Söyleşi: Sadık Usta*
Türkiye’de “ütopya” kavramı, sözcüğü ve yazım türü söz konusu olduğunda akla gelen ilk ad olan, Türk Ütopyaları’nın yazarı Sadık Usta ile söyleşi amacıyla bir araya gelme fikri ilk olarak geçtiğimiz Ekim 2016’da gerçekleştirdiğimiz Ütopya dosyamız için olmuştu. Sosyal medyanın öngörülemeyen aksamaları neticesinde o tarihte gerçekleştirme fırsatı bulamadığımız söyleşinin, değerli aydınımızla kuracağımız yoğun etkileşimli bir iletişime imkân sağlayacağını da öngörülemeyenler listesine eklemek doğru olacaktır. Aydın görünümlü boşlukların aksine Sadık Usta’nın üretme ve dayanışma konularındaki zindeliği, epey yoğun akışına rağmen Uşak’ta Ütopya-Aydınlanma başlıklı bir Azizm etkinliğine ve Uşak Üniversitesi’nde düzenlenen Ütopya konulu edebiyat yarışmasında bizlerle olmasını sağladı.
Kuruluşumuzun onuncu yılına özel olan bu sayıda, söyleşiyi kiminle gerçekleştireceğimize dair fikirlerin Sadık Usta’da ortak paydaya varması sonucu, ülkemizde pek rastlayamadığımız “filozof” nitelemesini fazlasıyla hak eden aydınımızla, Aydınlanma dosyası için bir araya geldik. Pek çok çevirinin yanı sıra Dünyayı Değiştiren Düşünürler serisi, İlkçağ Ütopyaları derlemesi, şimdilik son kitabı olan ve sıra dışı devrimci hayatlara odaklanan Fıçılarda Yaşamak ile köşe yazısının ne denli ufuk açıcı olabileceğini her hafta altını çizerek hatırlatan Oda TV makaleleriyle “devrimci aydın” payesinin rahatlıkla atfedebileceğimiz Sadık Usta ile yoğun ve katmanlı bir görüşmemiz oldu. İyi okumalar.
***
Güncel bir konu olan ancak etkisi güncelin ötesine taşacağından şüphe duyulmayan referandum ile başlayalım istiyoruz. Evet/Hayır çatışmasını ve sonuçlarını, ülke ve coğrafyanın yakın geleceği açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Doğrusu söylemek gerekirse sonuçla ilgili beklentim de böyleydi. Moda deyimle bütün bu “abidik gubidik” işlere rağmen sonucun kıl payı olacağını düşünmüştüm. Fakat şimdi, söz konusu mevcut sonuçları yorumlamak gerekirse: 1. AKP hükümeti ciddi anlamda bir gerileme sürecine girmiştir. Bunun en önemli göstergesi, AKP’nin büyük kentleri, özellikle de son yıllarda kazandıkları kentleri (Antalya vs.) kaybetmiş olmasıdır. Son bir iki yıl içinde İzmir’in de düşeceği ciddi ciddi konuşuluyordu, hatta İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı, CHP’li olmasına rağmen, AKP’ye yanaşacağını düşündürten konuşmalar da yapıyordu. Bu bakımdan halk oylaması çok önemli bir kırılma oldu. Bırakalım İzmir’i almayı, ellerindeki kentleri de kaybetme sürecine girdiler. 2. AKP hükümeti, bütün devlet olanaklarını kullandığı, polis teşkilatını “Hayır”cıların üzerine sürdüğü, “Hayır”cıların bütün imkânlarını yok ettiği, yüzbinlerce insanı hapse attığı, işinden ettiği ve korkuttuğu halde; valilerin, devlet kurumlarındaki amirlerin, öğretim üyelerinin ve hatta rektörlerin bile açıktan “Evet” için çalışmalarına rağmen ancak bu kadar oy alabildi. Üstelik muhalefet de ciddi anlamda “dağınık”ken. Demek ki gerçekte “Hayırcı”ların oy oranı çok daha fazla. En az yüzde 55 diyebiliriz. Bu kadar zulüm, bu kadar adaletsizlik, bu kadar mağduriyet, geleneksel olarak AKP’ye oy verenleri bile isyan ettirdi. Bu çok güzel bir gelişmedir. Henüz oylar sayılmaya başlamıştı ki işin sonucu belli olmuştu. Sosyal medya üzerinden bir açıklama yaptım o anda. Korkuya, karamsarlığa neden olacak bir durumun olmadığını, artık şafak vaktinin yaklaştığını söyledim. Bu gerçektir. Bir “gaza getirme” tavrı değildir. Hayatımda hep gerçekçi oldum ve böyle bilinirim. Bu bakımdan sonuç çok iyi, ancak bunu değerlendirecek bir muhalefetin örgütlenmesi şart. Sonuçlar bunun ne kadar zorunlu olduğunu da gösteriyor. 3. AKP ve özellikle Tayyip Erdoğan artık mağduriyet edebiyatı yapamayacaktır. Hem dışta Türkiye’yi yalnızlaştırdı hem de içte toplumu keskin iki kampa böldü. Bunun altından kalkamazlar. Artık Müslümanların saflarında ciddi bir tartışma başlamıştır. İslamcılar demiyorum, Müslümanlar diyorum. Birçok Müslüman yazar (bunlar Fetullahçı falan değil), Türkiye’nin Müslümanlıktan en çok soğuduğu dönemin bu dönem olduğunu belirtiyorlar ki bu saptama çok önemlidir.
Fakat bütün bu söylediklerime rağmen ihtiyat çağrısı da yapıyorum. Şafak vakti yaklaşıyor ancak henüz alacakaranlıktayız. Henüz dibe vurmadık, yani ayaklarımız henüz yere değmiyor. Asıl, dibi boyladığımızda “ne olduk” diyeceğiz ve sonra da bir çıkış yolu bulacağız. Bunun çok uzun sürmeyeceğini düşünüyorum. Ne yazık ki keskin bir virajda şarampole yuvarlanacak bu ülke, öyle görünüyor. Yol virajlı, frenler kopmuş, şoför kötü ama yeni bir yol arayışına çıkılacaktır. Umarım bu çıkış yolu arayışına şimdiden hazırlık yapılır ki esas çağrım da buna yöneliktir. Geleceğe hazırlanmak gerekiyor. Ancak bu hazırlık yapılarak yeni ütopyaların, toplumsal arzuların ve özlemlerin hayata geçirileceği, deneneceği ve sınanacağı kutsal bir ovaya, düzlüğe çıkılacaktır. Ayağa kalkan Türkiye bütün bölgeyi, coğrafyayı peşinden sürükler… Daha doğrusu içinde yaşadığımız coğrafya hep birlikte yeni ufuklara yol alabilir. Dünya tarihi büyük umutların kör çıkmazlarda belirdiğini onlarca kez kanıtlamıştır.
“Aydın” kavramının yorumlanışına ve özellikle sola aitmiş gibi davranılmasına yönelik eleştirilerinizi katmanlı metinlerle dile getiriyorsunuz. Hemfikir olduğumuz bu tespitlerinizden yola çıkarsak, ülkemizde pek çok başlıkta ortodoksluğa hapsolmuş ve hatta ortodoksluğun bile hakkını veremeyen adların “aydın”mış gibi değer görmesine karşı daha aydınlatıcı hareket etmenin yolları neler olabilir?
Kısaca şunu belirteyim, tırnak içine aldığınız aydın terimini aslında tırnak içinde kullanmadığınızı varsayarak konuşuyorum, çünkü bana göre aydın kavramı, genel anlamda mevcut düzenin muhafaza edilebilmesi için ideoloji ve ideolojik aygıt üreten insandır. Bu aydınların ezici çoğunluğu için geçerlidir, fakat devrimci aydınlar, bir kopuş yaşayarak, bir bakıma “sınıfına ihanet ederek” devrimci saflara katılırlar. Örneğin Cumhuriyet devrimini yaratan kuşaklar. Ya da 1789 Büyük Fransız Devrimi… Aydınlar esas olarak mevcut düzenden nemalanır, ancak bunların vicdanlı olanları, aklını kullanarak insanlığın başka bir yola girmesi gerektiğini düşünenler “aydınlanarak” devrimci saflara iltihak ederler.
Gelelim tırnak içine alınmayı hak eden aydın sorununa, yani sözde Ortodoks aydınlar sorununa. Gerçekliği kavrayamayan tutucu tavırlarıyla toplumun gelişmesinin önünde bir engel haline gelen bu tırnak içi aydınların etkilerini nasıl sınırlayabiliriz? Ya da bunların “aydın” olarak anılmasını nasıl engelleyebiliriz? Kanımca bu görev de devrimci aydınlara düşüyor. Sadece mevcudu ve kötüyü eleştirerek, etkin olanı yadsıyarak, olumsuzlayarak bu soruna çözüm bulamayız. Alternatifler sunan, yaratıcılıklarını konuşturan, çareler üreterek hem halkın aydınlanmasına etkin bir şekilde katılan hem de mevcut düzenin çıkmazının sonundaki “güneşli güzel günlerin” nasıl olacağını gösteren gerçekler aydınlar bu derdin ilacı olabilir.
Devrimci aydınların görevi, henüz var olmayanı ortaya çıkarmak, ufukta bile gözükmeyeni (fikir, yöntem, yığınların ihtiyacına yanıt veren araçların yaratılması ve bu ihtiyaçların giderilmesi vs.) görünür kılmaktır. Bilinenin, klişenin ötesine geçmektir. İnsanlara umut ve ufuk aşılamak gerekir. Bunun yolu da kolektif aklı yaratmaktan, devrimci projeler üretmekten geçiyor. Herkes (aydınlar) bulunduğu yerde, en iyi bildiği alanda halkla (öğrenci, işçi, köylü vs) bütünleşmeli, onları bizzat mücadelenin içine katmalı ve onların kendi pratikleri içinde aydınlanmasını sağlamalıdır. Bu yapıldıkça, sizin tabirinizle “ortodoksluğa hapsolmuş ve hatta ortodoksluğun bile hakkını veremeyen adların” bu sözde aydınların esamisinin bile okunmayacağı açıktır.
Voltaire alıntısıyla açılan “Kaleyi İçten Fethetmek” başlıklı makalenizde (http://odatv.com/kaleyi-icten-fethetmek-0804171200.html) Aydınlanma düşüncesinin karşısına aldığı zihniyete nüfuz edebilme gücünü gözler önüne seriyorsunuz. Ülkemizdeyse sekterliğin hatalı yorumlanması sonucu alaşağı etmek istediğimiz yapılanmanın yanında yer alanlara ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Aydınlanmacıların yüzyıllar önce denediği yöntemler günümüzde elbette geçerli olamaz fakat sizce bugün bu yönde ne yapılmalı?
Bakın, birkaç gün önce İstanbul’da Beylikdüzü Belediyesi bünyesinde faaliyet yürüten bir grubun (Ece Ataer Okuma Atölyesi) davetine konuşmacı olarak katıldım. Hasret kalınan güneşli bir günde, üstelik sınavların yoğun olduğu bir hafta sonunda (gelenlerin çoğu anneydi) 100’ün üzerinde insan katıldı toplantıya. Bu etkinlik yeni bir fenomen benim açımdan. Neden? Ece Hanım emekli bir öğretmen ve kendisi gibi zamanı olan fakat bu zamanı evde oturarak, televizyon karşısında uyuklayarak ya da kahvehane köşelerinde küflenerek geçirmek istemeyen insanlara ulaşmak için bir okuma atölyesi kurmak istemiş ve yaşadığı bölgenin belediyesine başvurmuş. Belediyenin olumlu yaklaşımı sonucunda 150’ye yakın insanı okuma atölyelerinde birleştirmiş. Belediyenin sunduğu imkânları da kullanarak insanların okuma ihtiyacına yanıt vermiş, hatta okuma alışkanlığı olmayanlara okuma alışkanlığı kazandırmış. Sanırım her ay bir kitap okuyorlar, tartışıyorlar ve yazarları da davet ederek sohbet ediyorlar. Bu insanları çevresiyle birlikte düşünün; çocuklarını, eşlerini, arkadaşlarını… Ve bu insanların birçoğu sosyal medyayı da etkin bir şekilde kullanıyor, yüzlerce insanın aydınlanmasına kısmen katkıda bulunuyorlar. Bu, olumlu ve etkin bir deneyimdir. Yüzlerce belediye (muhalif belediyeler başta olmak üzere) bu imkânı sunuyor, sunmayanlar da en azından sunmaya zorlanabilir. Belediyeler, kentlerde, kasabalarda ve mahallelerde yaşayan insanlara en yakın devlet kurumlarıdır. Bu kurumların imkânlarını değerlendirebilecek yüzlerce insan var ama ya miskin miskin oturuyorlar ya da kendi gücü ve etkisine güvenmiyorlar. Önce silkinmemiz lazım. Sonra herkes kendi olanaklarını kullanarak, bir bakıma kolları sıvayarak halkla bütünleşmenin yollarını bulmalıdır. Bu işe girişildiğinde onlarca farklı yöntem bulunabilir. Yeter ki isteyelim. Siz beni Uşak Üniversite’sine davet etmiştiniz. Orada da söylemiştim. Kaç üniversitede sizin yaptığınız çalışma yapılıyor ki? Siz de örnek bir çalışma yapıyorsunuz, yaptığınız iş yorucu ve meşakkatli olmakla birlikte ürünlerini alıyorsunuzdur diye düşünüyorum. Ürünlerini gördükçe de insan umutlanıyor ve mutlu oluyor. İnsan olmak, Aristo’nun dediği gibi siyaset yapan, yani toplumsal sorunlara kafa yoran ve pratiğe giren insan olmak da bu değil mi?
Halkın bize ihtiyacı var, ama en çok da biz aydınların halka ihtiyacı var. “Biz aydınlar da”, tabirim mazur görülürse, “odunları işlerken kalaslığımızdan kurtuluyoruz.”
Önceki sorunun çerçevesinden ilerlersek, Mustafa Kemal Atatürk’ün aydınlanmacı karakteri ve uygulamalarını kendi zamanı ve şimdiki gerçeklik noktasında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kanımca Atatürk, Türkiye tarihinin en büyük devrimcisidir. Eğer devrimi, gerçek anlamda, toplumu dönüştürmek olarak algılıyorsak bu böyledir. Ben de devrimcilik konusunda “mangalda kül bırakmıyorum” ama halkı ne kadar dönüştürdüğüm sorusu ortaya atılınca Atatürk gibi bir lokomotifin karşısında yaya kalırım. Yani Atatürk’ün önderlik ettiği devrimler tarihseldir önemdedir. Ne başardı peki bu devrimler? Halkı nispeten siyaset meydanına çekti. Toplumda dinamizm yarattı; kadınları toplumsal hayatın merkezine çekti; gençlere umut verdi; ekonomik kalkınma yarattı, insanları üretken ve verimli kıldı ve bütün bunların yanında nispeten toplumsal refah da sağladı.. Okuma yazma seferberliğiyle halk, evreni, çevresini, tarihini ve varlık olmanın ne anlama geldiğini kavradı. Savaşlardan savaşlara sürüklenen ülkeye huzur geldi. Bir Osmanlı tarihine bakın bir de 100. yılına merdiven dayayan Cumhuriyet tarihine. Eskiden savaş, seferberlik, Yemen yollarında gömülmek, tifodan ölmek, bir daha köyüne dönememek bir kaderdi. Yüz yıldır yok bu, Atatürk’ün “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi sayesinde yok. Şimdi AKP’lilere battı bu rahatlık ve Türkiye’yi savaşa sokmak için çırpınıp duruyorlar. Hatta bunu sıklıkla dile getiriyorlar, Türklerin yeniden savaşa girerek kendisine gelmesi gerektiğini savunuyorlar. Ahmakça düşünceler bunlar ama ne yazık ki bu düşünceler çok etkili oluyor. Çünkü iktidar alttan alta ganimete bu sayede ulaşılacağının propagandasını yapıyor.
Atatürk döneminde sadece eğitim değil, bilim de gelişti; spor da gelişti, kültür ve sanat hayatımız da canlandı. Çağdaşlaşma alanında önemli bir adım atıldı.
Ancak… Bu yetmezdi. Yürüyen, ilerleyen bir toplumun belli bir kalıp içinde kalarak gelişmesi mümkün değildi ki bu kalıplar yüzünden gericileşme azgınlaştı. Atatürk’ten sonraki dönemde yaşadığımız her krizin, her çıkmazın faturası çağdaşlaşma hamlemize mal edildi. 1700’lü yıllarda başlayan yıkımın nedenlerini gelenek ve göreneklerden kopmayla açıklayanlar yeniden hortladılar ve bugün de sıkıntıların nedenlerini gelenek ve göreneklerden kopmayla açıklıyorlar ve ülkemizi yeniden Osmanlı dönemine götürmeye çalışıyorlar. Bu nafile, buna imkânları yok, fakat büyük sıkıntılara neden olacakları da çok açık.
Buradan ders çıkarmamız lazım. Bakın iki önemli filozoftan bahsedeceğim. Horkheimer ve Adorno. Her ikisi de parlak akademisyen ve Alman Yahudisi. 1933 yılında Hitler iktidara gelince ülkeden kaçmak zorunda kalmışlar. Aydınlanma sürecinden geçmiş olan Avrupalı toplumların 2. Dünya Savaşı dönemindeki barbarlıkları bağırlarından nasıl çıkarabildiklerini çok tartışmışlar. Savaştan sora umutla ülkelerine dönmüşler. Ne yazık ki büyük bir hayal kırıklığı yaşamışlar. Ancak bu arada aydınlanmışlar da! Çünkü Almanlar sözüm ona Hitler faşizminden ders çıkarmışlar ama bu kez de 1950’li yılların yeni hurafelerine kapılmışlar. Kapitalizmin her yöntemini, eğitim anlayışlarını, araçlarını vs. sorgulamadan benimsemenin aslında Aydınlanma felsefesini terk etmek olduğunu anlamışlar. Onlar şu sonuca varmışlar: Aydınlanma sadece geçmişin ideolojisiyle hesaplaşmak değil, bugünün modern ideolojik aygıtlarıyla da hesaplaşmadır. Çok haklılar, çünkü bugün Avrupa toplumları çok ciddi bir kriz içinde. Bezginlik, yılgınlık, boş vermişlik, bireycilik, rekabet, hırs, kıskançlık, hazımsızlık vs. insanları manen mahvetmiş. Bunun yanı sıra yabancı düşmanlığı, ırkçılık vs. yeniden güçlenmektedir. Aydınlanma irrasyonelliğin sırrının çözülmesidir. Siz aydınlanmadan vazgeçerseniz, irrasyonellik gelir toplumun bağrına oturur. Bundan bağışık olmanın yolu, aklı, ama eleştirel aklı, sorgulayan aklı ve yaratıcı aklı elden bırakmamaktır. Siz bunu yapmazsanız, karşıtınız bu silahları size karşı kullanır. Ne yazık ki ilerici çevreler eleştirel akıldan, sorgulayan akıldan koptular. Bu nedenle post modernizm etkin oldu ve onların düzlediği yoldan şimdi canavarlaşmış İslamcılık (El Kaide, IŞİD vsb) geçmektedir.
İşimiz zorlaştı; ikili bir görevle karşı karşıya kaldık, hem eski hem de yeni hurafelere karşı mücadele etmek gibi bir görevle karşı karşıyayız.
Şimdi yeniden Atatürk devrimlerine dönersek… Eleştirel aklın, sorgulayan aklın terk edilmesiyle önce muhafazakârlık yaygınlaştı sonra da emperyalizmin kışkırtmasıyla gericilik dalgası geldi Türkiye’nin üstüne oturdu. Cumhuriyetin ilk döneminde bile birçok kırılma yaşadık aslında. Ethem Nejat’ın Karadeniz’de boğdurulması, Nazım Hikmetlerin düzmece davalarla hapiste çürütülmesi, Şevket Süreyyaların, Yakup Kadrilerin, Mahmut Makalların, Azra Erhatların, Sabahattin Alilerin kovuşturulması, sürgüne gönderilmesi, devrimci kadroların yönetim mekanizmalarından dışlanmaları, eğitim kurumlarından atılmaları, öldürülmeleri vb. Türkiye’nin siyasi ve kültür hayatına önemli darbeler indirdi. Ortam çıkarcı, yükselme hırsı içinde olan, vasatlığıyla övünen, taş kafalı, “Bekçi Murteza” ruhlu bezirgânlara kaldı.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu Ankara romanında çok iyi anlatır bu süreci. Ankara romanı Atatürk devrimlerinin devam edeceği umudunu taşıyan bir yazarın romanıdır. Gelişen, çağdaşlaşan bir toplumun romanıdır. Ancak ne yazık ki Türkiye toplumu 1940’lardan sonra gerilemekle kalmamış, gericiliğin de mekânı olmuştur.
Demek ki Cumhuriyet devrimleri, köylünün özgürleşmesiyle, Kürt yurttaşların ağa-din ve sömürü çarkından kurtarılmasıyla, gençlerin gelişen toplumda önemli roller üstlenmesiyle devam ettirilmeliydi. Tabii ki bütün bu süreçte akıl, sorgulayan ve eleştiren akıl elden bırakılmamalıydı. Eleştiren akla çağrı, sadece eski tarafından güdülmeye karşı olmak değildir, aynı zamanda içinde bulunduğumuz dönemdeki güdüleme yöntem ve araçlarına, eğitim anlayışına, yaşam tarzına da güçlü bir eleştiri çağrısıdır. Bunun yeniden kazanılması gerekir ve geleceğe dair umutlar taşınmalıdır yeni kuşaklara…
Diyalektik materyalizm ve tarihsel ilerlemenin felsefi yaklaşımlarınızın omurgası olduğunu biliyoruz. Yine de klişeleşmiş soruyu yöneltmeden de duramayacağız; Batı odaklı ilerleme, insanlığın evrensel ilerlemesi olarak kabul edilmeli mi? Doğuda ya da yön sözcüklerinden arınarak konuşmak gerekirse, başka bir zaman/mekânda insanlık için başka bir ufuk tercih ya da inşa edilebilir mi?
Genel anlamda şu söylenebilir: Aydınlanma ve aklın yürüyüşü her zaman düz bir hatta ilerlemez. 18. ve 19. Yüzyılın birçok aydını ve filozofu böyle düşünüyordu, ancak bunun böyle olamayacağını büyük filozof Hegel, 1800’lü yılların başında Tinin Görüngübilimi adlı eserinde saptamıştı. Bunun esasını tarihe diyalektik açıdan yaklaşmak olmak olarak belirleyebiliriz. İnsanlık tarihinin düz bir hatta ilerlemediğini, ileri ve geri adımları da kapsayarak, ancak her defasında eskiyi aşarak spiral bir formda ilerlediğini söyler Hegel. Spiral denince de akla bir tepeye tırmanmak gelir. Tepeye tırmanırken de bazen irtifa kaybederiz ancak bu sayede, yani kıvrılarak ilerleyerek, tepenin daha üst noktalarına vardığımızı görürüz. İnsanlık tarihi de böyle. Dolayısıyla insanlığın uygarlık yürüyüşünün bugün Avrupa ve Batı merkezli bir perspektifle devam ettiği düşünülse de bundan pek de emin olmamak gerektiğini hatırlatmak isterim. İnsanlık tarihine baktığımızda hep kalıcı olacağı düşünülen uygarlıkların, devletlerin, yolların, yöntemlerin, felsefelerin, bakış açılarının vs. kalıcı olmadığını, hatta sanki hiç var olmamış gibi yok olup gittiklerini görüyoruz. Bugünkü Batı’nın durumu da budur. İnsanlık şu an, Batı’nın biraz da zorla kabul ettirdiği bir yoldan ilerliyor, ancak bu yolun çıkmaz olduğu da (doğanın tahribatı, ekonomik çıkmazlar, tüketim hastalığı, toplumların içinde bulundukları ahlaki krizler, insanın yabancılaşması, teknolojinin vardığı aşama ve yaşamın anlamsızlığını düşündürten karamsarlık, bezginlik, yılgınlık vs.) şimdiden görülmektedir.
Bu nedenle de insanlığın gelecekte, bugün pek de dikkatimizi çekmeyen, dikkatimize sunulmayan, aksine görülmesi ve bilinmesi yasaklanan, ancak bazı insanların dikkat çektiği bir başka yola girilecektir. Yeni bir paradigma gelip baş köşeye oturacaktır, ama o da bir gün çekip gitmek için gelecektir. İnsanlık tarihi paradigmaların savaşıdır, geçit törenidir. Biri gelir biri gider. Bir paradigma gelir insanlığın, felsefenin, siyasetin baş köşesine oturur hem de hiç gitmeyecekmiş gibi oturur, hatta oturması için canlar verilir, kanlar dökülür. Ancak bir süre sonra o da çekip gider, hatta gitmesi için canlar verilir, kanlar dökülür. Ne gelirken ebedi gerçekliğe sahip olacaktır ne de giderken ezeli kötülüğü temsil ediyor olacaktır. Paradigmalar gelir ve etkin olurlar, çünkü o gün açısından insanlığın ihtiyacına yanıt verirler. Giderler çünkü o artık insanlığın ihtiyacına yanıt veremez olmuştur. Aslında giden, gelenin kendisi değildir, çünkü gelen zamanla canlılığını, yaratıcılığını, dinamizmini, ihtiyaca yanıt veren üretkenliğini ve doğurganlığını kaybetmiştir de ondan. Bu artık doğurgan olmayan ve yaşlanmış bir ineğin kesilerek et niyetine yenilmesi gibi bir şeydir. Ya da artık kendisini taşıyamayacak kadar bitkin düşmüş eşeğin kurda yem olarak bırakılması gibidir. Batı’nın tuttuğu yol da bir zaman sonra unutulup gidecektir, belki sadece kitaplarda bilgi ve anı olarak yer alacaktır. İnsanlık tarihine uzun erimli bakılırsa bu rahatlıkla görülebilir.
William Haviland, Kültürel Antropoloji adlı eserinde Kuzey Amerika Yerlilerinin, Avrupalıların yıkıcılığı sonrası kaybettikleri kültürel dengenin, temas öncesi bin yıllar boyu aynı kalışının, durgunluk, geri kalma veya ilerleyememe değil, tam aksine bir başarı olduğunu, söz konusu kültürün insanların fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarını karşılayabildiği için süreklilik sağlayabildiğini belirtiyor. Öncelikle bu görüşe katılıyor musunuz? Bir tür olarak insanın doğasını veya özünü belirleyenlerden biri olarak coğrafya ve pek tabi çevrenin etkisi düşünüldüğünde kimi ilkel komünal toplulukların insani değerler açısından yeterli ve hatta hala ileride olduğunu söylenebilir mi?
Kanımca insanoğlunun bilimin sağladığı olanakları kullanmadan hayatını devam ettirmesi mümkün değil. Amerikan yerlilerinin veya daha başka yerli halkların kıyımını getiren fetih ve işgallerin nedeni Rönesans’la başlayan ve sonra Aydınlanmayla devam eden toplumsal ilerleme anlayışı değildir, ilerlemenin bir ara uğrağı olan kapitalist sistemdir. İlerleme anlayışının kökeni çok daha gerilere gider, daha doğrusu insanlığın hayvanlar âleminden kurtuluşuna kadar gider. Fakat dünyanın farklı coğrafyalarında yerleşik olan her toplum, aynı oranda gelişme göstermiyor. Gelişmek insanoğlunun kaderidir, çünkü ilerlemeye odaklanmış bir zihinsel yapıya sahip. İnsan çevresinden başlayarak bütün doğayı ve dolayısıyla içinde yaşadığı toplumu (kendisini) değiştirmeye ve geliştirmeye odaklı. Gelişme anlayışımız ezelden beri var, bunu yadsımak mümkün değil, çünkü insanoğlu mevcut zihinsel yapısından hareketle içinde bulunduğu konumun bilincine varır, hayatını düzenlemek için aletler icat eder, toplumsal kurumlar yaratır; başka canlılardan farklı olarak bedeninin kendisine sunduğu olanakları bizzat kendi eseri olan (tabii ki doğadan öykünme yoluyla keşfettiği) araçlarla arttırır, bu araçlar sayesinde hayatını kolaylaştırır. Bu süreci durduramayız. En doğal şartlarda yaşayan yerliler de bunu böyle yaparlar.
Eşitsiz gelişim yasası bilinen bir doğa yasasıdır. Bu yasanın etkilerini toplumlarda da görüyoruz. Farklı toplumlar farklı yaşam biçimleriyle farklı yollarda ilerliyorlar. Dolayısıyla farklı gelişim evrelerinde oluyorlar. Üretim, mübadele, ticaret, el ve kafa emeğinin ayrışması, sınıfların ortaya çıkması, şiddetin daha rafine bir şekilde örgütlenmesi; devletin, bürokrasinin, silahlı kuvvetlerin ortaya çıkması, savaşlara, sömürgelere, sömürüye ve zalimliklere neden olan temel etkendir. Eşitsizlik güçlü olana bu olanağı sunmuştur ne yazık ki.
Amerika’nın, Avusturalya’nın ve diğer ücra yerlerde yaşayan yerel halkların büyük bir pazara dönüşen dünya uygarlığının girdabına çekilmesi kaçınılmazdı. Şimdi varsayalım ki Batı Amerikan yerlilerine ulaşamadı ve onlar kendi halinde yaşamaya devam ettiler. Soru şu: Hep böyle mi kalacaklardı? Batı onların gelişmesinin belirli bir momentinde toplumsal hayatlarına müdahale etti, fakat onların, eğer onlara müdahale edilmeseydi, hep böyle kalacaklarını iddia etmek ne kadar doğru?
Batı’nın kapitalizmden kaynaklı tahripkâr niteliklerinden kurtulması gerekir, bunun için de mümkün olduğu kadar doğal ortamlarda yaşayan yerel halkların geleneklerinden ve erdemlerinden öğrenmelidir, ancak o gelenekleri bugün çok gelişmiş toplumlara uyarlamak mümkün değildir, çünkü gelenek ve erdemler belli bir toplumsal üretimin ifadeleri olarak yerleşik hale gelirler. İnsanlar edindikleri alışkanlıkları, kabul ettikleri yasaları ve yaşattıkları gelenekleri içinde bulundukları toplumsal üretim düzeyinden hareketle ortaya çıkarırlar. O düzey bozulmuşsa, o geleneklerin de hiçbir anlamı kalmaz.
Kısaca, yeniden toparlamak gerekirse, insanlık girdiği süreçten geri dönemez, dönmek istemek gerçekçi olmadığı için nostaljik arzunun ötesine geçemez; yerel toplulukların, doğal ortamda yaşayan toplulukların bazı alışkanlıklarını edinmek, onlardan öğrenmek gereklidir. Ancak onların daha doğru olduklarını söylemek mümkün değildir. Bu toplulukların bize çok cazip gelen bazı geleneklere sahip oldukları doğrudur, ancak hiçbir şekilde kabul etmeyeceğimiz ve bize belki de barbarlığın bir örneği olarak gelen bazı alışkanlıkları ve gelenekleri de vardır. 18. yüzyıl Aydınlanmacıları, feodal düzenin bazı yasalarının ve geleneklerinin mantıksızlığını açıklamak için ücra köşelerde yaşayan yerel halkların, doğal ortamda yaşayan toplulukların, yani henüz kapitalizmin girdabına çekilmemiş bazı toplulukların alışkanlıklarını ve geleneklerini Batı’nınkiyle karşılaştırmışlar ve tartışmışlardır. Bu kıyaslamalar ve tartışmalarla da her gelenek ve göreneğin, yasanın ve alışkanlıkların toplumların zorunlu olarak içinde bulundukları toplumsal düzeyin ihtiyacıyla belirlendiğini çok iyi ortaya koymuşlar.
Fakat bir tek şunu söyleyebiliriz; eğer insanlık bir gün büyük bir felaketle karşılaşırsa, doğal koşullarda yaşayan halkların daha dayanıklı olacakları ve neslini sürdürecekleri çok açık. Ancak bu savı da ihtiyatla kullanıyorum, çünkü bundan 10 yıl önceki büyük Tsunami felaketinden “uygarlaşmış” olanlar ellerindeki alet ve imkânları kullanarak canlarını kurtarabilirken, bunlara sahip olmayan küçük doğal topluluklar birçok adada tümüyle yok olmuşlardır.
Ütopya Atölyeleri gibi açıkçası bir benzeri duymadığımız, özgün bir deneyin merkezinde yer alıyorsunuz. Thomas More’un Ütopya’yı yazışının 500. yılı kutlanıldığı ancak bir fikir olarak ütopyanın düşünce dünyasından alabildiğine uzaklaştırıldığı bir zamanda, bu atölye nasıl bir uyanışın/farkındalığın kıvılcımı olacak? Yitirilen ütopyayı geri kazanma noktasında ne yapmalı?
Ne yazık ki Türkiye ütopya kavramına çok uzak. Bu konu henüz çok az sayıda insanın (ki bunların da çoğunluğu gençler) görüş açısına girmiştir. Ütopya sadece bir yazın türü değildir, aynı zamanda şimdiki zamanı ve geleceği biçimlendirmektir. Bu anlayıştan önemli oranda yoksun olduğumuz için el yordamıyla yürüyoruz. Amacımız bu türden atölyelerle sadece bir bilinç sıçraması yaratmak değil, aynı zamanda içinde bulunduğumuz karabasandan da bir çıkış yolu aramaktır.
Bu türden atölyelerle insanlara etkin olmanın, kendi hayatlarına müdahale etmenin, aklı benimsemenin, sorgulamanın ve eleştirel bir tavrın önemini anlatıyoruz. Umarız bir parça etkili olur. Keşke bu atölyeler bir sivil toplum dalgasına dönüşse, yani herkesin geleceğine sahip çıkma koşusunun bir ilk adımı olsa.
Herkes en iyi bildiği şeyi, halkla bütünlük içinde çeşitli atölyelere, uyandırma ve aydınlanma faaliyetine dönüştürmelidir. Siyasetten sıdkım sıyrıldı diyenler, kollarını sıvamalı ve bu türden yerel, küçük ve yerinde hareketlerle bir mayalama faaliyetine girişmelidirler. Bu türden hareketlerin amacı tabii ki siyasal iktidar olamaz, bu iş partilerin görevidir, ancak partilere de bu işin nasıl yapıldığı bu türden etkinliklerle anlatılabilir. Hayatımızın değişmesi sorunu, yarın iktidara gelindiğinde ele alınacak bir şey değildir; hayatımızı belirleme pratiği bugünden ele alınması gereken bir fenomendir.
Karşı ütopya olarak yazılan, kurgulanan eserlerin pek çoğunun bir benzerini yaşamaktayız. Artık “Huxley mi haklı Orwell mi?” sorusunun, her ikisinin distopyasından da bir tutam barındıran günümüzde önemini yitirdiğini söyleyebiliriz. Günümüz distopik sistemindeki egemenlere fikir verme ve diğer taraftan kitleleri olası dönüşümlere/yeniliklere aşinalık üzerinden hazır etme noktasında bu gibi yapıtların katkısı var mıdır?
Genelde distopyaların uyarıcı bir niteliği vardır, ancak şahsen ben bunlardan ziyade ütopyalarla halka umut verilmesinden, özlemlere ve arzulara dönük tasarıların öne çıkarılmasından yanayım. Çünkü büyük devrimci dalgaların psikolojik alt yapısını olumlu, iç açıcı ve ferahlatıcı ütopyalar hazırlamaktadır.
Son olarak yakın ve uzak geleceğe yönelik çalışmalarınız neleri kapsayacağını öğrenebilir miyiz?
Şu sıralar Dünyayı Değiştiren Düşünürler’in 4. Cildini hazırlıyorum. Amacım bu eseri bir beşinci ciltle, Doğu ve İslam felsefesiyle tamamlamaktır. Sonrasında devlet teorisine ilişkin çalışmalarım olacak, özellikle de devletlerin ortaya çıkış sürecine yönelik çalışmalarım olacak. Adını şimdiden belirlediğim (Sümer’de Devlet ve Devrim) bir çalışma içinde olacağım. Bundaki amacım, ilk devletlerin ortaya çıkışının dinamiğini mercek altına almak, toplumsal özgürleşme mücadelesinin nasıl başladığını ve ilk ütopyanın (yazılı metin olarak) nasıl ortaya çıktığını incelemek. Malzeme önemli oranda hazır, sadece yazımı kaldı.
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim. Azizm Sanat’a yeni 10 yıllar dilerim.
Onur Keşaplı