Aydınımız Bilinçli mi? – Adnan Binyazar

Aydınımız Bilinçli mi?*

Molière, Türkçeye Kibarlık Budalası adıyla çevrilen komedyasında(Le Bourgeois Gemtilhomme), kibarlık budalalığına kapılan Mösyö Jourdain’le alay ederken, onu budalalıktan dangalaklığa sürükleyen öğretmenleri de ince alayından yoksun bırakmaz. Herkesi alaya alanlar, gerçekte, onunla alay edildiğinin ayrımına varamayacak denli budalalar arasından çıktığını diyalektik düşünce doğruluyor. Molière’in komedyalarında güldürücü öğe, eleştirel curcunalardan doğduğu için alay edenle alay edilen birbirinden ayırt edilemez. Nasrettin Hoca gülmecesi, bireye yönelik toplumsal eleştiriyle beslenir. Nasrettin Hoca’nın, yaptıkları kadar sözleri de güldürür. Nasrettin Hoca’ya güleriz. Güldüğümüz kendimiz olduğundan daha çok güleriz. Hoca’nın gülmecelerinin toplumsallığı özünde bu yankılanmalı gülüşler yatıyor. Gülmecesiyle, kişisel özeleştiriyi toplumsal bilince dönüştürüyor Hoca.

İnsanımızın hiç değilse bir kesiminde anlamsal diyalektik bu mantıkla doğmuştur.

Nasrettin Hoca’dan çıkıp Moliére’in curcunalı komedyalarına dönelim. Kentsoylu şaşkınlığıyla felsefe okuyunca “âlim” olacağına inanan M. Jourdain, onu felsefeyle âlimleştireceklerini sananlardan daha mı çok alay edilecek duruma düşüyor? Ne denli rol yapsa da, kazanç hırsına kapılarak aydınlanmış olduğu yanılgısının tuzağında kıvranan felsefe öğretmeni, sahne ortamında M. Jourdain’i “âlim” yapacağı inancındadır. Bu yolda kendini öncü saymakla kalmayıp, o alanın en iyisi sandığından da kuşku duyulmamalıdır. Beyinleri aydınımsıların kafadan atma dayanaksız bilgileriyle hırpalanan Dilci, M. Jourdain’in kibarlaşmasını dil’e bağlamıştır. Müzikçi, sesler arasındaki düzenin insanın düzenini de sağlayacağı kanısındadır. Dans öğretmeni, uygun adım atmaya bağlar kibarlaşmayı.

Oyuna kahkahayla gülenlerin bu kibarlaştırma uzmanlarından kalır yanı var mıdır? Bu örnekler, daha kapsamlı genel bir soruya yol açıyor: Şaşkınlaşan M. Jourdain mi alay edilecek durumdadır, yoksa onu kentsoylu değer yargılarıyla şaşkınlaştıranlar mı?

Bu soru bağlamında insanın içinden M. Jourdain’i suçlamak gelmiyor. Onun öne sürdüğü çelişkileri yerine getirecek kesimler olduğu sürece, M. Jourdain’ler hep var olacak, zaman Molière’i haklı çıkaracaktır. Onun da asıl üzerinde durmak istediği, gülen ile güldüren arasında doğan özdeş davranış ortaklığıdır. Yazınsal bir tür olarak komedya da, düşündürerek güldürme olgusunun ürünü değil midir? Molière’in aydınlanma yorumları, Fransız insanının bağnazlıktan kurtulup geçirdiği düşünsel evreleri çelişkileriyle dünden bu güne yansıtmada etkili olmuştur. Moliére,  oyunlarını; alay edenle alay edilenin, gülenle gülünenin gerçeğini ince zekâsıyla kurgulayarak gerçekleştirmiştir bunu. Bu bağlamda, özeleştiriyle toplumsal eleştiriyi birbiriyle bütünleştirmekte de ustalık göstermiştir. O nedenle, toplumsal değerlendirmelerde Molière’in geliştirdiği akılcı mantık, geçerliliğinden bir şey yitirmeyecektir. Adı bu yönüyle Avrupa kültürü klasikleri arasında geçiyor.

Buradan şu noktaya da gelinmeli: Hep halkın bilinçsizliğinden söz açıyoruz; bunu, onu aşağılamanın bir yolu gibi kullanıyoruz. Toplumun kara gerilikleri boyunduruğunu onun çileli boynuna takmakla sorumluluğu üzerimizden attığımızı sanıyoruz. Ona biçilen yazgıya başkaldırmamakla suçluyoruz onu. Kördüğüme dönen soru, hemen ardından şu soruyu sürükleyip getiriyor: Halkımız bilinçsiz de, aydınımız bilinçli mi?

Molière’in mantığı burada da geçerliğini koruyor. Oysa bilinçsizlik, toplumun sakat yapılanma biçiminden doğuyor. Bir kesim bilinçsizlik cehenneminin tutsağı iken, öbür kesim bilinç cennetinin hurileri arasında keyif çatamaz! Aydınımız da aynı koşullandırmanın tutsağıdır. Çıkar uğruna hırsızlıkta, yalakalıkta, kul köle olmakta; daha çok, yüksek düzeydeki okullarda öğrenim görmeyi aydınlanma sananların adı geçiyor. Onlar da çemberin dışında kalma iradesini gösteremiyorlar. Çemberin bir iki santim ötesinde olanların başına gelmeyen kalmıyor. Düzenin ayakta kalması çemberin sağlamlığına bağlı. Egemen güçler, geniş emekçi topluluklarının ekmeğini sömürüyor, onların da iradelerini, onurlarını, beyinlerini… Başta Kibarlık Budalası olmak üzere, Molière’in oyunlarında olduğu gibi, eleştirenle eleştirilen arasında, düzeysizlik gibi görünen bir düzey ortaklığı var. Başta da vurguladığım gibi, sorun, doğru adım atarsa kibarlaşacağını sanan M. Jourdain’de mi, onu kendince doğru saydığı adım attırmayı öğreteceğim diye iliğine değin sömürende mi? Bu soru da, aydınlanmanın gerçek anlamda bir eğitimden geçme olduğu gerçeğini düşündürtüyor.

Birkaç yıl önce, adlı sanlı iki bilim adamını televizyonun ekranında tartışmaya tutuşturmuşlardı. Gençliğin bunalımlarına sözde ışık tutacak, sorunlarına çözümler getireceklerdi. Gerekli olduğunca özlenen de bir girişimdi bu. Ne yazık ki, umulanın tam tersine, aşırı konuşkan bu iki bilim adamının söyleşileri kısa sürede ortaoyununa dönüşmüş, Molière’in havanda su döven kişileriyle bir kez daha yüz yüze gelmiştik. Kavramların içeriğini irdeleyeceklerine, ekranda laf atışmasına başlamışlardı.

Büyük umutlarla uygulamaya konulan program, şöhretleri dorukta da olsa, bilim insanlarının aralarında kavramsal bir etkileşimin yaratılamadığını göstermişti. İşin şu yanı da var: Sonradan, televizyon, sözü sohbeti tatlı bu iki bilim adamını özellikle seçtiği yorumu yapıldı. Televizyonun, bilinçlendirmeyi değil, eğlendirmeyi, oyalamayı önde tuttuğunu belirtmeye bile vurgulamaya bile gerek yok. Bu, birçok bilim adamını, sanatçıyı da “eğlencelik” olarak kullandığından da belli değil mi? Sayılamayacak çok bunun örneği. Amacı gerçekleştirmek için; bakıyorsunuz, yaygın kültür anlayışıyla, ünü en uzak ülkelerin sınırlarını aşan sanatçılar görmezden gelinirken, oyalama yeteneği yüksek kişiler boy gösteriyor ekranlarda. Toplumla dilsel bir bağ kurmamış kişilerin sanatlarını büyüteçle gösterme çabalarının etkisi altında gene toplum eziliyor. İşte bunlar, kültürde boşluk yaratan toplumsal bilinçsizliğin sonucudur.

Aydınlanma bilincine ermemiş kişi, kendi dar çemberini sarmalayanların dışında dünya tanımaz. O, gelecekte olabilecek olayları sezme gücünden yoksundur. Halk, eylemsiz kılınan bu kültür boşluğunda debelenirken, aydınımızın bu etkisinin dışında düşünülmesi olanaksızdır. Bu koşullarda, halk, bölünmüş gücünü toparlayıp örgütlenmekten kaçınır. Kuşkusuz, bu bilinçsizlik, iktidara sahip olanların geniş toplulukları bir oy aracı olarak kullanmamalarına ortam hazırlıyor. O nedenle küçük bir azınlık, büyük güç olması gereken halk topluluklarına bir ortaçağ hayatı yaşatıyor. Özgür iradesi baskı altında tutulan halka yaşadıklarını yazgı saymaktan başka seçenek kalmıyor. Bir bilinçsizliğin temelinde, yaşamın her kesiminde, düşüncede, duyguda köleler gibi davranmak yatıyor.

Bir toplumda, çağların çürüttüğü bilimsel kuramları, sanatsal akımları yenilik sayan sanatçı, bilinçsizlerin başında gelir. Bin bir deneyden geçirilmiş bilimsel verileri çağdaş bilimin vardığı en son aşama sayan, dışarıda öğrendiklerini kendi yaratımı diye yutturmaya kalkan bilim insanı da bilinç yoksunudur. Bilim öyle bir bilinçsizlik batağına saplandı ki, bilimsel kurumlar sarıklı hocaların fetvasıyla yönetilir oldu.

Yalnız onlar değil, işçilerin üç beş kuruşuyla kesesini doldurup, bir işçinin bir yılda aldığından daha çoğunu birkaç günde kesesine dolduruveren işçi yöneticisi de bilinçsizdir. Kendi kesesine bakarak toplumu ekonomik erinç (refah) içinde görüp bireysel mutluluğu toplumsal mutluluk sayan politikacı da bilinç yoksunudur.

Sömürü düzenlerini sürdürmek için halk kesimlerini birbirine kırdıranlar, yalnızca bilinçsiz değil, o can’lardan akan kanın bir gün kendilerini boğacağını düşünemeyecek denli de yeteneksizdir.  Bilimsel kuramların, çağdan çağa değeri daha da yükselen kitapların toplumları zehirleyeceğini savunanları bilinçsizin de bilinçsizidir. O kafada olanlar, bilginin her çağda daha da derinleşerek yaygınlaşacağının bile ayrımında değildir.

Görülüyor ki, bilinçsizlik belirli bir kesimin uğradığı bir düşünce hastalığı değil, toplumu bütün organlarıyla etkileyen bir hastalıktır. Bir toplumda aydınlanma, bu gerçek kavranınca gerçekleşir. Bu, bütün kötülükleri halka yüklemenin de çözüm olmadığın gösteriyor.

Molière’in mantığıyla düşünürsek, insanı budalalaştırma sevdasına kapılanın, budalalaştırılandan daha akıllı olmadığı sonucuna varırız.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi114

Bunu paylaş: