Gündelik yaşamda önümüze sunulan nesnelerin veya eylemlerin bir akım haline gelerek birçok kişinin hayatında vazgeçilmez olması herkes tarafından kabul edilebilir bir durum olmasa da popüler kültürün oluşturduğu etkiye maruz kalmadan yaşamanın güç olduğu reddedilemeyecek bir gerçek. Diğer sanat dallarına göre yedinci sanat sinemada etkisini daha çok gördüğümüz popülist durumun sinemanın gayri resmi şekilde gişe ve sanat filmleri olarak ikiye ayrılmasına sebep oluyor. Her ne kadar popüler kültürün insan üzerindeki etkisini bu yazıda konuşmayacak olsak da gişe filmlerinin izleyiciyi popülizme bulandırdığı ortada. Rant uğruna yapılan işlerin arttığı yerde öğreticilik ve sanat yok oluyor gibi görülse de gişe filmleri arasında kendine yer edinmeye çalışan evrensel filmlerin değer kazandığını söylemek doğru olacaktır. Bu noktada Ayla filmi birçok kişi tarafından evrensel bir film olarak nitelendirilmesine rağmen Kore’li kızın hikâyesine eşlik eden Fahir Atakoğlu müzikleri filmi bir hayli yerel ve popülist bir dramatik bir havaya sokmuştur. Evrensel film yapacağım derken yerli bir gişe filmi olan Ayla’nın gözü yaşlı izleyicisi bu durumu kanıtlar nitelikte.
Hollywoodvari bir film olduğunu gösterim öncesi kesitinde yer verilen acıklı sahnelerle seyircisine hissettiren Ayla, henüz gösterime girmeden Oscar aday adaylığına başvurulması Oscar’ın ülkemizde ne denli önemsendiğini göstermesi açısından manidar. Özellikle senarist Yiğit Güralp’ın sosyal medya hesaplarından engellenmesi, adının afiş ve kredilerden çıkartılması ve devamında “galada kendisine teşekkür bile edildi” tarzında trajikomik bir açıklama yapılması Ayla’nın Oscar almak için gereken asgari yapım olgunluğuna sahip olmadığını gösteriyor. Genel anlamda Ayla, yerli izleyici üzerinde büyük bir etki bırakmış gibi gözükse de Oscar almak için bu verinin yeterli olmadığını ekibin veya filmi Oscar’a yollayan resmi temsilcilerin biliyor olduğunu varsayıyoruz.
Filmin yönetmen koltuğunda Sarıkamış Çocukları’yla tanıdığımız Can Ulkay oturuyor. Kimi sahnelerde belgeci bir yaklaşımın ön plana çıktığı filmde Ulkay’ın izleyicisine belgesel tadında bir film izletmeye çalıştığı görülüyor. Özellikle gerçek bir hikâyeden uyarlanan Ayla’nın son sahnesi bu durumu özetler nitelikte. 1950 yılında Kore Savaşı’nda yetim kalan bir çocukla Süleyman astsubayın (İsmail Hacıoğlu) duygu dolu hikâyesine tanık oluyoruz. Sahiplenme duygusunun sadece kan bağıyla olmayacağını bize gösteren film, birey hikâyesinden daha fazlası olan bir millet hikâyesini önümüze sunuyor. Tabiri caizse kardeşin kardeşi katlettiği Kore Savaşı’nda sosyalizm kavramının bir canavar gibi gösterilmesi ve üsteğmen Murat’ın (Murat Yıldırım) komünizmi desteklemesi birlikte bir tehdit unsuru oluşturuyor. Arka fona yerleştirilen tarihi gerçeklere bakacak olursak; “savaşın olduğu dönemde Güney Kore’yi inleten, emekçileri demir yumrukla susturan ve anti-komünist iktidarı sürdürmek için Amerika’nın kuklalığını yapan diktatör Syngman Rhee’ye ne de NATO’ya katılım sürecinde TBMM’nin onayı olmadan Kore’ye asker gönderen Menderes hükumetine vurgu var. Doğal olarak bolca emir-komuta zincirinin övgüsüne, Türk askerinin cesaretine ve Ayla karakterine karşı insancıl yaklaşımına yer veriliyor.” Genel anlamda Ayla ve Süleyman asker arasında geçen bir hikâye olsa da yansıtıldığı dönemin gerçeklerine dair bir vurgu yapılmaması filmin sağlam bir zemine oturmadığını ve konunun havada kaldığını göstermektedir.
Soğuk Savaş döneminin ilk yıllarında meydana gelen bu çatışma sürecini filmde uzun tutulmayan savaş sahneleriyle izleyiciye gösterilmeye çalışılması insanlık dramını gözler önüne sermeye çalışırken diğer yandan filler tepişirken çimenler ezilir sözünü seyirciye söyletmeye çalışıyor. Amerikan askerinin “savaş sonunda tarih kitapları bizlerden değil Türklerden bahsedecek” sözü Türk askerinin kahraman duruşunu sergiliyor olsa da bu durumun Süleyman Astsubayın etrafında dönmesi filmin inandırıcılığını etkiliyor. Savaş sahnelerinde Amerikan askerleri dâhil olmak üzere Kuzey Kore ve Çin askerleri beyaz perdede birer hayaletmiş gibi yansıtılıyor. Bu durumun izleyicideki karşılığı ise Türk askerlerinin mahalle kavgasına girmiş hali gibi görünmesi olarak tanımlanabilir. Süleyman Astsubayın benzin bidonuyla düşman askerlerinin gelişini engellemeye çalışması ve aynı sahnede düşman askerlerle çatışmaya gireceği yerde kavga etmesi mantıksızlık yaratmıştır. Bir avuç Türk askerinin savaş uçaklarına ateş etmesi filmdeki bir diğer mantık hatası olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle Kore’de kaldıkları süre boyunca askerlerin giydiği kıyafetlerin hiç kirlenmemiş, eskimemiş ve yıpranmamış oluşu da oldukça göze batıyor. Kore’de geçen sahnelerde kurgusal hatalar olduğunu da söylemeliyiz. Seyirciyi etkilemek amacıyla da olsa Ali askerin öldürüldüğü sahnenin bir türlü bitmek bilmemesini kurgusal sömürüye örnek olarak gösterebiliriz. Süleyman askerin, birlikten gizli bir şekilde Ayla’nın ailesini bulmak için çıkıp pusuya düşürülmesi ve devamında iki arkadaşının düşmanın elinde olan Süleyman askeri kurtarması filmi gerçeklikten uzaklaştırarak bir masala dönüştürmüştür.
Kore Savaşı’ndan günümüze 54 yıl geçmesine rağmen Süleyman Astsubayın oturduğu mahallede herhangi bir değişimin olmaması filmde dikkat çeken diğer bir konu. Kore ile eş zamanlı işlenen sahnelerde daha çok ortaya çıkan bu durum sanat ekibinin eksikliğinin yanı sıra duygusal sömürüye açık olan konunun deşildiğinin bir ifadesidir. Özellikle Ayla ve Süleyman askerin yıllar sonraki buluşmasında Türk Hava Yolları reklamının güler yüzlü hizmet eden hostes ve konfor vurgusu yaparak araya sıkıştırılmasına gerek var mı? Ya da filmin izleyicinin gözüne sokar biçimde bu reklama ihtiyacı var mı? Türk Hava Yolları uçağının tercih edildiğini genel sahne çekimiyle göstermek yerine reklam filmi çekilmesi ortaya çıkan reklamın film içerisinde sırıtmasına neden olmuştur.
Türk insanının olaylara karşı sergilemiş olduğu yardımsever duruşa filmin birçok sahnesinde rastlamak mümkün. Filmin temellerinin hümanist yaklaşım üzerine kurulduğu Ayla’da Kore’ye yolculukları sırasında Süleyman Astsubayın Üsteğmen Murat’ın odasındaki karıncaları öldürmek yerine şekerle beslemesi bu duruma gösterilecek örneklerden olsa da yapay durduğunu belirtmeliyiz. Bu örnekten de yola çıkarak olayları iyilik temellerine dayandırmaya çalışan Ayla’nın izleyici üzerinde kör göze parmak sokmak deyimini uyguladığını söylemek mümkün.
Çetin Tekindor, Altan Erkekli, Taner Birsel, İsmail Hacıoğlu, Ali Atay gibi usta sanatçılarından oluşan kalabalık kadrosuyla Ayla’da oyunculuk genel olarak oldukça güçlü. Özellikle Ali Atay’ın canlandırdığı Ali karakterinin yüzlerde gülümsemeye yol açarak filme renk kattığını eklemeliyiz. Ayla’yı bulma sürecinde Süleyman’ın kızı Sebahat’ın (Esra Dermancıoğlu) babasını korumaya çalıştığı sahnelerde aralarında doğan çatışmanınsa izleyiciyi sıktığı not düşülmeli. Herkes Ayla’yı bulmak için tek yürek olmuşken Sebahat’ın kıskanç tavırlar sergiliyor oluşu yönetmenin belki de iyilik meleği olan tüm karakterlere karşı her şeye karamsar bakan bir karakter yaratarak filme heyecan katma isteğinden kaynaklanıyor olabilir.
Ayla’nın beş milyona doğru giden bir gişe başarısı olsa da senarist Yiğit Güralp‘a yapılan haksızlığın bu başarının önüne geçtiğini vurgulamak gerek. Film yapım sürecini bir inşaata benzetecek olursak herhangi bir tuğlayı eksik koyduğumuzda inşaat temellerinden sarsılır ve çöker burada da senaristi filmden atarak filmi temellerinden sarsılmıştır. Yapım ekibi her ne kadar olumsuz eleştirilere kulak asmıyor olsa da sinema sanatı çiğ popülizme yer vermeyecek kadar köklü bir seyir geleneğine sahip. Yiğit Güralp‘a yapılan haksızlık karşısında biraz ses çıkıyor gibi görülse de bu durumun yeterli olmadığını söylemeliyiz. Üreten ve biraz olsun sesini çıkartan bireylere karşı alerjisi olan bir kitle ve haksızlığa karşı ses çıkartmamayı görev edinerek kendilerini aydın olarak tanımlayan kişiler karşısında ses çıkartmak ne yazık ki bizlere düşüyor.
Kaynakça
http://www.filmloverss.com/ayla/ – Batu Anadolu