Aynı anda hem eleştirmenlerin hem de izleyicilerin merakla beklediği nadir sinemacılardan olma başarısını gösteren Christopher Nolan’ın, onuncu uzun metrajı olan yeni filmi Dunkirk, dün gösterime girdi. Tıpkı, zaman zaman kıyaslandığı büyük usta Stanley Kubrick gibi farklı türler arasında gezinen ancak tür kalıplarını fazlasıyla aşacak temalara veya önermelere yönelen Nolan, bu kez savaş filmi ile sinemaseverlerin karşısında.
İlk kez gerçek bir olaydan yola çıkarak senaryo yazımına girişen yönetmen, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Kıta Avrupası’nda Nazilere mağlup olan İngiliz ordusunun, sıkışmış bulunduğu Dunkirk adlı sahilden büyük bir seferberlikle kurtarılıp Büyük Britanya’ya getirilme çabasının anlatıldığı film, her Nolan filminde olduğu gibi kusursuz bir görüntü yönetimi ve ses kurgusuna sahip. Filmin, Hollywood için, yenilikçi yönü ise kurgusunda. Doğrusal bir akış ile klasik anlatıya, bölümsel akış ile çağdaş anlatıya kayabilecek film, üç farklı zaman diliminde gerçekleşen ve en fazla bir saat kadar eşgüdümlü ilerleyen üç olay örgüsüne sahip. Karacıların bir haftası, denizcilerin bir günü ve havacıların bir saatinin toplam yüz altı dakikaya sığdırıldığı Dunkirk, izleyicisinin yoğun takibini ve dikkatini talep eden özgün bir seyre dönüşüyor. Nolan’ın imzalarından olan zaman olgusu ya da zamanın öyküde alışılagelmedik temsili Dunkirk’te de karşımıza çıkıyor. Memento’da zamanı tersyüz eden, Insomnia’da gece gündüzü ayrımını muğlaklaştıran karıştıran, Inception’da zamanın sınırlarını genişleten, Interstellar’da ise zamanı büken Nolan, Dunkirk ile filmlik zamanı üç farklı zamanın göreceli gerçekliğine ayırarak eşine zor rastlanır bir yapıta imza atıyor.
Filmi değerli kılan bir diğer unsur ise savaşı kutsamaktan alabildiğine kaçınması. Ağır çekim, alt açı, destansı müzik eşliğinde savaş sahnelerinde karakterlerin birbirlerini öldürdüğünü seyredip arınma yaşamaya alıştırıldığımız beyaz perdede bu kez karaktere dönüştürülmeyen oyuncuların, gerginliği, endişe ve korkuyu besleyen Hans Zimmer imzalı müzik eşliğinde, mağlup oldukları bir savaştan kurtartılmalarını izliyoruz. Kurgudaki ve atmosferdeki bu iki belirleyen, filmin içerik açısından kalıcılığını zedelemek pahasına sinemada savaş türü açısından hem teknik hem de etik bağlamında yeni çıtayı belirliyor.
Filmin gerçekçiliğine pek de yakışmayan son sahneleri ve o sahnelerde kendini hissettiren İngiliz milliyetçiliğini bir kenara bırakırsak Dunkirk, dev ölçekli bir savaşta bir dipnottan öteye gitmemiş bir yenilgiden insani ve evrensel bir hikâye çıkarmayı başarırken sinematografik bir destana da ev sahipliği yapıyor. Büyük önermelerin, mesajların her zaman büyük öykülerde değil, çoğu zaman küçük öykülerde vücut bulduğunu ve şovenlik ile slogana ihtiyaç duymadan aktarılabileceğini kanıtlamasıyla Dunkirk, sinemanın doğasının sorgulandığı şu günlerde daha bir önem arz ediyor.