Başlangıçta bir teknik buluştan daha fazlası olmayan sinema aygıtının sanatsal öyküleme/anlatım amacıyla da kullanılabilir oluşu soyutlama becerisi altında pek çok yeniliği de beraberinde getiriyordu. Sahnelerin dizilimi, yani kurgu bunların en önemlilerinden olagelirken, Amerikalı sinemacı Edwin S. Porter’ın paralel ya da çapraz kurgu tekniği devrim niteliğindeydi. Eş zamanlı gerçekleşen olayların perdeye peşi sıra yansıması olarak özetlenebilecek bu teknik takip eden yıllardan günümüze dek sinemanın olmazsa olması halini almıştır. Bu klasik yöntem zamanla daha modern – ve pek tabi post modern – yönelimlere kapı aralamış ve perdeye peşi sıra ya da aynı anda yansıyan görüntülerin gerçekten eş zamanlı gerçekleşip gerçekleşmediği sorusu sinemacıların bilhassa odaklandıkları bir muğlaklık olmuştur. Zamansal farklılıklar mekânsal farklılıklardan daha belirleyici olurken, hayal-gerçek belirsizliği paralel kurgunun izleyicinin zihninde yaratılmak istenen soru işaretlerinin başat kaynaklarından biri olmasını sağlamıştır.
21.yüzyıla girilirken Alejandro Gonzales Inarritu’nun Paramparça Aşklar ve Köpekler’i sonrası, bir noktada kesişen birkaç olay örgüsünün anlatıldığı pek çok film dinamik ve keskin bir paralel kurgu tercihinde bulurken kısa film sahasının bundan etkilenmemesi düşünülemezdi. Modern zamanların klişesi halini alan bu yöntemin başarıyla kotarıldığı sayılı örneklerden olan, Bram Schouw yönetiminde 2012 yapımı bol ödüllü yapıt Sevilla, gençlik ve yol filmi türlerini harmanlarken iki zıt duygu ve dokuyu taşıyan paralel akışı fazlasıyla çarpıcı bir ana odaklıyor. Sıcak renk paleti ve duygusallığı aktarmayı başaran sade oyunculuklarıyla Sevilla son yılların en başarılı filmlerinden.