Kazir kasabasının güneyine doğru göz alabildiğine uzanan bostanın ve tarlaların sahibi Zeynel Ağa’ydı. Babasının göçebe avcılıktan yerleşik eşrafa terfi etmesini sağlayan fermanın, gâvur kelleleri üzerine fiyat ve mülk biçtiği ahir zamanın ufak hediyesiydi koca tarla ve araziler.
Zeynel Ağa yaşayan tek erkek çocuğuymuş ailenin. Babasının yanında tüm işleri öğrenmiş, ilk gençliğin harı söndüğünde ise yüzyıllarca dağlarda dolanan atalarından iz bırakmamıştı üzerinde. Ağalığı adabınca yapar, gücünün sınırını bilirdi.
Evlendikten sonra yalnız büyümenin verdiği eski ıstıraplarından intikam alırcasına, doğurgan karısının soyuna hediyesi kabul ettiği 8 oğluna yaptığı amansız harcamalar, konağında bir şımarık sürüsü yaratmıştı. Oğullarına sonradan ağalık adabını öğretmeye çalışmış, Anadolu’daki yeni devletin sistemine uymaları için tüm çocuklarını okutmak için uğraşmıştı. Lakin sadece biri okuyabilmiş, diğerleri elleri iş tutmayan gece ehlinin birer avanesi olmuş; gündüz gerine gerine uyuyup gece, pavyonlarda taşra şımarıklıklarına devam etmişlerdi.
______________________________________________________________
Zeynel Ağa yazın sonbahara evrildiği serin bir akşamüstü zamanı, -kaderin cilvesi – Ermeni mezarlığının kenarındaki yokuştan yukarı hafif adımlarla seğirtirken kalbi göğsünde tetiksiz bir bomba gibi apansız patlamıştı. Birkaç dakika hırıltılı soluk alıp vermişti olduğu yerde. Yüzü kızarıp gözleri yuvalarından çıkarken vücudu baştan ayağa titremeye başlamış ve yolun kenarında bir başına ruhunu teslim etmişti. Zeynel Ağa’yı ilk fark eden Bahçe Mahallesinin küçük neferleri olmuştu, çorak tepeden tozu dumana katarak indiklerinde Ağa çoktan dünya değiştirmişti. Çocuklar hemen bu ölümü fırsata çevirmiş, hızlıca ve telaşla ağanın ceplerini boşaltmışlardı. Aynı çocuklar mahalleye döndüklerinde büyüklerine, ağanın, Azrail’le boğuşurken bile zekerinin dimdik durduğunu muzipçe yaymışlardı. Mevtayı ilk gören yetişkinler de bu sıra dışı duruma şahit olduklarını iddia etmişlerdi. Yine de ağanın üstünü örtmüş yanlış bir şey yapmamak için tabip gelene değin de beklemişlerdi. Meraklı kasabalıların bu tuhaf rivayeti yaygara eylediğini duyan yanaşmalar ölünün yattığı yere yığın yığın gelmeye devam eden kalabalığı aceleyle uzaklaştırmışlardı. Akşamüstü olunca da mevta hemen yıkanmış ve gömülmüştü. Gassalın yalancısı olduğunu söyleyen bir fakı, ölü yıkanırken bile zekerin hala dimdik durduğunu birkaç kişiye sır niyetine fısıldamıştı.
Kasaba ve civar halkı böylesi bir ölümü bekliyormuş gibi vakayı kaçak Ermeni ruhlarına ve şeytani ifritlere yormuş hatta oldukça normal karşılamışlardı. Vartag hanesinin Koçer Süleyman soyundan gizemli intikamını tüm kasaba konuşur olmuştu. Rivayet keşmekeşi cenazede bile fısıltılarla hissedilmişti. Yaşlı Anuş’un yüzyıllık bedduası tutmuş da tırnaklı gâvur elleri ağanın kalbini patlatıvermişmiş. Hâlbuki ağanın son zamanlarda gittikçe bitap düştüğü ve bunu gizlemeye çalıştığı konak çalışanları ve bazı kasabalılarca malumdu.
Ağanın taziyesi günlerce sürmüş, çevre kazalardan ve köylerden akın akın insan başsağlığına gelmişti. Sekiz kardeş bıkmadan usanmadan taziyeleri kabul etmiş, gece gündüz demeden misafir ağırlamışlardı. Yine kasaba dedikodusu mu bilinmez ama birçok ziyaretçi oğulların gözlerinde saklamaya çalıştıkları bir mutluluk ve sevinç ifadesi gördüklerini birbirlerine fısıldayıp durmuştu. Asıl hiç kimsenin gözünden kaçmayan en küçüğün gözlerindeki hüzün ve kederdi. Memzan’ın masum kederi ve yalnızlığı taziyelerini bildirmeye gelen herkesi fazlasıyla etkilemişti.
Konağın en küçüğü Memzan ‘ın alınyazısı bu taziyeden sonra tuhaf ve içinden çıkılmaz bir hal alacaktı. Memzan’ın kendisi de başına gelebilecekleri ruhunun zifiri köşelerinde derinden hissediyordu. Yine de gerginliğini dışarı sezdirmiyor, yapması gereken tek şeyin taziyenin bitmesini beklemek ve sonra tüm işleri babasının vasiyetince yoluna koymak olduğunu biliyordu. Rahat bir yaşama alışkın olmasına rağmen uzun süreceği belli olan taziyesini yüksünmeden kaldırmaya çalışıyordu. Babasının ani ölümü yıllar evvel ölen annesinin hatıralarını da canlandırmıştı.. Bu ölümle yüreğine çöreklenen anne özlemi, duygularının derinliğini kurcalamaya başlamıştı. Annesinin ince hastalıktan eridiği zamanlar gözünde canlanıyor, tarifsiz bir acıya gark oluyordu. Ebeveynlerinin onun nazarınca zamansız ölümleri, ruhunu mengene gibi kavrıyor, göğüs kafesi sıkışıyor ve boğazına koca bir taş durmuş gibi yutkunamıyordu. Bu yüzden ara ara gizlice misafirlerden uzaklaşıyor çocukken yaptığı gibi konağın gizli köşelerinde ağlıyor, ruhunun yangınını dindirmek için uğraşıyordu.
______________________________________________________________________________
Memzan babasının ölümünden üç yıl önce üç yakası da denize bakan koca şehirden mektepli bir genç olarak kasabaya dönünce koca arazilerin her müşkülüne babasıyla koşar olmuştu. Rençberleri kontrol ederken, yeni makineler getirtip kuyular açtırırken, kırmızı dev traktörleri arazide kullanırken Zeynel Ağa, oğluna güvenini günbegün tazeliyordu. Öteden beri Ağa, bu çocuğuna acımayla karışık tuhaf bir sevgi beslerdi. Merhum zevcesinin de Memzan’a olan abartılı düşkünlüğünü bilirdi. Zira kadıncağız hastalığın pençesinde kıvranırken erken gideceğini ve çocuğun onsuz büyüyeceğini hissetmiş ululuğuyla bilinegelen soyunun terbiyesini her zerresiyle Memzan’a vermek için didinmişti. Oğlu da annesini çocuk yaşta kaybetmenin burukluğuyla büyüdükçe annesinin kulağına fısıldadığı her kaideye uymak için azami derecede uğraşmıştı. Haliyle babasından ve öbür biraderlerden apayrı bir insan olup çıkmıştı. Zamanla koca konakta çok sevilmiş lakin çok da kıskanılmıştı. Zeynel Ağa da son demlerinde en büyük eseri gördüğü küçük oğlunun sükûnet içinde çalışmasına ve işbilir hırsına zaman geçtikçe hayran olmuştu. İşte Ankara’daki cumhur, köylüye toprağının tapusunu vermeye başladığında Ağa da tüm arazileri kadastroda küçük oğlunun adına düzenletmiş ve ölümünden bir süre önce de Memzan’a imzasını attırmıştı. Yine aynı günlerde tüm oğullarına, tüm işleri artık Memzan’ın yürüteceğini, paylaşımın çok zaman sonra, ilerde eli iş tutan bir vasiler olmadıkça yapılmayacağını kati sözlerle belirtmişti. Biraderler, öteden beri babalarının tavizsiz hallerine aşina olduklarından sessiz sedasız homurdanmakla yetinmişler, o günden sonra da Memzan’a diş bilemeye başlamışlardı.
Ağa ölünce namemnun biraderler topraklardan gelirin adaletsiz dağıtıldığından dem vurmalarına, arada hır gür çıkarmalarına rağmen Memzan, bu serzenişleri, şikâyetleri pek umursamamıştı. Lakin biraderler de boş durmuyor kardeşleri hakkında, koca eskitmiş gizli geline dökülen servetlerden, ecnebi sarı hatunlara alınan pahalı hediyelerden müteşekkil tuhaf dedikodular yayıyorlardı. Memzan’ın yapabildiği tek şey eskisi gibi kulak tıkamak oluyordu. Ağa’nın ölümünden sonraki baharda gelinler ve biraderler ağız birliği edip sahtesinden bir taşınma gayesi koydular ortaya. En kısa zamanda da Memzan’la usulünce konuşmaya karar kıldılar. Dedikodular, araya giren akrabalar, büyükler, yaşlı avukatın heyecansız önerileri işe yaramamıştı.
Kardeşlerin her biri dudağının kıyısından babalarına beddua ederek güzel ve serin bir bahar akşamı büyüdükleri konağın yolunu tuttular. Kapıyı açan yanaşmaya selam vermeden her biri ayakkabılarını çıkarıp selamlıktaki bir divana keyfince yığıldı. Ve küçük biraderlerini sessiz ve sinirli hallerle beklemeye başladılar. Memzan gelince de en büyükleri, ukalaca meramlarını belirtti. Bazen sesini yükseltirken bazen sevecen ifadelerle şunları konuştu:
__Babanın hükmü de kendisiyle toprağa girmiştir, kendisi gibi toprak olmuştur artık. Senin insafına ve takdirine kalmış bir vasi için çalışamayız birader. Hem bunca ürünün, paranın hesabını da bilmeyiz etmeyiz. Kasabalının dilinde gezinen dedikodular da oldu hani. Nasıl güvenelim sana. Her birimiz büyük şehre göç etmede birlik ettik. Orada ticaretin büyüğü paranın da büyüğünü getirir. Dilersen katılırsın ağabeylerine. Şeref de duyarız. Aklına da ihtiyacımız olur elbet. Lakin burada paçavrasız köylüler gibi toprağın içinde eşelenmeye devam edeceksen payımızı ver gayrı. Gidelim yolumuza, önümüze bakalım.
Memzan,
__Ağalar! Oturduğunuz yerden, tüm ilçenin harcadığından daha fazla para cebinize giriyor. Şimdi dert maliki dervişler gibi davranıp şikâyet etmeye hakkınız yok. Bilirim ki tek bir müşkülünüz yoktur. Siz de müsrifliğinizi biliyorsunuz, yoksa kileriniz her zaman doludur, gelen para da keyfinizin b..kunu çıkarmadığınız sürece size yeter de artar. Babamın kılıcı tepenizdeyken böyle etmezdiniz. Bunca miras, sulak kocaman topraklar yedi göbek torunumuza bile yeter. Kilerinizi de cebinizi de bu toprak doldurur. Metreslerin boynuna astığınız gerdanlık, kumarda çevirdiğiniz gümüş zar… Hepsi de şu toprağın bereketidir. Üleş filan beklemeyin şimdilik. Size itimadım yoktur. Atadan kalmıştır. Benim rızam babamın rızasıdır, Satılmaz. Şimdilik katiyen olmaz!
__Parayı bizden iyi yersin tabi, niye satarsın, geveze iblis.
__Ağalarınla düzgün konuş pez…k.
__Babanın tüm malını iç etme hesabındasın herhal.
__Ufaklık, dilinden belli, dayağa hasretsin!
Memzan,
__ Babam yaşarken sizi bilirdi de size iş emanet etmezdi. Tüm masrafınızı kendi eliyle yapar, cebinize harçlığı eksik etmezdi. Ben de aynısını yapmaz mıyım, dahi fazlasını. Kasaba lüksünüzü konuşur, gazinolarda yaptığınız ağalıklardan bahseder. Kendinizi de bilirsiniz. Bu toprak elden giderse ya çulsuz derviş olursunuz ya da göçerliğe geri döner, keçi çobanlığı yaparsınız. Küle, çöpe ağa olmak istemezsiniz gayrı. Keyfinize kurban olayım. Ağalarımsınız. Bu toprakla bela aramayı bırakın. İtimat edeceğim yeğenleri görünce paylaştırırım anca. Zevkinizin ahbabı değil babamızın dedemizin bunca emeği. Evinize dönün. Babamın vasiyeti, emanetimdir. Şimdilik satmak, paylaşmak yok. Mezarını çiğnemiş olursunuz. Daha da lafügüzaf etmeyin.
Bu konuşmadan sonra ağabeylerin her biri sunturlu birer küfür sallayarak kalktı ve hepsi Memzan’ın inadına bir hal çaresi bulmak için akşamüstü saatlerinde büyük biraderin misafir salonunda bir araya gelmek üzere sözleştiler. Tümünün aklındaki müşterek mevzu tantanası dağı taşı aşan toprak paylaşımının fazla beklememesiydi. Ve beklememesi için de yapılacak birçok şey olmalıydı.
Memzan da ağabeylerinin hışımla çıkmalarından sonra girişteki divana kuruldu, ellerini sakince saldı ve karşıdaki duvara dalıp kaldı. Yüzü hissizdi. Öfkesini bastırmaya çalışıyordu. Kaç zaman geçti bilinmez tatlı hayallerinin sükûneti, öfkesini bastırmaya meylediyordu. Bir başına ağalık etmenin düşünü kurarken göğsüne tatlı bir uyuşukluk yayılıyordu:
‘’Ne olurdu, biraderlerin ısrarları dursaydı da ben onlara, toprağa, rençpere hakkıyla ağalık etseydim. Yedi sülalelerini beslerdim billahi. Ağalık da hoş hani. İstesem zırnık vermem. Bilmezler mi acep? Hani işime karışıp durmasalar keşke. Acaba hiçbir zaman taksim etmesem nasıl olur? Gayet de hoş olur.’’ Memzan, düşünün son cümlesi dudaklarından dökülürken korkuyla irkildi. Feci bir utanca gark oldu. Hemen yerinden kalkıp ayakyoluna meyletti. Yüzünü yıkamayıp ayılmalı sonra bir gusül abdesti almalıydı.
_________________________________________________________
Günün akşama evrildiği soğuk bir sonbahar günü köyün girişinden, cübbesini çamurda kirlenmesin diye elleriyle yukarı doğru çekerek, elinde tespih, ağzının kenarında sessiz dualarla Çiftderya’nın eski fakılarından İmam Metin’in ağanın konağına ağırdan yürüdüğünü yanaşmalara kasabanın çocukları haber etti. Memzan önceden de birkaç defa uğrayarak bir şekilde toprak meselelerine müdahale etmeye çalışan imamı çocukluğundan tanırdı. Konağın kapısında misafirini hürmetle karşıladı ve geniş misafir salonunda ikramlarını sunduktan sonra imamın söyleyeceklerini beklemeye başladı. İmam eteğini toplayıp oturduğu divanda bağdaş kurduktan sonra kısa bir dua okudu ve sözüne başladı:
_Babanın vasiyetini bilirim mübarek. Ağa konağı hak kokar, adalet kokar oğlum. Mülkün bu halini ağaların kabul etmiyorlar, aranıza ne iblis girmişse, sana da güvenmezler oğlum. Evine, mahremine geceleri sarı saçlı kadınlar alırmışsın, bunlar cin soyludur, dikkat et. Toprağın rızkını saçı civciv tüyüne benzeyen avratlara koklatırmışsın, öyle derler. Kardeşlerin de meseleyi Allah’ın kelamı ve peygamberimizin sünneti uyarınca makbul bir yol bulmam için beni vekil ettiler. Aranıza girmem de lazım gelmez ama kötü söylerler senin için. Benden duy. Biraderlerin mülküne konduğun doğru ise evinin içine yedi cehennemin felaketi dolar…
_İmam efendi, iftiradır, yalandır tümü. Kocakarı zırvası, cahil dümeniyle gelmişsin ocağıma. Ağalarımın masalıdır bunlar, bir de sen söyleme bana. Bu bir aile işidir. Şeyh, imam işi değildir. Sen duydun, ağalarım da duysun bunları. İletesin tümüne.
-Hemen kesip atma evladım. Zeynel Ağa rahmetlisindeydi kusur. Ölüm hak miras helaldir oğul, vasiyetten haberim vardır ama reşit erkek malda hakkını isterse vermek lazım gelir. Bilirim ailede müşkül durumda olan yoktur. Bu halde gel beni ve ağalarını dinle. Biraderlerinin ahını alma, boşuna günah yüklenme oğul. Rüyamda gördüm daha geçen gece, gök gürültüsü, yağmur sesi arasında bir şimşek sabah ezanı okundukta aile yadigârı konağınızı kül etmişti, yanmış dümdüz topraktan başka bir şey yoktu, temelden bile eser kalmamıştı. İşin usulü neyse onu yap oğul, bela çalar kapını alimallah. Bak rüyama bile girer olmuş, beterinden musibetler.
Daha çocukken bile babasının ağzından imamın türlü huylarını duyan Memzan’ın gençliğin getirdiği sıcaklıkla hemen sinirleri gerildi, yüz hatları sertleşti dudakları titredi ve ayağa kalkıp parmağını imama doğrulttu ve sesinin son kuvvetiyle gürlemeye başladı:
_Kaç zamandır aile mevzumuzu hutbeye, kahve sohbetine bile sokar olmuşsun, duyduğumca. Allah rızası, hak-helal dilinden de düşmez gayrı. Lakin dünyalık için yaptıklarını bilen de konuşan da çoktur. Günahı boynuma, kasaba yeridir, dedikodu boldur. Duyduğum budur sadece. Bir de şunu bil imam efendi senin başına gelmeyecek musibet bana hiç varmaz. Konağımda kalbini kırmak istemem, ama yavaştan bu muhabbeti bitirmek lazımdır. Uzaması şerdir. Senin burada daha fazla konuşman da hayırlı olmayacak. Git de şehirde beyaz tenli, kumral oğlanlarının vücutlarını ısırmaya devam et. Erkek terini severmişsin.
_Tövbe et. Zındık, gâvur!
-Biraderlere de de ki, bendeki miras inadı değildir, baba vasiyetidir. Her bir biraderimin kemale eren oğlunu görmedikçe tuzlu çölden bile toprak vermem.
Bu gergin muhabbetten sonra imam yüzündeki memnuniyetsizlikle üstünü başını ağır hareketlerle topladı yine yavaş ama sinirli adımlarla konağın bahçe kapısına kadar ev sahibiyle yürüdü ve sertçe hatır isteyerek kasaba çarşısına doğru yürümeye başladı.
İmamın ziyaretinden sonraki zamanlarda konağın etrafında tuhaf olaylar olmaya başladı. Kapı eşiğine gizlenmiş muskalar, evin etrafında rastlanan kurbağa ölüleri, gece gelen tuhaf sesler. Gece yarısı köşkün tavlasındaki atların tuhaf kişnemeleri, bir süre sonra birkaçının düşüp kan köpürerek ölmesi… Dönen dolapları az çok tahmin eden birkaç kişi dışında kasaba halkı da imamın haktan söylediğini gizli köşelerde birbirinin kulağına fısıldamaya başlamıştı. Tüm bunlara rağmen Memzan’ın suskunluğu da devam ediyordu. Biraderlerinin bu beyhude ısrardan ve küçük oyunlardan vazgeçeceklerine inanarak sabırla köşesinde susuyor, er geç durumun kabullenileceğini ümit ediyordu. Fakat kendince önlem almaktan da kaçınmıyordu. Bir ara suyu bile koklayarak içtiği olmuştu ama yine de biraderlerine karşı rahat davranmaya, umarsız görünmeye çalışıyordu. Bir yandan da kâhya ve yanaşmaların korkularını hafifletmek için uğraşıyordu.
Yedi kardeşin bitmek tükenmek bilmeyen ısrarları son demlerine varmıştı. Hepsinde ayrı bir umutsuzluk ve çaresiz bir bekleyiş mevcuttu. Birbirlerini suçladıkları küçük tartışmalar dahi bitmeye yüz tutmuştu. Aralarında kısık sesle işlerin yürüme tarzını kabullenmelerini de söyleyen de vardı, paylaşımın gerekliliğinden ödün vermeyen de. Kozlarının tükendiğini anlayan biraderler, toprakla ilgili meşveretleri bir süreliğine kesmiş gibi olmuşlardı. İmam Metin Efendi’nin, konağın başkahyası Kamber tarafından bir köşede tehdit edilip hırpalandığından beridir kasabalı da bu mevzu hakkında konuşmayı kesmiş, herkes, Kamber’in korkusundan kardeşlere uzaktan selam verir olmuştu
Artık her şey Ağa’nın vasiyetince olmuş gibiydi. Her şeyin normale döneceğine dair güçlü işaretler ufukta arzı endam etmeye başlamıştı. Ağabeylerin yüzünden ısrarlarının gerginliği yok olmuştu ve tümünün vicdanı en küçüklerine şirinlik gösterecek ahvale kavuşmuş görünüyordu.. Memzan, aileyi, bunca tantanayı atlattıktan sonra bile, küskünlük göstermeksizin cömertçe çekip çevirmeye devam ediyordu. Ağabeylerinin ruhlarını boğdukları uzamsız gamları da bitmiş gibiydi. Tüm bunlar Memzan’ın yüreğindeki korkuların yavaşça yatışmasını sağlıyordu.
Tembelliği zorunlu hale getiren o fena yaz aylarının yapışkan, bunaltıcı sıcağı çölü umarsız kat eden develeri bile telef edecek cinstendi. Yazın bu beterinde bile Memzan aile işlerinden kafasını kaldırmaz olmuş, yetişmediği zamanlarda ağabeylerinin yardımlarını da kabul etmişti. Bazı günler evden çıkmazken bazı günler de nerede olduğu kestirilemeden her işe durmadan koşturur, babasının çevikliğini ve iş bilirliğini aratmazdı. Arada şehirdeki pavyonlarda küçük kaçamaklar da yapıp, ertesi gün tüm hırsıyla yine işinin başına dönerdi. Ürünü kaldırır, komisyoncular gelmeden hazır eder, parayı peşin alır, sonra kâhyaların, yanaşmaların kilerini doldurur, ağabeylerine de paranın ve ürünün bir kısmını hemen taksim ederdi. Kardeşlerin iyi niyetlerinde hinlik sezmeye alışan Memzan, her türlü düzenbazlığı beklediği bu tarrakanın oyunlarına gelmemeye de azami dikkat ediyordu.
Derken sonbaharın ılık esintileri kuzeydeki dağlardan kasabaya bir armağan gibi serinliklerini bırakmaya başlayıp, sandıklardan yünlü kazaklar, kalın içdonları çıkarılırken Memzan hala aile içindeki bu sessizlikten memnun olup olmaması gerektiğinden emin değildi. Memzan’ın kuşkuları azalmış olsa da yine de temkinliydi. Buna rağmen içten içe aile fertlerini memnun ettiğine inanarak nisbi bir teselli buluyor ve kendince yüreğini ferah tutuyordu.
Dört gölge adımlarını sabah ezanının temposuna uydurarak Zeynel Ağa konağının arka duvarına sinsice yaklaşırken gök gürültülerinin sûr sesi gibi yeryüzünü kıyamete davet edip adeta zelzele yarattığı soğuk ve yağmurlu o sonbahar gecesinde şimşekler kasabayı anlık ışıklarıyla boğuyor ve tepedeki koca ağa konağı da onlarca ışıksız penceresi, etrafında rüzgârın hiddetiyle sallanıp duran uzun kavaklarla pençelerini açmış korkunç bir dev suretinde görünüyordu. O anlık parlamalardan birinde iki gölge ayakuçlarına basarak konaktan aşağı sağ taraftaki haraya yürüyüp gözden kayboldu. Bir süre sonra aynı gölgeler gök yırtılmışçasına yağan sağanağın altında, ıslanan vücutlarına aldırmadan her biri uzun bir merdivenin bir ucundan tutarak duvara yanaştı. Önceden defalarca provası yapılmış gibi hızlı ve ezberlenmiş hareketlerle merdiveni, konağın, pencerelerden görülmesi oldukça güç olan doğu köşesine dayadılar.
Gecenin tenhalığını, konağın sessizliğini bu dört kişinin hızlı solukları bölüyordu. Merdiveni boylu boyunca duvara yaslayan kara gölgelerden biri ıslak basamakları hafif adımlarla sinsice tırmanıp konağın damına çıktı. Merdiveni tutanlardan biri titizlikle hazırlanmış planın sağlıklı yürümesi için konağın güneyindeki çalılığa doğru seğirtip sessizce çömeldi ve etrafı dikkatle gözetlemeye başladı. Aynı anda damdaki gölge çömelmiş seri devinimlerle beline bağladığı bez bir çuvaldan çıkardığı düzeneği kuruyordu: Bir dinamit lokumunun gövdesi iple bağlanmıştı. İpin ucu oldukça uzun bırakılmıştı. Gerisi artık yerçekimine kalıyordu. Damdaki gölge fünye düzeneğini yavaşça ve dikkatle hazırlayıp fitil aşağı gelecek şekilde geniş salonun şöminesine çıkan bacaya doğru yöneldi. Önceden hesaplanan bir ölçüyle kesilen ipi bacadan aşağı sarkıttı sonra da ipin öbür ucunu sıkıca bacanın gövdesine bağladı.
Dört gölge geldikleri gibi tüm sessizlikleriyle hızlıca konağın çevresinden kayboldular. Gecenin zifiri karanlığını arada aydınlatan şimşekler sayesinden birbirlerinin yüzündeki hin, şeytani sırıtışları görebiliyorlardı. Tek kelime etmeden her biri evine geçti.
Salonun şöminesine bağlanan baca evin kuzeybatı köşesindeydi. Şömine de konağın ikinci katına bakan geniş oturma odasındaydı. Hava soğudu mu her sabah evin yanaşmalarından biri sabah kahvaltısından önce mutlaka şömineyi yakardı. Zeynel Ağa’dan kalma bir gelenekti bu. Babasının her bir zerresine ehemmiyet veren Memzan de babasından kalma ne huy varsa bir borç öder gibi konakta aynısını devam ettiriyordu.
Sabah namazını kılan iri ve koca yanaşma Kamber hem salonu ısıtmak için hem de çayı közde demlemek için hızlıca odun yığdığı şömineyi gazyağı dökerek yaktı. Şömineden ağır adımlarla uzaklaşıp olup bitecekten bihaber soğuk günlerin rutin işlerini yaparken arkasından tüm odayı aydınlatan kocaman bir ışık topunun tavanı yarıp göğe doğru yükseldiğini hissetti. Yüzünü döndüğünde duyduğu ses kulaklarını hırpalarken alevler de suratını, vücudunu yalayıverdi. Kalkan toz bulutu ve savrulan duvarla beraber koca yanaşma da kıç üstü düştü. Her yer toz duman içinde kalmıştı. Şoku atlatıp toparlandığında işin zahiri, batini yönlerini yorumlamaya çalışırken bu defa yüzündeki ve kolundaki hafif yaraların acısını da hissetmeye başladı. Hızlıca üstünü başını yokladığında kasıklarından şalvarına yayılan ıslaklığı fark etti. Kestanecik hastalığından muzdaripken oldukça sıkı işediğine şaşırsın mı sevinsin mi bilemedi. Tepesine baktığında konağın, bir parçası gül goncası gibi açılan, damını ve duvarını gördü.
_Tövbe ettim Allah’ım duy beni. İmama namussuz dedim, ümüğünden tutup tehdit ettim. Mümin, mübarek adammış; gaipten haber çalarmış, bilemedim. Affet Allah’ım beni! Bu zavallı kulunu affet!
Patlama, sabahın köründe horozlara hacet bırakmadan kasabayı korkulu bir gürültüyle uyandırmıştı. Uykulu gözlerle yataklarından fırlayan, olup biteni anlamaya çalışan kasabalılar konaktan gelen kadın, erkek çığlıklarıyla hemen ayılmış ve şalvarını giyen konağa doğru koşmaya başlamıştı. Kasabanın her köşesinden karınca sırası gibi insan seli ağlamalarla, çığlıklarla tepedeki ağa evine yönelmeye başlamıştı. Kasabalı gözler, geniş bir tepeye kurulmuş civardaki yegâne konağın tüm görkeminin bacasında patlayan dinamitle tarumar olmuş haline şahitlik etmişti. Zerdan Dağı’ndan bakıldığında göz kamaştıran ağa konağı toplarla darmadağın edilmiş bir kaleyi andırıyordu.
***
Görsel: Duvar Dibi IV – Neşet Günal (1975)