynı ortamda da büyüseler belli bir oranda farklı çevresel etkilere maruz kalmış olabilirler. Epigenetik veya başka bazı bilinmezler…

Tek yumurta ikizleri üstünde çalışmaların bilimsel olarak daha da anlamlısı, tek yumurta ikizlerinin farklı ortamlarda, farklı ailelerde büyüdüğü örnekler üstünden yapılan çalışmalardır. Farklı ortamlarda büyüyen tek yumurta ikizleri çok büyük oranlarda aynı karakter özelliklerini, aynı hastalıkları taşımaktadırlar.

Eğitim, ülkedeki sosyo-ekonomik sistem, ahlak ve kurallar silsilesi, alışkanlıklar hiç mi bir şey değiştirmez? Görünür olan birçok şeyde büyük değişiklikler yapar. Aynı genetik ortalamadaki bir halk, efendi gibi otobüs kuyruğunda beklerken, öteki halk araca binmek için birbirini ezer mesela. Bir halk daha çok sinemaya gider, daha çok bilgisayar kullanırken, ötekisi kadınlarını eve hapsedebilir örneğin. İnsan yaşama bir kez gelir ve bu farklılıkları görmek, iyi olana özenmek hor görülmemeli. Ben de çok kez Avrupa’da yaşamak istemişimdir örneğin. Ama  Avrupa’da biraz yaşadığınızda şunu da görürsünüz: Bu yüzeysel kuralcılık, nezaket, düzen, estetik vb. güzel şeyler, ve insanın yaşamına çok şey katıyor, ama beklentileriniz az derine indiğinde alttaki insan birebir her yerde aynı insan.

İşte sosyalistler bunu göremediler ve sistem o yüzden battı. Sistemin adını değiştirirsek, üretim ilişkilerini kabaca değiştirirsek insan farklılaşır zannettiler, ama farklılaşmadı. En başta onu yöneten siyasiler, yani komünistler aynı insandı, hiç farklılaşmamıştı. Komünistler, sosyalistler, kendi toplumlarına, insanlarına, bilime saygılı ahlaklı mühendisler gibi veya işinin ehli rehber öğretmenler gibi yaklaşmadılar, çakma Tanrılar gibi davrandılar. Eğitimde, düzende, örnek olmada, olumlu kurallar getirmede sonuç alıcı daha yüksek düzeyli değişimler yapabilecekken, işte o yüzde 15, belki 20’lik insani nitelik sıçramasını yaratacak fırsatı yakalamışken, o çakma Tanrılık özentileri nedeniyle yapabileceklerinin yarısını bile yapamadılar, sosyal faşistlere dönüştüler. Devrimini yapamamış ülkelerdeki sosyalistlerin durumu da istisnalar dışında aynıdır.

Bizdeki durum ise çok daha kötüdür. Keşke bizim sosyalistlerimiz hiçbir şey yapmasalar, sadece dursalar ve baksalar. O zaman topluma daha yararlı olacaklar, çünkü şu an yaptıkları bir faydaya karşı iki zarar veriyorlar.

O yüzden diyoruz, malzeme insansa, ona ait senin bilgin Yeni Çağ düzeyindeyse, sosyalist devrimi yapman çok zor. İnsanı tanımıyorsun, ona uygun siyaset yapman rastlantıya kalmış. O rastlantı ara sıra gerçekleşiyor, bir grup kadro veya bir-birkaç lider, aslında dinselleşmiş öğretiye tamamen ters bir doğru yolu el yordamıyla buluyor, insana daha uygun bir siyaset geliştiriyor ve devrimi yapıyor. Ama ondan sonrası yine zor, daha zor. İnsana dair daha sağlam bilgi ve yönetme becerisi gerekiyor, işte bu olmadığı için ve doğal nedenlerle sürekli duvara toslanıyor.

Oedipus Karmaşası

Şimdi buradan tekrar Oedipus karmaşasına dönersek… Anne, baba, çocuk üçgeninin yaşandığı, Freud’un üstüne dünyalar kurduğu o çekirdek aile ne zaman ortaya çıktı? Son üç yüz yılda. Daha önce ne vardı? Geniş aile… Ondan önce ne vardı yüz binlerce yıl? Kabile. Yahu bu üç yüz yılın dinamiğiyle nasıl insanın milyon yıllık evrimsel karakterini açıklarsınız? Bugün bile birçok çocuk çekirdek ailede yetişmiyor veya ana baba üçgenine girmiyor. Kabilede, hele belki yüz bin yıl süren anaerkil kabilede ne Oedipus karmaşası çıkacak? Son birkaç on bin yılın ataerkil kabilesine veya aşiret düzenine gelelim. Orada bir otorite olarak babanın esamesi okunur mu, ananın ne hükmü vardır? Birçok çocuk sütannelerce büyütülmez mi, birçok durumda çocuk kabilenin ortak evladı değil miydi?

Bugün pek çok çocuk anne veya babasız veya ikisinden birden yoksun büyümüyor mu? Bunlarla çekirdek klasik aile içinde büyüyenler arasında belirgin karakter farkları çıkması gerekir Freudcu mantıkla, bambaşka karakter gruplarına rastlamak gerekir insanlar arasında. Bir fark var mı, ninesinin, teyzesinin büyüttüğü çocukla, anasının büyüttüğü çocuk arasında? Boşanmış aile çocuklarının boşanmamışlara göre daha özgür, daha sağlıklı olması gerekmez mi Oedipal açıdan? Oysa yetişkinliğe geldiğimizde belirgin bir fark kalmaz, kalan ufak tefek farklar da boşanmamış ailede büyüyenler, yani Oedipal’e maruz kalanlar lehine bir farktır olsa olsa.

Sonuç olarak neresinden bakılsa bir safsatadır Oedipus kuramı. Bu karmaşa keza, aynı zamanda aynı şartlarda büyüyen çift yumurta ikizleri veya kardeşler arasında rastlanan derin karakter farklılarını da açıklayamaz. Biraz bilimsel bakan, az buçuk bilimsel araştırma yöntem bilgisinden nasibini alan herkes buradaki garabeti görür. O halde kardeşim, niye hâlâ Zizek, Lacan vb. Avrupa snoblarını burnumuza sokarsınız, sonra da nasıl ve hangi mantıkla dindarları küçümsersiniz? Dindarlar ilahi adalete inanıyor sorgulamadan, siz de sorgulamadan popüler sol kültüre, kendi kuramsal adaletsizliğinize inanıyorsunuz sonuçta.

*Kaan Arslanoğlu’nun, 2016 yılında İthaki Yayınları’ndan çıkan Evrimci Açıdan Din, Psikoloji, Siyaset kitabının Freud eleştirisine ayrılan bölümlerine yer verdiğimiz bu yazı dizisi, Azizm Sanat E-Dergi’nin bir sonraki sayıda devam edecek.

[1] Nassir Ghaemi, age.

[2] Robert Kurzban, Neden Sizden Başka Herkes İkiyüzlüdür, çev. Zafer Avşar, Alfa Yayınları, İst., 2012.

[3] Louis Breger, Freud, Görüntünün Ortasındaki Karanlık, çev. Aslı Biçen, Yapı Kredi Yay., İst., 2012.

[4] Nassir Ghaemi, age.

[5] David H. Barlow, Anxiety and its Disorder: The Nature and Treatment of Anxiety and Panic, The Guilford Press, 2004.

[6] Kaplan & Sadock, Synopsis of Psychiatry, LWW, 2007.

[7] Wikipedia.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi112

Bunu paylaş: