En basit tanımıyla, belge değerindeki gerçek görüntülerin – veya canlandırmaların – bir konu, olay, kişi ya da durum ile ilgili olarak izleyicisini bilgilendirdiği görüntüler dizisi olan belgesel türü, Lumiere Kardeşlerin kayda aldığı ilk sinematografik görüntüler düşünüldüğünde, sinema tarihinin en eski anlatım biçimidir. Günümüzde kurmaca ile birlikte egemenliğini sürdüren belgesel, gerçekliğin sunumu, üretilmesi, temsil edilmesi ve alımlanması duraklarında yönetmenden başlayarak izleyiciye kadar uzanan bir yelpazede müdahaleye açık bir hal almış, haber kanallarının kimi zaman yanıltıcı olabilen tercihleri neticesinde bir hayli ideolojik bir kitle iletişim aracı haline bürünmüştür. Bu noktada belgesel sinema, tıpkı kurmaca gibi alt türlere ayrılarak yaşam öyküsel, polisiye, tarihsel, çevresel, tıbbi, dramatik ve hatta sahte belgesel gibi başlıklarda ilerlemeyi sürdürmüştür. Ara formlara giderek alıştığımız güncel zamanlarda bazı çalışmalar ise tür kalıplarını zorlayan veyahut muğlaklaştıran bir biçimde seyretmektedir. Disiplinler arası çalışma, düşünme ve hatta üretme noktasına varan sanatçı Nick Cave’in müzik ve edebiyattan sonra taştığı sinemada bugüne dek senarist, oyuncu ve elbette müzisyen olarak boy gösterdikten sonra özne olarak yer aldığı 2014 yapımı Dünyada 20.000 Gün ve 2016 yapımı One More Time With Feeling filmleri tam da bu sularda devinen belgesellerden.
1980’lerden bu yana punk ezgilerinden rock vuruşlarına uzanan zenginlikte şarkılarıyla tüm dünyada hatırı sayılır bir hayran toplamına erişen Bad Seeds topluluğunun aykırı ve bir o kadar çekici vokali Nick Cave’in öznesi olduğu belgeseller akla yaşam öyküsel yapıtları getirebilir ancak iki yıl arayla birbirinden tümüyle zıt kutuplarda atmosferlere sahip bu iki filmin yaşam öyküsü ile ilgilenmediğini anlamak zor değil. Cave gibi efsanevi sıfatıyla anılan bir sanatçının günümüz iletişim teknolojisi düşünüldüğünde yaşamına dair bilgilerin ilgili herkes tarafından az çok bilindiği bir gerçek. İki yapıtta da alışılageldik belgesel biçimlerini kıran ve aşan pek çok sahne yer almakta. Sahne sözcüğünün bir belgesel eleştirisinde geçmesi ise onun ister istemez mizansenlerle dolu olduğu izlenimini uyandırıyor ki bu iki yapıtta durum tam olarak bu yönde. Dolayısıyla karşımızda kurmaca dokusuna sahip işler var. Belgeselin öncülerinden Robert Flaherty’nin Kuzey Kutbunda yaşayan yerlilerin yaşamını konu edindiği Kuzeyli Nanook adlı filminin gerçek olarak sunduğu pek çok görüntünün aslında o zamanki gerçekliği bozan kurmaca mizansenler olduğunun açığa çıkmasından beri kurmacanın belgesel sinemada yeri yadırgatıcı olmaktan çıktı. Devamında docudrama olarak adlandırılan bu tarz kullanım, hem kurmaca hem belgesel özellikleri taşımakta ancak incelediğimiz belgeselleri tam olarak karşıladığı söylenemez. Nick Cave belgesellerinde izleyiciye bir şeyler gösterme, öğretme gibi bir güdülenme yakalamak zor ve ekrana yansıyan yüzlerin hiçbirinin oyunculuk yapmaması, tümüyle kendilerini canlandırmaları yapıtları docudramadan ayırıyor. Aslına bakarsak her iki çalışmanın da belgesele en çok yaklaştıkları durum, o tarihlerde stüdyo aşamasında olan Bad Seeds uzunçalarlarının kayıtlarına tanıklık ediyor olmaları. Ancak bu tanıklıkların filmlerde odak noktası olmaktan çok arka fonda yer almaları nitelemeyi güçleştiren bir diğer etmen.
Yönetmenliğini Iain Forsyth ve Jane Pollard’ın üstlendiği Dünyada 20.000 Gün, Nick Cave’in bir karakter olarak bu gezegende geçirdiği zamanı karşılama amacıyla, sanatçının bir gününe eşlik ediyor. Ancak bu bir gün, geçmişe, geleceğe ve oradan geniş zamana taşarak bir anlamda 20.000 gün ve ötesinden izler taşıyor. Bu açıdan Theo Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün’ü ile benzerlik taşısa da burada ölümden çok yaşam duygusunun ağırlığı hissediliyor. Cave’in anlatıcılığında ilerleyen belgesel, sanatçının evinde güne başlayışı, o günlük programı dâhilinde olan kişisel arşivin taranması, stüdyoda albüm çalışmalarına devam edilmesi ile bu çerçevede ziyaret edilen kişi, mekân ve anılardan ibaret. Aralara serpiştirilmiş klasik belgeselvari söyleşi kısımları ise sanki stok görüntüler gibi belgeselin genel ritmiyle uyumlu geçişler görevi görüyor. Belgeselin müzikal dokusunu oluşturan 2013 tarihli minimalist melankolik albüm Push the Sky Away’in kayıt çalışmaları için eski bir malikâneye kapanan Bad Seeds üyeleri ile Cave’in çalışmaları, albümün pek çok parçasının kaydedilişinin görsel kaydı olarak önem taşıyor.
Ek olarak belgesel ile ilk kez yayınlanan parça Give Us a Kiss, yoğun melankolisi ve ağırlığıyla hem belgeseli hem de albümü taçlandırıyor. Belgeselin çekildiği dönem Cave’in sanat kariyerinde çıktığı zirveye alıştığı döneme tekabül ediyor.
Bad Seeds ile gelen haklı başarılara ve bir hayli ünlü (kimi zaman olumlu anlamda kötü ünlü) sahne yeteneğine rağmen özgüven sorununu asla tam olarak aşamadığını ifade eden Cave’in, Bad Seeds kurucularından Blixa Bargeld’in 2003 yılında, Mick Harvey’nin ise 2009 yılında topluluktan ayrılmaları ile içine düştüğü kuşku, takip eden yıllarda hem Bad Seeds hem “müzikal metres” olarak nitelediği Grinderman işlerinin başarısıyla dağılmış. Model ve tasarımcı Susie Bick ile süren evliliği ve ikiz oğullarının getirdiği çocuksu dinginlik, Cave’in ilk yıllarındaki vahşi ve hatta yıkıcı doğasının ehlileşerek daha onun olgun bir hale bürünmesine yol açmış, yükselişini sağlayan çarpıcılığı ise tıpkı belgeselin güçlü metninde yüzeye yakın deniz canavarı olarak betimlediği gibi kendini zaman zaman gösteren bir eşlik edici konumuna çekilmiş. Böylesi bir dönemde çekilen belgesel, Nick Cave’i varoluş devinimlerini çözen ve özgüveni yerinde, zamansal atlamalarla dolu zihnini denetlemeyi başarmış, rengârenk, esrarengiz ve elbette çekici bir karakter olarak sunuyor. Yönetim tercihlerinin güçlü kadrajlarda sunduğu ilginç mizansenler ve özellikle araba sahnelerinde konuklardan doğan tuhaf gerilimler belgeseli sinematografik açıdan eşsiz bir noktaya taşıyor.
Cave’in arabasıyla yaptığı küçük yolculuklar, mekânsal geçişlerden öte zamansal geçişlere de ev sahipliği yapıyor. Arabada bir anda beliren Blixa Bargeld ile buluşmaları eski dostların kavuşması klişesinden tümüyle uzak hala çözülemediği belli bir anlaşmazlığın soru işaretlerini izleyiciyle buluşturuyor ve Bargeld’in Bad Seeds’e vedasını bir ölçüde yanıtsız bırakmayı sürdürüyor.
Derken bir başka anda arabada beliren, Cave’in ebedi takıntısı Kylie Minogue ile girilen diyalog ikilinin etkileşimindeki sis bulutunu biraz olsun aralıyor. Son olarak ünlü oyuncu Ray Winstone ile başlayan sohbet bir bütün olarak araba sahnelerinin gerçekliğini ve beraberinde filmin türünü sorgulatır nitelikte. Winstone’un aynı zamanda video klibinde oynadığı, albümün en yüksek şarkısı Jubilee Street’in ününe yaraşır bir canlı sahnelemesi ve geçmiş sahneleri ekrana taşıyan ritmik kurgu ile zirvesine kavuşan belgesel, anlatıcılığıyla ünlü Nick Cave’in tiradıyla son buluyor.
2000 sonrası dünya sinemasının en güçlü yapıtlarından olan Korkak Robert Ford’un Jesse James Suikastı filminin yönetmeni Andrew Dominic’in çektiği 2016 yapımı One More Time With Feeling, Dünyada 20.000 Gün belgeselinin temsil ettiği hemen her şeyin zıttı hatta reddi konumunda bir yapıt.
Dünyada 20.000 Gün’ün Cave karakteri açısından en dingin ve keyifli sahnesi gibi gözüken pizza eşliğinde Al Pacino’nun Yaralı Yüzü’nü seyredildiği planda ona eşlik eden ikiz oğulları Arthur ve Earl’den Arthur’un 2015 yılında uyuşturucu etkisi olduğu düşünülen bir baş dönmesi sonucu kayalıklara düşüp hayatını kaybetmesi söz konusu zıtlık ve reddetmenin yegâne gerekçesi.
Oğlunun ölümü sonrası sessizliğe bürünen ve kameralardan uzak duran Cave’e yardım etmek isteyen Dominic’in fikri olan One More Time With Feeling, o sıralarda yeni Bad Seeds uzunçaların çalışmalarını sürdürmeye çalışan Cave’in empatisi mümkün olmayan kayıp sonrası hissiyatına odaklanıyor. Kelimenin tam anlamıyla hiçliğe düşen Cave’in doğrulma ya da doğrulamama gayretinin belgeseli olan film aynı zamanda Skeleton Tree albümünün kayıtlarına ve bu kayıtların videolarının çekimini gözler önüne seriyor. Arthur’un ölümü öncesi başlayan ancak genel tonunu ve duygu durumunu Arthur sonrası kazanan albüme fazlasıyla sinen ölüm ağırlığı ve buradan doğan hüzün ve acı belgeselin de anlatısına egemen. Yönetmenin üç boyutlu ve siyah beyaz çektiği belgesel teknik açıdan ilginç bir deneyim sunuyor. Dominic, üç boyutu izleyiciyi yaklaştırması siyah beyazı ise izleyici ile araya mesafe koyması gerekçeleriyle açıkladığı bu tercihler, görsel doğalarında çelişen bu ikili yapıyı belgeselin duygu durumunda buluşturuyor.
Cave’in yine anlatıcı olarak öne çıktığı belgesel, zamanın ve olayların her daim şimdiki zamanda gerçekleştiği önermesini içerirken yaşam-ölüm diyalektiği üzerinden değişkenlik, boyut ve uzamı sorgulamaya girişiyor. Girişiyor çünkü Cave’i belgeselin hiçbir anında canlı ve istekli görmüyoruz. Arthur’un ölümü Cave’i yeniden özgüvensiz ve en önemlisi varoluş amacını arar bir hale geriletmiş durumda. Hiçliğin sarmalını üretme arzusu, ihtiyacı, hayattaki çocuğu, eşi ve en önemlisi kendi biricik karakteriyle aşma çabasında, zorunluluğunda adeta. Belgeselin adının bile sade bir Türkçeyle “bir kez daha, bu kez duyguyla” anlamına gelen adı, düşüş sonrası yeniden doğrulma amacını arayan, bu amacın doğasını sorgulayan bir başrolün sessiz haykırışı gibi. Aynı zamanda sinemacılar açısından sahnenin bir kez daha tekrarlanması komutu olarak da yorumlanabilecek başlık, Dominic’in hem kurmaca, hem belgesel, hem müzik videosu hem de tümünün kamera arkası olarak kurguladığı(veya kurgulamadığı) yapıtın biçimini de karşılıyor. Sabit kadrajların nadiren kullanıldığı film, stüdyo sahnelerinde karanlık bir gövde gösterisi sunacak ölçüde şaryo donanımı ve ışık/ses takımlarıyla göz doldururken, geri kalan bölümlerde aktüel kamera kullanımı kimi zaman yorucu bir hal alabilen doğaçlama hissi uyandırıyor.
Belgeselin ağırlığına rağmen en büyük başarısı ise taşıdığı duygu yüküne rağmen duygu sömürüsüne girmemesi. Dominic ve elbette Cave ölüm güzellemesine, ağıt yakmaya bir an olsun girişmiyorlar. Cave’in getirdiği gerçekçi yaklaşım sömürüye karşı en büyük engel. Ölümün kesin bir gerçeklik olduğunu dile getiren Cave, “kalbimde yaşıyorsun” ve benzeri klişe cümlelerin katıksız yalan olduğunun altını çizerek röportaj kısımlarında sıkça içinde bulunduğu belgeselin gereksizliği üzerine dil döküyor. Anlatıcı tonuyla da benzer anlamsızlık gel-gitleri yaşayan Cave’in bu belgeseli, hakkında konuşmak istemediği trajedisi, travması üzerine söyleyebileceği kadarını söyleyerek bir nokta koyma ve bu noktayı yeni bir başlangıç noktası olarak kullanma amacıyla kabul ettiği hissediliyor. Bu açıdan da belgeselin olası amacı ile Bad Seeds’in 1991 tarihli destansı şarkısı Weeping Song’un nakaratında yer alan “Bu bir ağıt şarkısıdır, ama bundan böyle ağıt yakmayacağım” sözlerinin uyumunun huzursuz bir rahatlama verdiğini söyleyebiliriz.
One More Time With Feeling’in kapanışı ise belgeselin en duygusal anlarını oluşturuyor. Filmde kadraja giren herkesin sabit bir ölçekte portreleştirildiği sahnenin ardından Arthur’un yaşamını yitirdiği kayaların sade görüntüleri üzerine Marienne Faithfull’un Deep Water parçasının Arthur Cave tarafından yorumlanışını ses kanalını dolduruyor. Böylece Cave’in ve bir bütün olarak belgesele sirayet eden hiçliğin, belki de kaybedilen yaşamın bıraktığı izin devam etmeyecek oluşundan doğduğunu hissedebiliyoruz.
Sonuç olarak girişte belgesel türüne ve biçimine yönelik sorgulama düşünüldüğünde, Dünyada 20.000 Gün ve One More Time With Feeling belgeselleri, ortada belli belirsiz veya dolaylı hissedilebilen iki farklı hissiyatın aktarılmasının belgeselleri olabilirler. Nick Cave’in ilkinde büyük bir arzu ve istekle ikincisinde ise müthiş bir isteksizlik ve en önemlisi zorunlu olmayan bir zorunlulukta özneleştiği filmler, içerik ve biçim açısından günümüzde pek çok kurmacanın başaramadığı mizansenlerin, devinimlerin yapıtları olurken birçok belgeselin yakalayamadığı gerçekliği ve samimiyeti de bünyesine katarak çağdaş bir ara biçim yakalamayı başarıyorlar.
Yönetmenlerin farklı olduğunu göz önüne alırsak bu ortaklığın Cave sayesinde gerçekleştiğini kabul etmek gerekiyor. Blixa ve Harvey sonrası müzikal açıdan büyük ölçüde Warren Ellis etkisiyle ehlileşen Bad Seeds’in, çocuklardan oluşan Harlem Voices korosunun katkısıyla en minimalist albümünün, Dünyada 20.000 Gün belgeselinde ruh hali olarak epey histerik bir biçimde sunuluşu ile Bad Seeds’in duygusal olarak en ağdalı albümünün One More Time With Feeling belgeselinde kelimenin tam anlamıyla minimalist bir sadelikte aktarılması Cave’in bedeninde zıt bir ortak payda bulmayı başarıyor. Senaryo yazımı ve özdeşlik kurulacak olay örgüleri, karakterler, mekânlar gibi asgari sinema temellerinde ciddi anlatı sorunları yaşayan günümüz sineması açısından Nick Cave’in özneleştiği bu iki yapıt ufuk açıcı bir noktaya yerleşiyor. Sömürüye, yapaylığa bulaşmadan, farklı duygu durumlarının gerçek bir karakter üzerinden inşa edilmesi veya ters açıdan bakıldığında inşa edilmiş olanın bu şekilde kayda alınması, belgesel sinema özelinde ve sinema sanatı genelinde özgün bir eğilime dönüşmeli.