Anton Çehov’un bir öyküsü var. Adı “Edebiyat Öğretmeni”. Asıl adı da böyle midir, bilmiyorum. Öykü, Çehov’a özgü esprilerle gelişiyor. Kimi yerlerde, soluk aldırmamacasına güldürüyor da kişiyi Çehov. Çehov biraz da bu! Dünya yazınında gülmeyle düşünme arasında kalın bir çizgidir Çehov. Öykülerinin tümünde, yöneldiği insanın doğal yapısından nasıl bir dünya çıkardığını görenler, yazarın gerçek bir büyücü olduğunu anlar. Üzerine eğileceğim sorun da, yazarın bu gücünü ortaya koymaktadır.
İnsanı, “dağ”a benzetirim ben. İçinde, bulunmadık görülmedik madenlerin bunduğu dağa. Belki yüzyıl, bin yıl, on bin yıl sonra, insanlığa nice yararları (belki zararları da) olacak madenler bulunacaktır dağların derin köşelerinde. Hani, halk arasında dünyanın geleceğini bir tasarlayış vardır. Derler ki, giderek, dünya dümdüz olacak, engebe mengebe kalmayacak, bir yumurta koyacaksın bir yere, elli kilometre uzaklıktan bile göreceksin yumurtayı. Bu gerçek dışı, hatta usdışı gibi görünen düşsel çizgilerin gerçekleşebileceğine inanmasa da insan, en azından, üzerinde durma gereksemesi duymalıdır. Bir yazarın belirttiğine göre insan gerçeğe uymayan düş kurmamıştır. Dağlar da düzleşecek bir gün, içi dışı bilinecek dağların.
Konu bu değil. Olmazlığın olabilirliğini düşünme yönünden yararlandım bu örnekten. Çehov’un öykülerinde de bu dağa bakma anlayışının insana uygulanışını görüyoruz. Nasıl dağın derinlikleri, bugün adı sanı bilinmez birtakım madenleri düşündürüyorsa, Çehov’un öyküleri de insanın gerçekliğini düşündürüyor. Bu gerçek, hemen her varlığın düşündürdüğü bir “öz” de anlamını bulmaktadır. Günübirlik görüntülerle başlayan insan belirlemesi, ölmezlik ölçüleriyle sonsuzlaşıyor Çehov’da. Söz konusu ettiğim “Edebiyat Öğretmeni” adlı öyküye bu açılardan yaklaşarak bazı sonuçlara varmak istiyorum.
Gülüşle düşünüşün arasında bir kalın çizgi olarak belirlemiştim Çehov’u. Bu nedenle önce, gülüşün ve düşünüşün ne olduğunu belirtmek gerek. Sözgelimi öykü (Edebiyat Öğretmeni) tümüyle gözden geçirilirse, onda, gülünecek bir yönün olmadığı kolayca görülebilir. Öyküyü ilk okuyanların, özellikle böyle bir yönü saptayabileceklerini hiç sanmıyorum. Öyküye gülen biriyle karşılaşsalar şaşıp kalabilirler de. Çünkü konunun hiçbir özgünlüğü yok. Çok genç görünüşlü edebiyat öğretmeni Nikitin, Şelestov’un kızı Manüsya’yı sever. Manüsya da onu. Evin bir karanlık köşesinde birbirlerine sarılıp öpüştükten sonra da bu sevgilerini açıkça ortaya koyarlar. İş kalır evlenmeye. Onu da yaparlar. Nikitin, kendi gerçeğiyle evlilik gerçeği (duygusallığı ve tasarlamaları) arasındaki çelişkiyle karşılaşınca bir özeleştiriden geçirir kişileri ve olayları. Bundan doğal ne vardır yeryüzünde? Evliliği seçen her insanın başına gelir böylesi olaylar. Kuşkusuz, bu doğal olaylarda gülünecek bir yan da yoktur. Gene bir ara giriş yapayım, işte Çehov’un sanatı bu ustalıkta yoğunlaşıyor. Böyle bir ara giriş yapmışken, gülünmeyecek başka şeyleri de sıralayayım.
Ağaç dallarındaki karga yuvalarını birer kocaman şapkaya benzetmesi de gülünecek şey değil. Nikitin’in, Manüsya’ya sevgisini bildirme yolunda karşılaştığı gülünç olaylar bile herkesçe gülünç olarak nitelendirilmeyebilir. Gene Nikitin’in, kendini evlenmiş sayıp abuk sabuk düşlemelerine bile gülünmeyebilir. En duygusal anında, sevgilisi Manüsya’ya “Sevgili küçük sıçanım” diye mektuplar yazan Nikitin gülünç bulunabilir mi? Manüsya’nın ablası Varya’nın densizlikleri (densiz olduğu denli acınaklı durumu) gülünç müdür ki?.. “Espri” sözcüğünün “r” sesini duyup, iskemlenin altından “rrr… nga-nga-nga” diye hırlayan Muşka’yı gülünç bulabilir misiniz?
Öylesine alışılmış espriler ki bunlar, güldüre güldüre gülmeyi unutturmuştur insana. Sinemasında bu, tiyatrosunda bu (hele hele de tiyatroda), günlük ilişkilerde bu…
Siz ne diyeceksiniz bilmem, ama ben, Nikitin’in oda arkadaşı İppolit İppolitoviç’in sözlerine önce çok güldüm. Anlatıp anlatıp, çevremde gülenler bulmaya çalıştım. Gülenler de oldu. Ama, İppolitoviç’i gülünç buluyorum diye bana mı güldüler, güldükleri, gerçekten İppolitoviç miydi, bunu da kestirmek güç. Gene bir ayraç açayım burada, İppolitoviç’in sözlerini yazmadan önce, onu kısaca tanıtayım.
İppolitoviç, öykünün başkişilerinden değildir. Görünüşte, kişilerinden bile değildir. Çünkü etken olmaktan öte, edilgen bir kişidir. Etkenliği, başkişinin oluşmasında, karakterlerin belirmesinde gösterir kendini. Meyve değil, meyveyi (hattâ ağacı) besleyen öz. Çehov, İppolitoviç’i olayın dışında gibi gösterip öykünün düşünsel yapısını kurmak ister gibidir. Şöyle tanıtıyor öykücü, İppolitoviç’i: “İppolitoviç henüz yaşlı sayılmazdı; kızıla çalan kısa sakalı, kalkık burnuyla yüzü kabacaydı, aydından çok, basit bir işçiyi andırıyordu. Bununla beraber hoş, babacan bir hali vardı. …Coğrafyada (tarih-coğrafya öğretmenidir İppolitoviç) en çok önem verdiği şey, harita; tarihte de kronoloji idi. Gece yarılarına kadar haritaları mavi kalemle düzeltir, kronoloji cetvelleri hazırlardı.” Can sıkıcıdır, çopurdur, kabuğuna çekilmiştir, siliktir. Görülüyor ki, gülünmemesi gereken tüm nitelikler, İppolitoviç’de toplanmıştır.
Beni güldüren söz şudur: Nikitin’in evlenme törenine, arkadaşı İppolit İppolitoviç de gelmiştir. Kentin önemli kişilerinden biri, Manüsya’yı kutlarken, “Evlendikten sonra da hep öyle bir gül goncası gibi taptaze kalınız güzelim” der. İppolitoviç ise Nikitin’e şunları söyler: “Şimdiye kadar bekârdınız, tek başınıza yaşıyordunuz. Artık evlendiniz, çift oldunuz.” Kentin ileri geleninin söylediği tumturaklı, tantanalı sözle İppolitoviç’in söylediği basmakalıp söz arasında bir ayrım yoktur. Ne var ki, değer yargıları yönünden, bu iki söz, aynı teraziye konmamaktadır. Gülünmesi gereken de budur.
Gülmeyi, değişik bir durum karşısında kendinden geçme biçiminde sınırlandırırsam, kuşkusuz, kendimi çok yanlış yansıtacağım tehlikesiyle yüz yüze kalacağım. Oysa gülmek, düşünmek; düşünmekse acı duymaktır. Shakespeare’e özgü bir mantıksal buluşu ansıtan bu sözün kendimi büyük gösterme gibi bir korku yarattığına da şöylece dokunarak, “Edebiyat Öğretmeni” adlı öyküde, bunun somutluğunu göstermeye çalışacağım.
Kentin önemli kişisinin söylediği sözün, özentili bir şeyler yaratma isteğinin dışında bir değeri var mıdır? Yeryüzünde “gonca” gibi kalan insan olur mu? Olmayacak şeye niye dilek dilenir? Diyeceksiniz ki, kızılacak şeydir bu, niye gülünsün? En etkili gülüşlerin, kızgınlıkla yapıldığı kanısındayım ben. Her yaratık, oluşur, gelişir, sonra yok olup gider. “Tomurcuk”, “gonca”, “gösterişli bir gül”… Sonrası, güneş ışınlarıyla, ısıyla buruşma ve yok olup gitme. Gerçek gonca gibi kalmayı düşünmede değildir, gül yaprağının buruşacağını düşünmektir.
İppolitoviç’in sözü ise, önceki sözden ayrı bir anlamı kapsamıyor. O da gerçeği, basmakalıp, dümdüz bir biçimde söyler. Düğün evinde söylenmemesi gereken bir söz aransa, İppolitoviç’in söylediği, en uygun düşer. Kuşkusuz, bekâr insan, tek başına yaşar, evlendiği zaman da çift olur. Bu, “Tekerlekleri dönen otomobil hızla gidiyordu” demek saçmalığına düşmek olur. Hani Fransa’da biri, mezar taşına, “Ölmeden on beş dakika önce yaşıyordu” gibisinden bir söz yazdırmış, böyle bir şey İppolitoviç’in söylediği. Ama neden kentin önemli kişisinin söylediği “gonca”lı söz yerindedir de, İppolitoviç’inki saçmadır, basmakalıptır, düzdür?
Evlilik duygusu içinde nerdeyse kanat takıp uçacak gibi sevinçli olan Nikitin’in gelip dayandığı nokta, yukarıdaki soruyu yanıtlamaya yönlüdür. Nikitin’i kendi kendiyle konuşturarak, sonuca çok iyi varıyor Çehov: “Gerçek eğitimci değildi… Jimnazlarında (orta dereceli okul) Çek asıllı Yunanca öğretmeni vardı, ona benzetti kendini, tıpkı onun gibi yeteneksiz, silik, memur ruhluydu… Zaten öğretmenliğe istidadı da yoktu. Eğitimden anlamıyor, çocuklara yaklaşamıyor, onları anlamıyordu. Öğrettiklerinin değerini kavrayamıyor, gereğine inanmıyordu. Ölen İppolit İppolitoviç düpdüz, kalın kafalının biriydi, arkadaşları, öğrenciler bile onun ne verebildiğini bilirdi. Ama Nikitin, tıpkı Yunanca öğretmeni Çek gibi kalın kafalılığını ustalıkla gizliyor, kendini satmasını beceriyordu… Hepsinin cahilliklerini, hayata küskünlüklerini saklama çabalarını sezer gibi oldu. Kendi huzursuzluğunu belli etmemek için yüzüne gülümser bir ifade verdi.” Nikitin’in, özeleştirisini yaparak vardığı sonuç, insanın içtensizliğini bütün ayrıntılarıyla yansıtıyor.
“Giyinik yatmak doğru değil, elbise buruşur. Gece soyunarak yatmak gerek” diyen İppolitoviç’in dünyası harita çizmenin ve kronoloji düzenlemenin dışına çıkmaz. Öldüğünde bile “Volga Hazer’e dökülür… Atlar, arpa ve kuru otla beslenir” diyerek bu basmakalıp düşünmeden kurtulamayan İppolit İppolitoviç, insanın içtensizliğine büyük bir tepkidir. Karşı olduğumuz, ama kendimize yönelen bir tepki…
İşte, Nikitin’in renkli, düşsel dünyasından kopup bir bunalım dünyasına düşmesinde bu gerçeğin etkisi büyüktür. İppolitoviç’in gerçeğini kavrayan Nikitin’le “Kör talih! Bütün dünyayı düzeltmek için mi yaratılmışım?” diye bağıran Hamlet’in bunalımı arasında bir ayrım var mı? Ama gülüyoruz İppolitoviç’e, Nikitin’e, hattâ Hamlet’e.
Nasıl söylenirse söylensin, ister tumturaklı, ister dümdüz. Söyleyenleri tanımak önemlidir. Güldüğümüz, karşısında gülünçleştiğimizi anladığımız an, insanlığımızı da yenilemiş olacağız. Yalnız gülünçlüğü anlamak da yetmez, güldürünün (komedya) derinliğinde, insanı aşağılatıcı gerçeği de kavramak gerekir. O zaman ne denli korkunç bir bunalım dünyasında yaşadığımız çıkacaktır ortaya. Çünkü en büyük bunalım, değerlere verdiğimiz anlamdan doğar. Değerliyle değersizi ayıramamaktan doğar. At iziyle it izini birbirine karıştırmaktan doğar.[1]
[1] Bu deneme, yazarın Can Yayınları’nca 2017 yılında 3. baskısı yapılan Toplum ve Edebiyat adlı eserinden aktarılmıştır.