Umut İnsanda – Tamer Levent

Umut İnsanda*

İnsanın mutlu olmasını engellemeden, kendi mutluluğunun engellenmesine de izin vermeden yaşayabilmek için; insanlık her 50-100 yılda bir Rönesans yapmalıdır…

Kudüs’te, kutsal Kabir Kilisesi olarak anılan ve içinde Hristiyanlığın bütün mezheplerinin temsilciliği olan; Kıyamet Kilisesi olarak da bilinen kilisede Hz. İsa’nın mezarı olduğu varsayılmaktadır. Bu kilisenin kilidi ise 1192 yılından beri, yani 825 yıldır Müslüman bir aile tarafından açılıp kapatılmaktadır.

Sebep; Hristiyan mezheplerinin bu görevi kendi aralarından bir mezhebe vererek, birinin diğerinden  fazla sevap kazanmasını engellemek!

Söz konusu çatışma, çok anlamsız detaylarda da, farklı mezheplerin arasında, bu kilise ziyaretinde  çok net algılanıyor çünkü kilisenin içinde mezheplerin kendilerini temsil etmeleri için yan yana odalar ayrılmış. Her oda da bir mezhebin temsilcileri bulunuyor. Bunlar görevli papazlar. Fakat birbirlerine selam vermiyorlar. Sadece kendi önlerini süpürüyorlar. Diğer mezhebin oda sınırına bile getirmesine, ya da herhangi bir malzeme bırakmasına izin vermiyorlar. Oysa Rönesans’tan sonra, Reform ile oluşmaya başlayan demokratikleşme ile bireyin demokrasi kültürünü benimseyerek, kendini yönetmesi sanatının, gelişmesi söz konusuydu!

Bu tutum dünyayı etkileyen bir “Yeniden Doğuş” anlayışı yarattı. Skolastik dönem bitti. Kilisenin dini siyasete alet etmesi; işkencelerin simgesi engizisyon mahkemeleri bitti. İnsanlık çektiği büyük acılardan sonra sanat kültürü ile yeniden yaşamını şekillendirmeye başladı. Demokrasi kavramı ile sanat kavramı buluştu. Bilim ve teknolojinin insanlığın yaşamını kolaylaştıracağı, artı zaman düşünceleri gelişme gösterdi. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanında, bilim eserlerini depolara kilitleyen, kitap sayfalarına, okunmasın diye siyanür süren kiliseler dışa açıldı. Tiyatro ve opera sahneleri arttı, üstelik bu sahnelerin projelerinde masraftan kaçılmadı, hatta kiliseler kadar görkemli ve gösterişli yapılmasına özen gösterildi. Girişlerine ”iyi, güzel, doğru” yazıldı çünkü binalara girenler, girişte yazılı özellikleri kazanarak salondan çıkmalı diye düşünülmüştü. Katolik mezhebinin boşanmayı günah saymasına karşın Protestan mezhebi kuruldu. Thomas More‘a rağmen İngiliz kralı eşinden boşanıp, yeni bir eş ile evlenebildi. Bilim ve sanatın önü açıldı. İnsanların gelişerek kendi kendilerini yönetmesi idealini savunan demokrasi kültürü yeniden gündeme gelmeye başladı. Felsefe önem kazandı ve felsefi sorgulamalar gelişmeye başladı. Güzel kavramı estetik kavramı ile buluşarak, güzel ya da estetik sözcüklerinin sadece dış görünüş olarak algılanmamasını, toplumun ve bireyin yaşamının  yeniden şekillendirilmesinde, insanın mutluluğunun ön planda  gözetilmesi olarak anlaşılması üzerinde duruldu. Reform, Rönesans’ı gündelik yaşama taşıdı. Adalet mekanizması bu anlayışla yeniden şekillendi. İnsan olmanın sosyal hakları ile estetik değerler buluştu. Bütün disiplinler; etik, estetik ve adalet ölçme değerlendirmesi ile yeniden yorumlanmaya başladı. Daha sonra modern dünyada adı konulacak olan “disiplinler arası kültür” bence daha o zaman  başlamıştı

Max Weber yıllar sonra Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu kitabında, kapitalizmin 16 yüzyıldan sonra şekillenmeye başladığını ve eskiye göre çağın ileri bir hareketi olarak görülebileceğini belirtiyordu. Ancak, yüzyıllar içinde  gelmiş olduğu boyut ile ilgili yabancılaşma  sorunlarını  sıralıyor, eleştirisini yapıyordu. Günümüzde Bill Gates de aynı eleştirileri yapıyor, kapitalizmin bittiğini söylüyor. Ancak Weber kitabın önsözünde  doğu toplumlarının kapitalizmi anlamadıklarını, feodalizme yatkınlıklarını örnekliyor çünkü başlangıçta, kapitalizmin kuruluşunda, ticaretin bireyin hakkı olması savunulurken, dürüst ticaret ve hak arama konularının da önemsendiğini ve sistemleştirildiğini belirtiyor. Bu tespiti ile feodal toplumlarda hak arama mekanizmasını destekleyen sistemler oluşmadığını belirtiyor. “Batı toplumlarında bir sermaye sahibi şirket kurar, sonra da büyütürse, o şirket büyüme hızı ile orantılı olarak; sadece o kişinin şirketi olmaktan çıkar. Oysa doğu toplumlarında bir sermaye sahibi şirket kurar ve  ne kadar büyütürse büyütsün, şirketin mal sahibi olarak hep kendini görür. Üstelik doğu toplumlarında bir şahıs bir devlet kurumunun yönetimine gelirse, işin ilginç tarafı o şahıs, söz konusu kurumu da kendi malı olarak görmeye başlar.” diyerek sistemsizliği ve anlayış farkını örnekliyor. 16 yüzyıl Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra Aydınlanma çağının gelmesi ve demokrasi kültürü arayışlarında Rousseau’nun deyişi ile demokrasi; “her bir bireyin apriori Tanrı kadar gelişmesini ve kendini yönetebilmesini” gerektiriyordu! Bu saptama, gerçek bir demokrasi kültürünün oluşabilmesinin bir ütopya olacağı kuşkusunu taşıyordu belki, ama o ütopyaya ulaşabilmek için çaba sarf etmek, çare aramak ve sistemler oluşturmaktan da kimse vazgeçmiyordu. Keşif, icat, buluş vb. kelimeleri; bu sözlerle sembolize ettiğimiz yaratıcılık ve çözümler üretme anlayışı; İngiliz Sanayi Devriminde makinaların kırılmasından sonra, makinaları savunmak ve onlarla birlikte gelişerek yaşantımıza artı değer katmayı düşünme eğiliminin giderek artmasıyla, 1. Dünya Savaşı, Sovyet Devrimi ve 2. Dünya Savaşı sonralarında, toplumsal yaşamın geliştirilmesi önem kazanmaya başladı.

Başka bir açıdan da, insan yaşamının gelişmesi ve insanın mutluluğuna dair çözüm arayışlarında makinalara bel bağlandı. Makinalaşmayı eleştirenler ve makinalaşmayı savunan kutuplar oluşmaya başladı. Makinalaşmayı eleştirmek, bir anlamda dünyanın toplumsal bir devrim yaşamasına karşı olmakla eş anlamlı bile tutuldu. “Trim trak, trim trak makinalaşmak istiyorum makinalaşmak” sözcükleri Nazım Hikmet ustanın şiirinde yer alarak bu tartışmanın hangi noktaya geldiğini belgeliyordu. Oysa insanlığın toplumsal buluşlar da yapması gerekiyordu. Vahşi kapitalizm evresine geldiğimizde, insanın robotlaşmaya başladığı, Chaplin‘in Modern Zamanlar filminde de olduğu gibi, ürettiği aracın ne olduğunu bilmeden önüne gelen tek vidayı sıkan adam haline gelmeye başladığı, bunun karşılığında artı zamanının  da olmadığı gerçeği tartışılmaya başlandı. Bütün bunlar tartışılırken, olayın temelindeki dinsel tartışma unutuldu mu acaba? Çünkü Rönesans’la başlayan hareket geniş din kültüründe, çağdaş gelişmeleri de göz önünde bulundurarak bir güncelleme yapılmasına olanak vermişti. Rönesans diğer dinleri de etkiledi. İslamiyet ise sanki etkilenmemişti.

Dünyanın sosyal yapısının sorunlarını teşhis  edebilmek, hiç bir zaman din kültürünün etkilerinden bütünüyle bağımsız olamamıştır. Rönesans, insanın değerli olduğunu ve bu değerin kendisi tarafından da anlaşılmasının önemli olduğunu kabul ederek yapılmış bir sosyal güncellemedir! Yani insandan, kendisinin ne kadar değerli olduğunu, saklamadan, sanatın asıl etken olduğu, bilimsel buluşlar ile, din kavramının ilk ortaya çıktığı günden Rönesans’a; insan yaşamında önemli değişiklikler olduğu kabul edilerek; yaşamın, insanlığın gelişmelerine göre yeniden organize edilmesi gerçeği, estetik değer olmuştur. Bu anlamda Galileo Galilei‘nin, teleskopla yıldızlara bakması; dünyanın kaplumbağanın sırtında durmadığını; kendi ekseni etrafında döndüğünü kanıtlaması, önemli  etki yaratmış, bu etki düşünce anlayışlarının değişmesine, keşfedilmezlerin keşfedilmesine yol açmıştır. İçinde bulunduğumuz çağda, en dindar bir kişinin, cep telefonu kullanması, akrabalarına en azından mektup yollaması, otobüse, trene, uçağa binmesi, elektrik kullanması, otomobil kullanması, traktör kullanması, hatta cep telefonu, bilgisayar kullanmasına karşın, İslamiyet’i ilk çıktığı  haliyle yaşamak ve yaşatmak isteyen bir tutumun varlığından söz edebiliriz! Bu tutum, söz konusu teknolojileri kullanmasına rağmen, yaşamın gelişmeleri ile çelişkili olan, hissedilir bir tutumsa; yaşama, ortak düşünme ve algılama konularında anlama ve anlaşma sorunları yaratır.

Oysa bilindiği gibi; İslam’ın Altın Çağı ya da İslam Rönesans’ı olarak adlandırılan  8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar, Rönesans’tan çok önce, İslam dünyasının yükselişini ifade eden dönem yaşanmıştır. Bazı kaynaklarda bu dönem  14. yüzyıla kadar, bazı kaynaklarda ise 15. yüzyıl/16. yüzyıla kadar sürdüğü söyleniyor. Bu dönem esnasında, İslam dünyasında mühendisler, bilginler, tüccarlar; sanata, tarıma, ekonomiye, sanayiye, hukuka, edebiyata, gemiciliğe, felsefeye, bilime ve teknolojiye, eski adetleri koruyup onları yenileştirerek, yeniler  ekleyerek, katkıda bulundu. Howard R. Turner: “Müslüman sanatçılar ve bilim insanları, prensler ve işçiler birlikte benzersiz bir kültür yarattı, doğrudan ve dolaylı olarak, her kıtada toplumları etkiledi” der.

Siyasi yapılanmaların taraf tutma ve ötekileştirme ile çıkarları  dar alanlarda kendi yandaşları ile paylaşma hastalığı, eski bir hastalık. Özellikle Aydınlanma ve aydınlanmama kavramları hangi ölçülerde kimin lehine çalışıyor; neden bilimsel olanın doğrusu ile objektif olunma sistematiği oluşturulmuyor? Neden insanlığın altın kalbi derinlerden yüzeye çıkarılamıyor? Neden evrensel değerler tüm insanlığın değeri olarak algılanarak ortaklaşa sahiplenilemiyor? Coğrafi özelliklerden kaynaklanan kültürel farklılıklar, niçin kültürel zenginlik olarak algılanmıyor hatta değişemez kader gibi gösteriliyor? Neden dünyanın bir kısmının geri kalmış, bir kısmının gelişmiş olması titizlikle korunuyor? Yaşamın her alanına müdahale edebilen, silah endüstrisine yaptığı yatırımlarla ülkeler kurup ülkeler batırabilecek güç odakları, neden insanlığın topyekûn gelişmesine yönelik yaratıcı projeler üretemiyor?

16.yüzyıla kadar sürdüğü varsayılan “İslam Rönesansı”, neden kültürleşemedi? İslamiyet kendi bünyesinde neden  Reform yapamadı? Neden, 1789 Devriminden sonra başlayan demokrasi arayışları, tüm Avrupa’yı ve Asya’yı etkilerken Ortadoğu ülkelerini etkilemedi? Uygarlığın beşiği olan bu coğrafya, neden eskiden var olan sanat kültürü mirasını inceleyip kendisini toplumsal olarak güncelleyip, geliştiremedi? Dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip olan coğrafyada, bu petrol gelirine rağmen neden toplumun geniş kesimi sefil bir hayat yaşıyor? Neden terör hiç eksik olmuyor? İnsanın mutluluğu, kendini yönetmesi, eğitim, adalet, sanat, sosyal yaşam gelişmiyor! Neden, özellikle Ortadoğu ülkelerinde? Güney Kore, Japonya, Çin Halk Cumhuriyeti, Tayvan, Hindistan  gibi ülkelerde olduğu gibi kültürel anlamda gelişmeler yaşanmıyor, sanayi yok? Buna engel olan ne?

Sanki bu coğrafya, insanının kendi sorunlarını kendisinin  çözemediği bir coğrafya olarak, özellikle karıştırılıyor ve geri bıraktırılıyor. Özellikle, “sanki” diyerek, saflığımı belli etmek yerine, böyle bir politikanın doğruluğuna inanmak istememe refleksimi gösteriyorum! Ancak  Frances Stonor Saunders’ın Parayı Verdi Düdüğü Çaldı adı ile Ülker İnce tarafından Türkçeye çevrilen CIA’in sanat ve edebiyat dünyasında parmağı başlıklı kitap, kültür politikalarının da nasıl manipüle edilebileceği hakkında fikir veriyor! İçinde bulunduğumuz binyıl, insanlığın mutluluğu için yeni arayış ve umutların da binyılı olacak, heyecanını, 2000 yılına geçilecek gece yaşamıştık. İki şık vardı; ya bilgisayarlar kendilerini güncellemeyecek ve bütün bilgiler yok olacaktı, ya da umutlu bir binyıl olacaktı  21. yüzyıl.

Bilgisayarlar durmadı. Umutlu da  olmadı! Yeni yüzyılın, başından günümüze, 17. yılına, insanlık Ortadoğu’da büyük yıkım yaşıyor. Condeleezza Rice, eski Amerikan Dış işleri bakanı, Ortadoğu’nun yeniden şekilleneceğini, hatta isimleri yeni olan ülkeler oluşabileceğini söylemişti. Bu düşünce gerçekleştiriliyor. Ancak  her toplumun  kültüründe bulunan olumlu yanlar ve insanca yaşama isteğini harekete geçirecek bir siyaset uygulaması doğrultusunda hareket yok! Belirtilen görüş yok! Geleneklerine bağlılığı ile ünlü Japonlar, Japon mucizesi diye anılan sanayi gelişmelerinin yanında, kültürel olarak da kendilerini yeniliyorlar. Dünyaca ünlü Kabuki ve Noh tiyatrolarının, geleneksel dans ve müziklerinin yanında, evrensel müzik, dans ve tiyatroda, sinemada, çizgi flimde erişmiş oldukları başarı, onların kültürel yaşamlarına da yansıdı. Aynı şey, Güney Kore, Çin Halk Cumhuriyeti, Tayvan ve Hindistan için de geçerli. Ortadoğu’da bu gelişmeler önceleri bir tek Türkiye de yaşanmıştı.

Din kültürünün siyasete alet edildiği ülkelerde ise, sorunlar çözülemediği gibi, cehaletin arttırılması bir politika halini aldı. Toplumların gelişmesine yatırım yapılmaması, sorunların artmasının da nedeni olarak görülmüyor, aksine iktidarların bu toplumları daha kolay yönetebileceği gibi bir yanlış düşünceyi geliştiriyor.

Oysa bir yandan bilgisayar yaşamın içine giriyor, bilgiye ulaşmak hızla kolaylaşıyor; insanın yapacağı birçok işin bilgisayarlarla yapılabilme olanakları doğuyor. 1917 yılında, Sovyetler Birliği kurulduğunda, bütün dünyada, sosyalist devrim dönemi de başlamıştı. Dünya kapitalist ve sosyalist sistem arasında bir sistem tercihi yapma dönemine girmişti. Ancak Rusya merkezli bu ilk Sosyalist birliğin, köylü toplumu üzerine kurulduğu, oysa Karl Marx’ın, proletarya diktatörlüğü ve komünizm tezlerinin bu durumla uygunluk göstermediği de konuşuluyordu. İlerleyen yıllarda İspanyol Komünist Partisi Genel Sekreteri Santiago Carillo, dünyada gerçek komünizmin bir gün Amerika’da gerçekleşeceği düşüncesini ortaya atmıştı. Sovyetler Birliği’nden farklı olan bu komünizm anlayışı Avrupa Komünizmi olarak adlandırılıyordu. İçinde bulunduğumuz yıllarda, dünya,  silah, otomotiv, kimya, maden devlerine rağmen ilk kez farklı bir alan olarak dünya devi olan bilgisayar sektörü ve onun babası Bill Gates, kapitalizmin bittiğini dile getirdi!

Bilgisayarlı yaşam, dünyada pek çok değişikliğe neden olabilecek güçte. Ancak bugüne kadar insanlığın yanlış anladığı kavramlar doğrultusunda da yenilenmeler gerekiyor. İnovasyon çağı olarak da adlandırılabilecek bu çağda, internetli yaşamın başladığı günden bugüne dünyada yeni bir kuşak yetişti. Şimdi onun ikinci ve üçüncü kuşakları da yolda. Bilgisayara ve internet odaklı bir yaşama sonradan dâhil olan kuşak ise giderek azalıyor. Yani bilgisayar kültürü ile din, dil, ırk ayrımından kaynaklanan farklılık anlayışı yerine insanların birbirlerine olan-online- benzerliklerini araştırması yaygınlaşmaya başladı. Bu kültür, sanat kavramının da yeniden anlamlandırılmasını gerektirmelidir.

‘SANAT’, YAPMAK DEMEKTİR, KÜLTÜRLEŞMESİ İÇİN, KULLANIM DEĞERİNİN ANLAŞILMASI GEREKİR.

Çünkü sanat kültürü anlayışına yönelik inovasyonun insan yaşamına önemli bir ivme kazandıracağını düşünüyorum. Genellikle sanat kültürü denilince; ‘sanat eserine talepte bulunmak’tan ibaret zannedilen anlayış yerine; toplumun sanat kavramını ‘kendini keşfetmek ve başkaları ile benzerliklerini geliştirmesi’ni de kapsayan bütünsel bir kültür olarak benimsemesi, yaşama biçimini de doğrudan etkileyecektir.

Artık; ortaçağda olduğu gibi sanat kavramının sadece aristokratlar, sonra burjuvalar ve de elit özentisinde bulunanlara ait olduğu, toplumun diğer kesimlerinin ise ona uzak olduğu düşüncesi terk edilmelidir. O zaman varlık sahipleri, kendi yaşam kalitesini elde etmiş olmanın özgüveni ile sanat eserine ilgi duyarak,  özelliklerini korumayı ve geliştirmeyi, algılarını açık tutmayı ihtiyaç olarak görüyorlardı. Kendilerinin dışındaki kesimin böyle ihtiyaçları olmamalıydı. Bu tutum, Rönesans’tan günümüze, demokratikleşme sürecinde aşamalı olarak değişti. Demokrasi kültürü gelişmeleri, sanat kültürü ile paralel yürüdü. Ortadoğu’da ise böyle gelişmeler yaşanamadı. Hatta evrensel sanat kültürüne  karşı olmak, halkçılık, yurtseverlik, dinine mezhebine bağlılık göstergesi imiş gibi, Aydınlanma karşıtlığına dönüştü. Evrensel değerler, sadece batı siyasetine ait değerler zannedildi. Batıya kızgınlık ile kültürel gelişme birbirine karıştı. Bu doğrultuda algı yönetimi operasyonları yapıldı. Uluslararası siyasetler, ulusal siyaseti yönlendirdi! Gelişme kültürünü oluşturabilecek okullar kapatıldı! Eğitim politikaları sınırlandırıldı. Toplum kendisine verilen kadarına razı olmaya ikna edildi. Doğru olana  talepte bulunulmak, isyankârlık, devlete millete karşı olmak anlamına getirildi. Bu durumlarda hep toplum suçlandı ama toplumu yönlendiren mekanizmaların  politikalarına-karşı-kültürel politikalar geliştirilemedi! Bol bol tespitler yapıldı ama tedavi gerçekleşemedi!

SANAT KÜLTÜRÜ, İNSANA DEĞER VERMEYİ, SORUMLULUK OLARAK GÖRÜR.

Sanat kültürünü yaşama sanatı haline getirme sürecinde, insana hizmet en özenli, başarılı ve en kusursuz şekilde gerçekleştirilmelidir. Sanat kültürünün geliştiği bir toplumda insanı kandırmak, dolandırmak, ticari kar amacıyla insan sağlığına zarar vermek, insan yaşantısını bitirmek ya da toplu katliamlara girişmek, insanlık dışıdır. Sanat, iyi, güzel ve doğru temelinde; kötü, çirkin ve yanlışı görmezden gelmeden – etik, estetik ve adalet – ile ölçülen bir yaşama biçimidir. Yaşamın tümünü kapsar.

– Öncelikle bu anlayışın gelişmesi için eğitim sanatı politikaları belirlenir.

– Bu politikaları yürütecek kadrolar, liderler yetiştirilir.

– İnsanların, akıl, mantık, bilgi ve anlayış ile etik, estetik ve adalet değerlerine hâkim olarak kendi kendilerinin yaşamlarını yönetmeleri beklenir.

– İnsanların kendi kendilerinin yaşamlarını yönetmeleri sırasında, kendi kurdukları devlet, onlara hizmet verir.

– Bu hizmetler, sağlık, güvenlik, beslenme, çalışma, haklar, tanımlar, kendini geliştirme, sosyal yaşam, bilim vb. alanlarında olduğu kadar bütün bu işlerin sanatlı bir özenle gerçekleştirilmesi için de örgün ve yaygın sanat eğitimi  gerçekleşmelidir çünkü bu alanlarda verimli uygulamalar ve başarı, ancak sanat eğitimi almış, kendi konularında uzman ve sorumluluk sahibi kişilerle sağlanabilir. Sanat eğitimi bu özelliği tüm topluma mal eder.

– Sanat eğitimi alan toplumlar yaşamının kalitesini ve sistemliliğini sürdürmek konusunda, din, dil, ırk ve siyasi görüş farklılığı dışında; duyarlı, birbirine güvenen, temel hak ve özgürlüklerde devamlılığı sürdürebilen, istikrarlı toplumlar oluşturabilirler.

– Sanat eğitimi, sadece  sanat eseri üretme veya sanat eseri üreticisi olmak amacıyla yapılmaz.

– Sanat eğitimi, karşılıklı rol oynama (drama) yöntemi ile yaşamsal durumları algılamak, kendini tanımak, kendisi ile başkalarının benzerliklerini bularak; kendine yapılmasını istemediği davranışları başkasına yapmamak ortak bilincini oluşturur.

– Karşılıklı rol oynama yöntemi ile durumları canlandıran katılımcılar, birbirlerini izleyerek birbirlerini eleştirerek, yaşanılan sorunları anlamak ve çözüm üretmek konusunda ortak akıl ile yaratıcı çözümler bulurlar.

– Birbirlerini dinlemeyi öğrenirler, birbirlerinin düşüncelerini anlamaya çalışırlar, kendi düşüncelerini ifade edebilirler.

– Çözüm üretebilmek için bilgiye başvurmayı, bilgiyi doğru kullanmayı öğrenirler.

– Bütün sanatların özünde durum(drama) olduğunu öğrenirler. Durum analizi yapmayı öğrenirler.

– Kendini tanımayı ve kendi kendini eleştirebilerek geliştirmeyi öğrenirler.

– İnsanları tanırlar, insanların gündelik yaşam içinde roller oynadıklarını anlarlar.

– Yaşam içinde  oynadığı rolleri, sanat özeni ile iyi, güzel, doğru oynamayı öğrenerek, ilkeselleştirirler.

– Kendilerini iyi ifade etmeyi öğrenirler, karar oluşturabilirler.

– Şimdilik, sporun da dâhil olduğu 9 sanat dalına ilgi duyarlar.

– Bu dallarda beceri kazanmak için çalışmalar yapabilir, kendilerine moral destek sağlayabilirler.

– Teknolojiyi, robotlaşmadan ve doğadan vazgeçmeden kullanabilirler.

– Bilişim teknolojisinin olanaklarından daha çok yararlanabilirler.

Aydınlanma adına bu sıraladıklarım ve hep birlikte çoğaltabileceklerimiz, sanat felsefesi bakımından hiç de ütopik düşünceler değil. Üstelik pek çoğu gelişmiş ülkelerde uygulanmakta. Zaten, bir insan ilginç bir şey düşünüyorsa, bilinmelidir ki, dünyanın herhangi bir yerinde onunla aynı şeyi düşünen bir insan daha vardır. Yeter ki bizim coğrafyamız insan bu anlayışlara gereksinim duysun. Bunların ulaşılamayacak ütopyalar olmadığını kabul etsin. SANATAEVET; Bu düşüncelerin sembolik sözcüğüdür. Sanat eğitimi, amatör sanat ve profesyonel sanatı, sanat kültürü olarak yaygınlaştırmanın bir kampanya haline getirilmesi önerisidir. Türkiye’de başlayacak bu hareketin birlik ve beraberlik içerisinde gerçekleşmesi ve başarı kazanmış bir örnek oluşturması  halinde, UNESCO aracılığı ile dünya ya da önerilmesi söz konusu olmalıdır. Şu anda Türkiye’nin pek çok bölgesinde  amatör tiyatro yapanlar, sanat eğitimi atölyeleri, kurslar, resim atölyeleri, halk eğitim kursları, müzik çalışmaları, halk dansları, belediyelerin edebiyat günleri, ustalara saygı, kent estetiği çalışmaları, profesyonellerin turneleri, estetik bilimcilerin konferans ve atölyeleri, drama lideri eğitimcileri böyle bir başlık altında birleşebilseler, yayın kuruluşları, sosyal medya bunu özendirse, bir aydınlanma hareketine yönelik özendirici bir sürecin başlamasına  da hizmet edilmiş olur. Bu süreç için toplumsal çağrılar yapılabilir! Belediyeler bu süreçte aktif rol oynayabilir. Onlarla nasıl çalışılacağı detaylandırılabilir. Bu bir büyük oluşumdur. İstenirse, aynı anda tüm Türkiye’de, bütün il ve ilçelerde, hatta köylerde, aynı anda halkın katılımı ile başlayan buluşmalar gerçekleştirilebilir. Bu TV ve sosyal medya aracılığı ile sırayla tanıtılabilir.

Yeter ki isteyelim!

***

Görsel: Charlie ChaplinModern Zamanlar (1936)

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi113

Bunu paylaş: