20.yüzyılda insanoğlu teknoloji alanında her geçen gün farklı bir yenilikle karşı karşıya gelmiştir. Bu anlamda elektronik alanındaki gelişmeler insanoğlunu bilgisayar teknolojisiyle tanıştırmış ve yüzyılın ikinci yarısından itibaren önceleri sadece araştırma ve savunma amaçlarıyla kullanılırken, sonraki yıllarda mikro bilgisayarların geliştirilmesi ve maliyetlerinin azalmasıyla kişisel kullanıma açılarak daha geniş bir alana yayılmıştır. Bunun yanı sıra bilgisayar sistemlerini birbirlerine bağlayan sistemin ‘internet’ adıyla insanoğlunun dünyasına girmesi küresel iletişimin kapılarını açmıştır. Bu anlamda ortaya çıkan gelişmeler bu teknolojilerin hayatına girdiği toplumların ekonomilerinden eğlencelerine, kültürlerinden eğitimlerine, haberleşmelerinden bilimsel araştırmalarına, hukuklarından siyasal/bürokratik yapılarına kadar birçok değişimi yaşamalarına sebep olmuştur.
Telekomünikasyon alt yapıları git gide daha stratejik bir konuma oturmaktadır. Ekonomiden eğlenceye, kültür ve sanattan sosyal ilişkilere kadar birçok alanda insan bilgisi ve insan zekâsının üretme imkânları devreye girmektedir. Bütün bu değişikliklerin itici gücünü ise dijital teknoloji oluşturmaktadır. Milli sınırları zorlayan yeni oluşumların tüm alt yapısı telekomünikasyon sistemi üzerine bina edilmektedir. Aynı anda binlerce insan internet üzerinden haberleşmekte, milyarlarca bilgi saniye içinde transfer olmaktadır. İnsanlar her gün bu araçları daha fazla kullanmaktadır. Öyle ki, evinden bankacılık işlemi yapmakta, birçok ihtiyacını telefon veya internet ile giderebilmektedir.
Hızlı gelişmeler ve bilgisayarlar arasında bir ağ şebekesi kurulması yeni bir dünyanın doğmasına yol açmıştır. İnternet bu haliyle bir bilgi denizine ya da büyükçe bir kütüphaneye benzetilebilir. Kablolu veya kablosuz kullanılan internet toplumsal hayatımıza teknolojik tabanlı bir değişim sunmaktadır. Bu değişim alışılmış usullerimizi değiştirerek adeta yeni ve dijital bir kültür yaratmaktadır. İnternet toplumsal hayata öyle bir girdi ki, klasik yaşama biçimlerini, değer yargılarını değiştirip; hayatımıza yeni kavramlar, yeni kolaylıklar, yeni uğraşlar, yeni sorunlar getirdi. Bu anlamada toplumsal hayatın bütün boyutlarını etkiledi, önemli dönüşümlere yol açtı ve bir devrim meydana getirdi. Bu devrimin etkisinde kalan bütün toplumlarda benzeri bir süreç yaşanmaktadır. Bir yandan aynı teknolojinin benzer sonuçlar doğurduğu bir bütünleşme/aynılaşma yaşanırken, diğer yandan her toplumun kendi yapısı ve problemleri ile farklı yansımaları gözlenmektedir.
Küreselleşmenin en önemli iddialarından birisi de teknolojinin yol açtığı iletişim imkânlarının toplumlar arasındaki sınırları kaldırdığı ve bütün toplumların ister istemez birbirine benzeyerek aralarında farklılığın kalmayacağıdır. Bilgi ve iletişim çağında kültürel etkileşimin çok fazla olacağı bir gerçektir. Fakat bu etkileşimin tek taraflı bir kültürel egemenlik şeklinde popülerin lehinde olduğu görülmektedir. Batının tüketim kültürünün insanlığın ulaştığı son varılabilecek nokta olarak sunulması Batı dışı kültürlerin varlığının yok sayılması veya müzelere kaldırılması demektir. Bu süreçte tarihteki köklü kültürleri dahi kendi tüketim kültürüne benzeterek bozma eğilimindedir.
İletişim araçlarının gelişmesi, küreselleşmenin yoğunlaştığı bu sürecin, bir şeyler getirirken, insanlara yeni olanaklar sunarken diğer yandan da bir şeyleri alıp götürdüğüne dikkat çekenlerden biri de David Riesman’dır. Amerikan toplumunun karakterini çözümlemeye çalıştığı Yalnız Kalabalıklar adlı kitabında kitle iletişim araçlarıyla birlikte toplumun nasıl bir değişim ve dönüşüm sürecine girdiğini sorgular. Riesman’a göre, kitle iletişim teknolojisi çağımız toplumlarının karakterinin oluşmasında önemli bir etkiye sahiptir. Toplumlar, bugün kitlesel bir nitelik kazanmışsa ve insanlar bireyler o kitle içerisinde ya da kalabalıklar içerisinde kendilerini yalnız hissediyorlarsa bunun önemli bir suçlusu da dünyayı kuşatan kitle iletişim araçlarıdır. Riesman’a göre kitle iletişim araçlarının gelişimi insanı bireysellikten toplumsallığa doğru taşır. Kitle iletişim araçlarıyla tanışan insan kocaman bir evrende yaşadığını, orada başka insanların, toplumların ve kültürlerin de var olduğunu kavramaya başlar. Bu kocaman evrende ve kalabalıkta insan artık birey bile değildir. Kendi varlığını ötekinin varlığıyla tanımlayan birimlere dönüşmeye başlamıştır. Yani kitle iletişim teknolojisiyle kuşatılmış günümüz dünyasında insan artık kendisi bile değildir ve kalabalıklar içerisinde yalnızdır.
Türkiye’de insanların ekranda doğru düzgün konuşamamasından yakınırdı bir zamanlar Murat Belge. Türkler için ekran, kendilerine hep dışarıdan bakan bir resmiyetin işaretiydi. Karşılarında kamerayı ya da mikrofonu görünce devlet dairesine adım atmış ya da karakola düşmüş gibi kaskatı kesiliyor, iki lafı bir türlü bir araya getiremiyorlardı insanlar. Böyle bir şeyi kastediyordu sanırım Belge.
Epey gürültülü bir “Konuşan Türkiye” döneminden sonra bugün bundan yakınan kalmamıştır herhalde. Boğaz Köprüsü’nden atlamış, tesadüfen kurtulmuş biri artık bir haber bülteninde iç dünyasının kapılarını bir televizyon sunucusuna açabiliyor örneğin. Bir yakınını henüz kaybetmiş biri, kendisine olmadık sorular soran bir haberciyle acısını paylaşabiliyor. Kısa sayılabilecek bir süre içinde bu ülkede insanlar ekranda konuşmayı öğrenmekle kalmadılar, bir kurum ya da bir düşünce adına değil, doğrudan kendileri adına konuşmayı da öğrendiler. Yalnızca aşkı ya da cinselliği değil, aynı zamanda ölümü, ayrılık acısını ya da kızgınlığı da başkalarının önünde samimi bir dille konuşmayı öğrendiler. Kameranın ve mikrofonun artık kendilerini kurumsal değil şahsi, resmi değil teklifsiz bir dille çağırdığını, o halde kendilerinin de bu çağrıya aynı teklifsiz dille cevap vermeleri gerektiğini fark ettiler.
Türkiye’de 1980’lerden bu yana yaşanan kültürel dönüşümün kamusal olanla özel olan arasındaki ayrımı belirsizleştirmiştir. Bugün artık bu belirsizliğin insanlara, başlangıçta olduğu gibi bir vaat olarak görünmediğinin de farkındayız. En bariz ifadesini, ekranda hiç tanımadığı insanların önünde, aslında pek de tanımadığı konuklarıyla kendi evinde yakın arkadaşlarıyla sohbet edermiş gibi konuşan talk Show’culara; özel hayatını açık etmekten hoşlanan, dobra dobra konuşan, nedense hep kafa tutan, külhan, bıçkın, alaycı radyo sunucularında; seçmenlerine “hepinizi seviyorum” diye seslenen politikacılarda bulan bu teklifsiz üslup büyüsünü çoktan yitirdi.
Yine de bugün bütün bunlardan yakınma tarzımız, buna yol açan dönüşümün kendisi tarafından belirlenmiş gibi görünüyor. Şunu kastediyorum: Bugün özel hayata fazlaca dokunulduğundan, kamusal alanın kişisel alanı istila ettiğinden, mahremiyetin kamusalın hükmü altına girdiğinden söz ediliyor. Bu yakınmanın nesnel bir karşılığı da var. Kitle iletişim araçlarının nüfuz alanının artmasıyla birlikte yakın zamana kadar mahrem sayılan bir alan bu özelliğini yitirdi. Ama sorun böyle tarif edildiğinde, onu tanımlayan bağlamın bir parçası olmaktan öteye pek geçmiyor. Bu yüzden sorunu başka terimlerle ifade etmekte yarar var.
1980’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye’de özellikle de özel radyo ve televizyonlar sayesinde resmi dilin dışında yeni bir kamusal dil oluştu. Genelkurmay bildirilerinin, bakanlar kurulu kararlarının, genelgelerin, kararnameler, mahkeme tutanaklarının dilinin dışında, onlardan farklı bir kamusal dil. Bu dil özel hayatı yok saymak yerine içermeye çalışıyor. Mahrem olanı yani ailenin, dostluğun, inancın, aşkın ya da öznelliğin dilini kamusal alana taşımaya, orada görünmeye kışkırtıyor.
Televizyonda anlatıcının kişiliğinin olabildiğince bastırıldığı resmi anlatım tarzı yerini, haberi sunanın kişiliğinin hissettirildiği, anlatanın da en az anlatılan kadar, hatta bazen daha önemli olduğu bir anlatım tarzına bıraktı. “Yetkisini okuduğu haberden ve onu yazan aşkın kaynaktan alan.” Tarafsızlığı baştan kabul edilmiş bir metni olabildiğince vurgusuz bir ses tonuyla, ifadesiz bir yüzle, yorumsuzu bakışlarla okuyan sunuculardan, yetkisini haberi okuyan kişinin inanılırlığından, dahası samimiyetinden alan sunuculara geçildi. Haber aktaran değil, bizzat gündemi oluşturan, bu gündeme dair duygularını, kaygılarını da seyirciyle paylaşan, olan biteni aktarmaktansa bize paylaşacak bir hikâye sunan, bir kurum adına değil de kendi adına konuşan, kendileri de sundukları haber kadar haber değeri taşıyan kişiler var artık karşımızda. Daha ulaşılabilir, daha içten, daha yakın figürler bunlar. Ardındaki kurumu, sermaye grubunu, onu öyle konuşturan haber ağını, haberi o habere dönüştüren toplumsal sistemi değil, o adamın kendisini seviyor ya da kendisine sinir oluyoruz artık.
Televizyon haberlerinin çoğu kötü haberler artık; bize yolsuzluklardan, kazalardan, cinnet ve cinayetten söz ediyor. Tehlikenin, ölümün, terörün, sapkınlık ve skandalın hüküm sürdüğü bir dünyadan haber veriyorlar. Bir bakıma yeraltından haberler bunlar; tehditkâr bir kamudan, tehlikeli yabancılardan haberler. Nitekim bizimle aynı dünyada, aynı ülkede, aynı şehirde yaşayan yabancı daima bir sorun olarak, sorun çıkarttığı ölçüde ekranda yerini bulur. Bu bir gecekondulu, bir köylü, bir taşralı olabileceği gibi, şehir hayatında pek de yabancı sayılmaması gereken işçi, memur ya da öğrenci de olabilir. Bu insanlar ancak sokağa döküldüklerinde, işi bıraktıklarında, polisle çatıştıklarında, uyuşturucu kullandıklarında, cinnet geçirdiklerinde, bir kazaya kurban gittiklerinde; ancak o zaman, o görüntülerle ekranda temsil edilirler. Haber bültenleri toplumun uç kesimlerini birer tuhaflık örneği olarak haber konusu yapmakla kalmaz, aynı zamanda memuru, işçiyi, taşralıyı, köylüyü, İslamcıyı, gençliği ya da varoşta yaşayanı hep tehdit olarak, tehlikeli bir yabancı olarak, negatif bir örneğe dönüştürerek adeta ötekileştirir. Birbiri ardına sıraladığı kötü haberleriyle, korku filmi kesitlerini andıran satırbaşlarıyla bugünün haber söylemi muhabiri hafiyeye, ana haber sunucusunu yargıca, esas önemlisi kamusal alanı da daha baştan bir sorunlar alanına dönüştürür. Böylece, haberi tüketenin özel dünyasıyla haberin geldiği kötü dış dünya arasına anlaşılmaz bir sınır çekilmiş olur.
Popüler kültür bütün dünyayı iletişim teknolojisi vasıtasıyla etkisi altına almış olmasına rağmen, bütün toplumların sosyal hayatına yerleşmediği, milli kültür kodlarını tamamen silemediği ve kullanımda geçici olduğu gözlenmektedir. Aynı zamanda küreselleşmeciliğin karşısında en önemli yerel ve milliyetçi tepkiler kültürel temelli olarak gelişmektedir. Çeşitli küreselleştirme araçları vasıtasıyla kontrol altına alınan dünya toplumlarının girilemeyen en önemli dünyaları kültürel kökleridir. Bunlar ne kadar bastırılır ve sindirilirse de bir şekilde fırsatını bulduklarında yeniden filizlenebilmektedir.
Kaynakça
GÜNGÖR, Nazife (2011). İletişim Kuramlar ve Yaklaşımlar, Siyasal Kitabevi.
GÜRBİLEK, Nurdan (1992). Vitrinde Yaşamak, 1980’lerin Kültürel İklimi, Metis Yayınları.
***
Görsel: Tetsuya Ishida