Engin Türkyılmaz’ın “bedeni harp meydanlarına dönüştürülmüş tüm kadınlara…” adadığı 2017 tarihli deneysel filmi Önce Çocuklar ve Kadınlar bu sene 12. Uluslararası İşçi Filmleri Festivali kısa film seçkisi içinde göze çarpan yapımlardan biri oldu. Bu festival dışında; 15. İKFD Ulusal Kısa Film Festivali, Kurmaca Dalı, Jüri Özel Ödülü ve 9.Rotary Kısa Film Festivali, Deneysel Dalı, Üçüncülük Ödülü’nü alarak yoluna devam ediyor. Film, dört dakikalık kısa bir zamanda Ortadoğu’da ve dünyada savaşların kadınlara ve çocuklara olan etkisini dinamik bir anlatımla ortaya koymayı başarmış.
Filmin açılış sahnesinde mekân olarak seçilen ev, önceden bir ailenin yaşadığı fakat şu anda terkedilmiş bir yer hissi uyandırıyor. Sallanan beşikler, el örgüsü dantellerle örtülmüş eşyalar, duvarda asılı aile fotoğrafları, boş bir yatak ile yönetmen mekânı tanıtan bir girizgâh yapıyor. Her şeyin yerli yerinde durduğu bu evde, hatta odada, bize neyin anlatılmak istendiğini kısa sürede anlamaya başlıyoruz. Yerde sürünerek hareket eden bir oyuncak asker ve onun çıkardığı makineli tüfek sesiyle gerilimin arttırılması ardından gelen kesik kesik görüntüler…
Bu görüntülerde önceden yaşandığı anlaşılan ve bir kadının korku duyan hallerini izleriz. Kapıdan giren sakallı, silahlı birinin tecavüzüne uğrayan ve kadının o anda elinde sıkılı duran o oyuncak asker. Boş kundaktaki bebeğe ise ne olduğunu izleyicin tahminine bırakan yönetmen kısa bir görüntüler serisiyle bize şu anda hala süren bir vahşeti hatırlatmak istiyor. Arka planda ise yine o oyuncağın çıkardığı makineli tüfek sesleri işitiliyor. Burada o oyuncağa yüklenen anlamın dikkat çekici olduğu kesin. Küçük yaşlarda erkek çocuklarının ellerine verilen oyuncak silahlar, askerler, aile ve toplum tarafından yüceltilen militarist fikirler bu savaş sevdasının tesadüf olmadığını açıklar nitelikte. Çocukları küçüklükten büyüyünceye kadar kuşatan bu nesnel koşullar ve üstüne din olgusunun da eklenmesiyle bugün Ortadoğu’da gördüğümüz çetelerin savaşacak kişiler bulmasına olanak sağlanıyor. Bütün bunların üstüne erkek zihniyetinin kadına ve kadın bedenine yönelik çarpık bakışı, tecavüz etmesine, kadınları köle pazarlarında satmasına, işkence etmesine, öldürmesine zemin hazırlıyor. Kendini haklı ve insan ırkının tek cinsi olduğuna inandıran, kadınları bir canlı varlık olarak bile göremeyen bu zihniyet her gün filmde tanık olduğumuz vahşetlere imza atıyor. Filmin sonunda kullanılan fotoğraflar da bu duruma kanıtlar sunuyor. Dünyada geçmişte ve şu an yaşanan savaşlarda askerlerin, çetelerin, erkeklerin kadınlara ve çocuklara yaptığı işkenceler, yıkımlar gösteriliyor. Bu fotoğraflar en film kadar yakıcı bir etki bırakıyor. Üniforma giydirilip ağaca asılan kadınlar, çırılçıplak bırakılan kadınlarla fotoğraf çektirenler, yine çıplak bedenlere uygulanan şiddet ve infazlar… Bütün bu olaylar birbiri içine dolanmış sorunlar sarmalının sonucu belki de. Kapitalist işleyişin gerekleri, yükselen savaş çığırtkanlığı, din, ahlak anlayışları, kadın bedeni ve onun sorunsalları, ötekileştiren ve dışlayan ırkçı algı ve daha birçok problemin vurduğu çocuk ve kadın.
Bugüne kadar Kibar Feyzo, Kaçak, Ezo Gelin gibi birçok filme ev sahipliği yapan Hatay’ın Reyhanlı ilçesine bağlı Harran Köyü şu an Suriye’den getirilen kadınların Türkiyeli erkeklere köle olarak satıldığı bir pazar haline gelmiş durumda. Bu ayıpla nefes almak her geçen gün biraz daha zorlaşıyor. Bunu ortaya çıkaran haberlerin, belgesel ya da filmlerin engellenmeye çalışıldığı, susturulduğu bir zaman içerisinden geçiyoruz. Çoğu Ezidi, Kürt, Arap ve daha birçok ırktan olan kadınların ortaklaştığı bu acılar bu tür filmlerde görünür hale getirilmeye çalışılıyor. Burada kadınlarla birlikte savaşın acımasızlığı ilk elden yaşayan çocukları unutmamak gerekir. Mülteci kamplarından çalınan çocuklar, küçük yaşlarda ucuz işgücü olarak çalıştırılan çocuklar her birinin küçük yaşına sığmayan öyküleri var. Eğer savaştan sağ çıkıp da yaşamaya çalışırlarsa bir ülkenin ekonomisi o çocukların sırtından geçinebilir. Devletin görmezden geldiği, haberlerde mahallelerden kovulan mültecilerin hali görülünce her kafadan bir ses çıktığı ama sonuçta yoksul yaşama mahkûm olan çocuklar ve kadınlar.
Yönetmenin toplamda iki kısa filmi olmasına karşın günümüzdeki en yakıcı sorunlara göz atıyor. İlk kısa filmi de doğa talanına karşı direnen halkları, insanları anlattığı 2016 tarihli Gözyaşı Yolu. Devletin yapmak istediği Hidroelektrik santralleri, Yeşil Yol projesi, Cerrattepe projesi gibi doğayı yok etmeye, ranta açmaya yönelik talanına karşı direniş öykülerini anlatmaya çalışıyor. Kısa sürede anlatmaya çalıştığı bu dertler sinemada hem görüntü hem de anlatım dili açısından hiçte amatör sayılmayacak şekilde yerini alıyor.
Özge Aslan