Wikipedia’ya erişimin yasaklanması, karanlığın bilgiye ve ilerlemeye karşı olduğu düşüncesini pekiştirdi doğal olarak. Peki, aydınlıktan, ilerlemeden yana olanların bilgi ile ilişkileri nasıl? Üretilen bilgiyi kullanıyor muyuz?
Çok geniş bir konu olduğu için yeryüzü kriziyle ilgili birkaç başlık üzerinden gidelim.
Ekolojiyle ilgilenenler için oldukça tanıdık bir isim olan Rachel Carson’un 1951 yılında yazdığı Çevremizdeki Deniz (The sea around us) isimli kitabının daha girişinde denizel ekosistemler hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuzdan söz ediyor. Bugün, denizlerle ilgili çok daha fazla bilgiye sahibiz. Aşırı avlanma, kirlilik, asitlenme gibi tehditlerin kaynaklarını sıralayabiliyor, türlerdeki azalmayla ilgili rakamsal verilerden söz edebiliyoruz. Buna rağmen nasıl oldu da denizel ekosistemler 65 yıl öncesinden çok daha kötü duruma geldi?
Pek çok türü tehdit eden yaşam alanı kaybı ya da bozulması (yapılaşma, kirlilik gibi) konusundaki güncel durumumuz da bu tehdidin büyüklüğünü belirlediğimiz günlere göre çok daha kötü değil mi?
Peki ya tüm yaşamı etkilediği sayısız araştırmayla yinelenen iklim değişikliğiyle ilgili yeterli tedbirlerin alındığını söyleyebilir miyiz?
Karşı karşıya olduğumuz korkunç tablonun tek sorumlusu bilimsel verileri yok sayan, bilgiler ışığında gerekli düzenlemeleri yapmayan hükümetler mi? Sürekli daha çok bilgilenme gereğinden ve halkın bilinçsizliğinden söz eden doğaseverler, bilimciler üzerlerine düşeni yapıyor mu?
NatGeo kanalında “İklime dur de!” isimli bir program var. Ne yazık ki programda konuşan uzmanlar acil önlem alınması gereken bu konuda neler yapılması gerektiğine az değiniyor, kimi örnekte de bu şartlarda uygulaması çok zor, hatta anlamsız önlemlerden söz ediyor. Örneğin bir uzman işe yürüyerek gitmemizi, bir sonraki arabamızın elektrikli olması gerektiğini söylüyor. Bir diğer uzman gittikçe daha çok alana daha fazla güneş paneli koyularak oldukça büyük miktarda enerjinin üretilebileceğini söylüyor. Ancak sürdürülebilir enerji üretimini arttırmanın yanında genel enerji tüketimini azaltmanın yollarından ciddi anlamda söz edilmiyor.
İklim değişikliğini 25 yıl kadar önce, lisedeyken öğrenmiştim. Üniversite yıllarımda Kızılay’da (Ankara) minibüsle trafikte sıkıştığımızda endişeyle tek başına araba kullananları sayardım. Tek başına trafiğe çıkılmasının yasaklanması konusu daha o zamanlar tüm dünyada konuşulan bir şeydi. Bunca yıl sonra çok daha kaygı verici bir yerde olduğumuzu, çok çok az ciddi önlem alındığını bilen insan sayısı pek de az olmamalı. İklim değişikliğini yeni öğrenenlere bile hemen anlatılması gereken ise artık işe bisikletle gitmek gibi kişisel tutumların anlamsız kaldığıdır. Sorunun büyüklüğü ve aciliyeti karşısında şu birkaç örnek gibi kapsamlı adımlar atılması gerektiği açık;
Fosil yakıt kullanan özel arabaların kullanılması sınırlandırılmalı ve kapsamlı bir toplu taşıma ağı kurulmalı. Günlük ulaşım ihtiyacı dışındaki toplum taşıt aracı kullanımı (örn. yolculuk) da sınırlandırılmalı.
Yaşam alanlarının (orman gibi) kaybına yol açan; ev, yol, köprü, havaalanı gibi yapılaşmalara hızla son verilmeli.
Acilen nüfusun azaltılmasına yönelik çalışmalar yapılmalı.
***
İktidar hemen işe koyularak düzenleme yapmaya girişse bile bu saydıklarımızı kaçımız yapmak ister? Yapabilecek olsak sermaye izin verir mi (arabaların azalması, yapılaşmanın durması vs)? (Ayrıca elbette böylesi büyük değişimleri gerçekleştirmek için siyasi, ekonomik koşulların varlığı yanında insanların manevi zarar görmemesi gibi konuların da dikkatle ele alınmasını gerektirir. Bu yazıda yaban hayatı üzerinden gittiğimiz için unutulmasın, zaten konumuz genel olarak -ekonomi, psikoloji vs- bilginin hem insanın hem yeryüzünün sağlığı için kullanımıyla ilgili).
Konumuza dönersek; NatGeo belgeselindeki bir uzman, evlerin su döngüsüne müdahale edecek şekilde yapılması gerektiğini söyledi. Tuvalet suyunun diğer su kullanımlarından sağlanması gibi… Son yılların en büyük yapılaşma süreciyle karşı karşıyayız, yeni yapılan evlerde böyle bir sistem var mı? Bilimciler devlete baskı mı yapmıyor yoksa devlet mi dinlemiyor? Halk da talep etmiyorsa bu durum bilginin halka ulaştırılmasına yeterince önem verilmediğini mi gösteriyor?
Bu olumsuz tabloda, ürettiği bilginin işaret ettiklerini fark etmeyen ve/veya fark etse de uygulanması için çabalamayan ve/veya bilgisini çok dar bir çevreye aktarabilen ve/veya çıkar ilişkileriyle çalışan bilgi üreticilerinin de katkısı var ne yazık ki. Rachel Carson örneğindeki gibi pek çok bilimci hala kendilerine ve halka aynı şeyi söylüyorlar “Daha çok bilgiye ihtiyacımız var!”. Kimi çalışmalara, elde edilecek bilgiye elbette hala ihtiyacımız olabilir, ancak bilgiden kat be kat daha fazla ihtiyacımız olan şeyin eylem olduğu artık çok açık. Bu durumda benzer, hatta aynı sonuçlara varan, kimisi büyük bütçelerle yapılan araştırmalara devam etmek sorumlu bir davranış mıdır?
En güçlü sekilde eyleme geçmek için, eyleme işaret eden bilgiye sahip çok sayıda insan (tercihen toplumun her kesiminden) olması gerektiğini söylesek herhalde yanlış olmaz. ABD gibi yaban hayatıyla ilgili uzun süredir bilim ve eğitim çalışmaları yapan ülkelerde durum nasıl? Alaska’dan bir örnek verelim;
Alaska’nın başkenti Juneau’dan “arka bahçesinde buzul olan şehir” olarak söz edilir. Mendenhall Buzulu, Juneuluların gözü önünde hızlı bir erime süreci yaşıyor. Birkaç yaz üstüste buzulun içindeki bir su haznesi taştı. Son birkaç yıldır kar yağışıyla ilgili rekorlar kırıldı, 2 kış nerdeyse hiç kar yağmadı… Şehirde en az 5 kütüphane var. Doğa temalı sayısız sunuş, etkinlik düzenleniyor. Bilgilenmeyi, doğayı çok seven Juneaulular kütüphaneleri, etkinlikleri, doğa sevgileri ile övünüyor. Buna rağmen, buzulun sürekli hatırlattığı iklim değişikliği hakkında bir şey yapmaya pek niyetli değiller. 32 bin nüfuslu küçücük bir şehir olan Juneau pekâlâ “yavaş şehir” olabilir ve olmalı, ancak kimse arabasından vazgeçmek istemiyor. Biraz da bu nedenle hâlihazırda berbat olan, bu haliyle yoksulların hayatını daha da zorlaştıran toplu taşımanın iyileştirilmesi için yetkililere baskı da yapmıyorlar. Tüketim gibi yaban hayatını etkileyen diğer konularda da durum böyle.
Çok sevdiklerini söyledikleri bir şeye daha fazla zarar vermemek için yaşam alışkanlıklarını azıcık bile değiştirmeye yanaşmayan insanlar elbette samimiyetsiz, tutarsız insanlar. Ancak büyük çoğunluğunun, “eğitimli” ve maddi durumu ortalamanın üzerinde insanlar olduğu düşünüldüğünde bu kesimin tehlike oluşturduğunu da söylemek abartılı olmaz. Çok önemsedikleri, gururlandıkları “bilgili olma” durumuna rağmen yaşam koşullarında, tüketim alışkanlıklarında ciddi bir değişiklik yapmaya yanaşmayan bu insanlar elbette isteyerek ya da istemeden karar vericileri, sermayeyi destekliyor ve rahatlatıyorlar. Doğa ile ilgili kaygıları en çok görünür kılan bu “eğitimli” kesim bir yandan da sermayenin ürünlerinde, karlarını azaltmayacak hatta belki tam da bu nedenle arttıracak, birkaç “ekolojik” adım atmasının, hatta doğa projelerine sponsor olmasının da yolunu açmış oluyor. Ekolojik program seçenekli makinalar ile düzenin çarkları sağlamlaştırılırken “ilerleme” hissi yaratılmış oluyor.
Görüldüğü gibi bir tek iklim değişikliği konusu bile hem yeryüzü hem de insanlar için yepyeni bir düzen kurulması gerektiğini açıkça gösteriyor. Elbette bu ancak siyasi iradeyle mümkün olabilir. Ancak pek çok doğasever kapitalist sisteme sıklıkla ciddi eleştiriler getirdiği halde onun kaynağına inmiyor, siyasetten özenle kaçıyor ve en duyarlı davranışlarının bile gelinen noktada anlamsız olduğu gerçeğiyle yüzleşmiyor. Her gün siyasetle yatıp kalkan, aslında yaban hayatına önem veren pek çok insan da oldukça örgütlü olan, hatta sermayeyi huzursuz eden doğa koruma mücadelesini (mermer ocaklarına karşı mücadele eden Büyüknohutçu çiftinin öldürülmesi gibi acı örnekler bile yaşandı) liberalizmin kucağından kurtarmak, bu duyarlı insanlarla güç birliği yapmak için ciddi adımlar atmıyor.
Açıkça ortada ki, yeryüzü, kapitalist düzenin ve kapı komşusu buzulun eridiğini göre göre arabasından vazgeçmemeyi meşru gören liberalizmin elinde can çekişiyor. “Bilgi” böylesi bir ortamda bir tür postmodern süs haline gelmiş durumda. Yıllardır yaban hayatıyla ilgili en saygın bilgi kaynaklarından biri olarak görülen NatGeo’nun belgesellerine “Bakın bu avın boynu; bakın bu avcının dişi” der gibi sözcükler eklemeyi uygun görmesi bunun artık gizlenir yanı olmadığının kanıtı değil midir? Üst üste yığıldıkça eylem yakıtı olmaktan çıkan, anlamsızlaşan “bilgi” tam da düzenin istediği gibi ehlileşmiş oluyor.
Bu tablonun omurgasında bilgiye ihanet eden “eğitimli” kesimin olduğunun altını yeniden çizmeli. Bilgisiz görülen halkın bilinçlenmesi gerektiğini yineleyen ancak ürettiği bilgiyi kullanmayan bu kesim (içinde bir ölçüde hepimiz varız) aslında bilgiye erişimi yasaklayan karanlıkla akraba sayılmaz mı? Silkiniş için tek bunun üzerinde düşünmemiz bile yeterli olabilir.
Özgür Keşaplı Didrickson