Sovyet devrimi öncesi başlayan Proletkült hareketi, kurulacak yeni devletin kültürünü oluşturmayı amaçlıyordu. Kültür yaratmak zor iştir. Rusya’da Lenin önderliğinde başlayacak olan devrimin hareketinin güçlenerek gelişmesi sırasında, Marksizm’in yol göstericiliğinde kurulacak ilk proletarya diktatörlüğünün de bir kültürü olması gerektiği düşüncesini doğal olarak akla gelecekti.
1917 Ekim devriminden sonra, devrim öncesi başlayan bu düşünce, programlı olarak Proletkült hareketine dönüşecekti. Bogdanov’un yürütücüsü olduğu hareketin içinde Lunaçarski ve Gorki gibi iki büyük isim de bulunuyordu.
1917-1920 arasında devrim sonrası yaşanan politik sorunlar, ekonomik kriz; NEP, Yeni Ekonomi Politik uygulamasını gündeme getirmişti.
Devrimin başlangıcında oluşacak yeni kültür konusunda, siyasi yapı ve Proletkült arasında bir anlaşmazlık yoktu. Ancak, her zaman olduğu gibi, yeni bir sanat anlayışının oluşmasını ve onun kültürünün oluşmasını isteyen Proletkült bütün ülkede örgütlenmiş ve yüz binin üzerinde üye potansiyeline ulaşmıştı. Lenin önderliğinde, gerçekleşen devrimin kültürünü oluşturmak konusunda ise, Lenin ve Proletkült arsında başlangıçta hiç bir çelişki ve anlaşmazlık yoktu.
Ancak siyasi yapı, ekonomik kriz ile baş etme aşamasında NEP sürecini oluşturmak zorunda kaldığında, kültür oluşturucular için de zor bir dönem başlıyordu.
Çünkü devrimin kendi kültürünü oluşturarak ve yaşayarak siyasi ve ekonomik sorunların üstesinden gelmesi mi, yoksa siyasi kararlar ile burjuva yöntemlerinden de yararlanarak, ekonomik krizin, en kısa sürede atlatılması mı tercih edilmeliydi.
Başlangıçta arasında sorun olmayan siyasi yapı ile kültürel oluşum hareketi arasında bu dönemde başlayan sorunlar daha sonra 1920 itibariyle, ekonomik kriz nedeniyle Proletkült’un bütçesinin kesilmesine, daha sonra da tasfiyesine neden olmuştu.
Derinlemesine incelenmesi gereken bu konudan hareketle dünyada daha sonra gerçekleşecek devrim hareketlerinde veya yeni yapılanmalarda; yaratılması gereken kültürel sürecin zaman kaybı olarak varsayılması; önce devrimin yapılması sonra devrimin kültürünün gelişeceği gibi bir anlayışı dünya gündemine taşımış olabilir mi diye bir endişe duyuyorum.
Çünkü NEP dönemine girilirken, Gorki siyasi yapılanmanın kültürel gelişme süreci ile koordineli bir oluşum içerisinde olmamasından rahatsızdı. Onun görüşlerini ifade etmesi ise süreci hızlandırmak, ekonomik ve siyasi sorunlara hızla çözüm aramak isteyen Lenin’i endişelendiriyordu. Çünkü Lenin, Maksim Gorki gibi, halkın kahramanı bir edebiyat devi ile karşı düşmek, onun düşüncelerine itiraz eder bir tutum içerisinde olmak da istemiyordu.
Ancak Lenin bu zor dönemde muhalif görüş ve tartışma istemiyordu. Proletkült ise, muhalefet yapmak niyeti olmayan, bir eleştirel tutum ile kendi kurmaya çalıştığı kültür politikasını savunmaya çalışıyordu. Fakat şunu da belirtmek gerekir, bu kültür politikası da yaşanan siyasi bunalım içerisinde kendini yeterince ifade ederek gelişme göstermekte zorlanıyordu.
İşte böyle bir dönemde, Proletkült hareketinin geçmişin kültürünü reddederek salt proletarya kültürünü oluşturmak istenciyle ortaya atıldı. Bu tutumun ise NEP’e zarar vermesi, yaratılacak yeni siyasi sürecin başarısını engelleyeceği görüşü yaygınlaştı. Bu süreç ise Proletkült’ün, bütçe kesilmesi ve kendi kaderine terk edilmesi ile sonuçlandı.
Daha sonra, dünyada gerçekleşen devrimci hareket süreçlerinde, devrimin kültürünü oluşturma eğilimi gösterenler de Proletkült sapması olarak adlandırıldı.
Proletarya diktatörlüğü kavramının daha sonra terk edilerek, esas olana ulaşılması, yani gerçek anlamda komünist bir devlet oluşturulması söz konusu olduğunda, bu anlayışın kültürünü oluşturmak gerekmez miydi?
Bugün, dünyada siyasi çözümlerin tank, tüfek ve insan canı ile gerçekleştirilmeye, Ortadoğu’da siyasi haritanın yeniden düzenlenmeye çalışıldığı dönemde; sorunlara kültürel çözüm aranması da, sanat kavramının Medici ailesinden günümüze seçkincileştirilmiş ürün ile özdeşleşmesi de yaşadığımız yüzyıla devredilmiş ve doğru kabul edilmiş yanlışlar konusunda bizi yeniden düşünmeye zorlamalı mı zorlamamalı mı?
Gorki, Tolstoy ve Puşkin hayranıydı. Bu iki çok önemli isim devrim öncesi Rus edebiyatının simgeleri değil miydi? Tolstoy’un sanat felsefesinden konuşurken, ona olan hayranlığı nedeni ile gözyaşlarını tutamayan, Gorki’nin geçmiş Rus kültürünü yok sayarak, yoktan proletarya kültürü yaratmak gibi bir hareket içerisinde olabileceğini düşünmek insana pek gerçekçi gelmiyor, ancak devrimin bir kültürü olması gerektiğini düşünmek te hiç o kadar garip değil. Kaldı ki Proletkült düşüncesinin devrim öncesinde hiç te yanlış anlaşılmıyor olmasını dikkatten kaçırmamak gerekir.
Maksim Gorki’nin dünya edebiyatına kazandırdığı dev eserlerinin yanında, Edebiyat Yaşamım isimli kitabının okunmasını buradan önermek isterim. Bir de Türkçeye çevrilmiş olmasına rağmen pek fark edilmediğini düşündüğüm İtalya Hikâyeleri’nin de baskısı bulunursa okunmasını öneririm.
1978-79 sanat sezonunda Ankara Devlet Tiyatrosunda, Lunaçarski’nin Özgürlüğüne Kavuşturulan Don Kişot oyununu oynamıştık. Oyunu Ali Taygun sahneye koymuştu. Çeviri Aziz Çalışlar‘a aitti. 1923’te yazılan bu eserin, Proletkült’ün bitme dönemlerine denk gelmesini bir rastlantı olarak görmüyorum.
Eserde Don Kişot, olması gereken doğruları dile getiren bir kahraman olarak, yaşanan devrim süreci ile ilgili idealleri dile getiriyordu. Oyunda ben teoloji eğitimi almış, hatta papaz olmuş genç rahibi oynuyordum. Ancak genç rahip devrim sürecinde saçlarını kesip, papaz cüppesini çıkararak devrim hareketine katılıyor ve devrimin liderlerinden biri oluyordu. Oyunun sonunda, Don Kişot, genç papaza veda ederek, kim bilir dünyanın neresinde ve ne şekilde yaşanacak, yeni olaylara doğru yola çıkarken ideal yaşam ile ilgili görüşlerin dile getiriyordu. Eskinin genç papazı şimdi ise devrimin olgun bir lideri olan dostu da ona hak veriyor, bu düşüncesini de “Don Kişot şimdi git, ama sonra yine gel!” cümlesi ile dile getiriyordu.
Lunaçarski, toplumcu gerçekçi sanat anlayışının oluşması doğrultusunda; yazılarıyla, felsefe ve yaşam arasında ilişki kurmayı, sanat kavramının yaşamsal değeri ve kullanımı açısından önemli bulmuştu!
Daha sonra, sanat kavramını tek başına yeterli bulan Bertolt Brecht‘in, “Estetiği kaldırmak gerekmez mi?” başlıklı yazısının, toplumcu gerçekçi sanat anlayışında, “sanat” kavramının tek başına zaten felsefe olduğunu dile getirmek istediğini düşünürüm. Baumgarten’in, “sanatın” bilimi olarak geliştirdiği estetik kavramının ve bu alanda yapılan felsefi çalışmaların tümünün, tek kelime ile “sanat” kelimesi ile tanımlanabileceğini düşünüyorum. İnsanlığın başlangıcından itibaren insanla birlikte gelişen “yapmak” eyleminin tartışılması ve felsefelerinin bizzat “sanat” olduğunu yani. Ben bu noktada tarihte bir yanılgı olduğunu düşünüyorum çünkü “sanat” kavramını eserin adı, yani ürünün kendisinden ibaret gibi nitelendiren anlayışlar nedeniyle, aslında kendisi bir felsefe olan “sanat” kavramını, “estetik” ile açıklamak yolu seçilmiş. O zaman da “sanat” kavramını salt ürün zannetme anlayışı, pratikte haklılık kazanmış oldu. Sanat kavramının, yaşam ile olan ilgisi ve yaşamın sanatsallaştırılmasında sanat eserinin uyarıcı etkisi, “sanat” ve “estetik” olarak ayrılarak mı tartışılmalı. Tek başına “sanat” sürecin adı olarak felsefe değil mi? Süreç olmadan ürün ortaya çıkabilir mi? Bu durumda süreç eseri, eser yeni süreci, yeni, süreç de yeni eseri oluşturuyor. Böylece yaşamsal devinim diyalektik bir ilişki ile devam ediyor. Bu devinim içerisinde SANAT kavramını sürecin adı olarak anlamlandırırsak, onu yaşamla olan ilişkisini de daha kolay kurabiliriz.
Toplumcu gerçekçi sanat anlayışına ulaşma aşamasında da, Tolstoy’un “Sanat Nedir?” yazıları ve bizde de yayımlanan kitabı geliyor hep aklıma. Tolstoy’un sanat kavramı ile ilgili saptamaları çok nesnel ve çok doğru. Din olgusunu sürekli bu katmanın içinde tutmaya çalışması, bizi, ortaçağ papazlarının yaptığı gibi, mistik bilinmezliklere götürmüyor. Bu anlayışla bakıldığı zaman hatta toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışı olduğunu bile söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu yazıları bizlerden çok önce Maksim Gorki ve Lunaçarski’nin okumuş olduğunu tahmin edebiliriz. Hatta ben Proletkült hareketinin özünde bile böyle bir sanat anlayışının olduğunu ancak yanlış anlaşıldığını düşünüyorum.
Sanatın felsefi boyutunu, estetik felsefe ile tarif eden, Schelling, Schiller, Lucas, Brecht, Kagan ile ve çağımız sanat düşünceleri arasında bağlar kuruluyor. John Dewey, Joseph Beuys ve onların öğrencilerinin sanat anlayışları, içinde bulunduğumuz bin yılın sanat anlayışına zemin hazırlıyor. Böylece sanat kavramı, daha önce yapılan ontolojik çalışmaların da ötesinde bir toplumsal değer taşıma evresine yöneliyor.
İdeolojilerin bitip bitmediği konusunda yapılan tartışmaların yanı sıra; sanat kavramı bir ideoloji olmak yerine, insan değerlerini öne çıkaran ve insanın hak ettiği yaşam kalitesine ulaşması için, gereken önlemlerin özenle alınmasını dileyen, bir yaşam biçimi önermesi haline gelebilir.
İnsanlığın var olduğu ilk günden itibaren, kendi varoluşunu gerçekleştirirken, sanatın anlamı olan “yapmak” eylemi ile iç içe geliştiğini düşünelim.
Sanat, o günden günümüze insan yaşamında var olan, çok önemli bir özellik ise, sadece “sanatçı” diye anılan bir kitlenin sanat eseri üretmesini sanat olarak adlandırmanın, bu kavramın toplumsal yaşamdaki işlevi ile toplumu yeniden buluşturmak konusunda eksik kalırız.
Siyaset ve kültür birlikteliği tartışmasında, hangisi daha önde olmalı, ya da ikisi birlikte seyretmeli konusunda, az gelişmiş toplumlar kalıcı tutumlar ve stratejiler benimseyemiyorlar, benimsetilmiyorlar. Ancak siyaset her hal ve şartta önceliğin kendisinde olduğunu kabul ettirmiş görünüyor.
Proletkult’ün daha sonra, Sovyet modeli sosyalist düzen arayışı politikalarınca, siyasi sapma olarak gösterilmesi de siyasetin bu kazanımı elde etmek isteğinin bir örneği. Bu sapma konusunda ise öne sürülen tez, Proletkült’ün geçmişin burjuva kültürünü yok sayarak yerine sadece proletarya kültürünü oluşturmak istediğini savı olunca, bu biraz garip geliyor insana. Özellikle bu yapının içinde çocukların parklarda daha çok vakit geçirmesi için, parklara çocukların eğlenebileceği oyuncaklar yerleştiren Lunaçarski’nin ve Maksim Gorki’nin içinde bulunduğu bir hareket olduğunu düşünürsek. Bu gözle bakıldığında yeniden okunacak kaynaklarda, Proletkült’ün böyle bir saplantısının olmadığı görülecektir. Günümüzde Lunapark isminin kaynağı olan Lunaçarski!
İnsanlık devrimler konusunda kültür kavramının savunuculuğunu yapar. 1789 Fransız Devriminin Rönesans’tan 100 yıl sonra gerçekleşmiş olma sürecini, yaşama sanatının, ürün vermesi olarak düşünebiliriz.
Bu durumda, kültür oluşma süreçleri ve onların ürünlerin ortaya çıkması zaman alıyor demektir. Bu toplumsal değişim süreçlerinde, sanat eserleri insanın her türden düşünce ve izlenimlerinin yansımasıdır.