Ekim Devrimi’ne zemin hazırlayan ve devrimin benimsenmesini sağlayan kültür sanat faaliyetlerinde edebiyat öncü bir niteliğe sahiptir. 19. yüzyıl ile birlikte kendine ait bir kimlikle belirgin bir şekilde varlığını gösteren Rus edebiyatı aslında Ekim Devrimi’nin tohumlarını atmıştır. Gogol ve onun Palto’sundan çıkan Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev gibi isimlerle Rus edebiyatının bir anlamda altın çağını yaşadığı bu dönem, Çarlık dönemi eleştirilerinin gündelik konular ve sıradan insanların hayatları içinde eritildiği bir nevi devrime hazırlık dönemidir. Devrimi düşünsel olarak besleyen bu isimler, devrim yanlısı olmasalar dahi devrim üzerinde dolaylı açıdan etki göstermişlerdir. 20. yüzyıl ve beraberinde Lenin önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi ile Çarlık Rusya’sının çöküşü ve Sovyetler Birliği’nin yükselişi 19. yüzyıldan gelen bu edebi miras üzerine kurulmuştur. 19. yüzyılda zirvesini yaşayan gerçekçilik yerini Ekim Devrimi ile birlikte avangart sanata bırakır. Avangart sanat ve Ekim Devrim’i birlikte güçlenirken 1920’lerden itibaren Lenin’in Rus kültürünün mirasının yok sayılamayacağı düşüncesiyle avangart sanat doğrudan bir müdahaleye uğrar ve gerçekçilik geri döner. Artık “sosyalist gerçekçilik” olarak nitelendirilen bu akım devletin desteğiyle 1930’lu yıllarda tek hâkim akım olarak varlığını sürdürür. Sanatın iktidarını somutlaştıran avangart sanat yerini iktidarın sanatı olan sosyalist toplumcu gerçekçiliğe bırakır.
Sosyalist toplumcu gerçekçiliğinin temsilcilerinden biri olan Mihail Şolohov 1905 yılında dünyaya gelir ve ilk eserlerini genç yaşlarda verir. 1925-1940 yılları arasında tamamladığı dört ciltlik bir seriden oluşan Durgun Don eseriyle tanınan Kazak kökenli yazar bu eseri ile 1941’de Stalin Ödülüne, ardından İngilizce yayınlandıktan sonra 1965 yılında Nobel Edebiyat Ödülüne layık görülür. Hikâye ve romanlarında genel olarak Çarlık dönemi, Ekim Devrimi sonrası yaşanan iç savaş ile Birinci ve İkinci Dünya Savaşı dönemlerindeki Kazakların hayat mücadelesini işler.
İnsanın Kaderi adlı eseri de bu duruma örnek teşkil edecek şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman saldırısına uğrayan Kazak halkının yaşadığı sıkıntıları savaşta esir düşen Andrey etrafında anlatır. 1957 yılında yayımlanan hikâye Türkçeye 1966 yılında toplumcu gerçekçi yazarlardan ve aynı zamanda gazeteci olan Suat Derviş tarafından çevrilir. Rusça aslının ne durumda olduğunu bilmemekle birlikte Gün Yayınları çevirisinde İnsanın Kaderi dışında çevirisi Brechtyen tiyatroyu Türkiye’de ilk kez uygulayan dramaturg olan Vasıf Öngören’e ait Yabancı Kan ve Aile Babası adlı hikâyeler de yer alıyor.
İnsanın Kaderi, Andrey karakteri üzerinden İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan sıkıntıları anlatır. Hikâye Andrey ile yazar arasında bir diyalogla şimdiki zamanda başlar. Andrey’in hayat hikâyesini anlattığı geriye dönüş (flash back) ile devam eder. Hayat hikâyesinin bitişiyle yeniden şimdiki zamana ulaşarak sonlanır. Klasik bir biçimde giriş gelişme sonuç olarak nitelendirilebilecek bu bölümde Andrey’in hayat hikâyesini dinlediğimiz gelişme bölümü kendi içinde savaş öncesi dönem, savaş dönemi ve savaş sonrası dönem olarak üç bölümden oluşur. Mutlu bir aileye sahip olan ve iyi kötü geçimini sağlayan Andrey’in hayatı savaşa çağırılmasıyla tamamen değişir. Savaş sırasında esir düşer ve iki yıl toplama kampında çok zor şartlarda yaşar. Ardından bir subayın şoförlüğünü yapmaya başlar ve bir plan yaparak kaçmayı başararak Rus tarafına ulaşır. Fakat eşi ve iki kızının bir hava saldırısı sırasında öldüğünü öğrenir. Bu durum Andrey’i derinden etkilese de sonrasında oğlunun hala hayatta olduğunu ve onun önemli bir asker olduğunu öğrenir. Nihayet baba oğul kavuşacaklarken oğlunun da ölüm haberi gelir ve Andrey’in dünyası bir kez daha başına yıkılır. En nihayetinde kendine yeni bir hayat kurmaya niyetlenen Andrey küçük kimsesiz bir oğlan çocuğuyla hayata yeniden tutunur.
Sosyalist toplumcu gerçekçiliğinin net bir şekilde gözlemlendiği hikâyede bu durum en çok kahramanın yüceltilmesi ile karşılık bulur. Andrey karakteri toplama kampında olduğu zaman dahi öyle korkusuzdur ki, SS subayları canını alacağı sırada dahi onların yüzlerine karşı lafını esirgemez ve SS subaylarını kendine hayran bırakır. Bu cesaretiyle canı bağışlanır ve aç karnını doyurması için ekmek ve tütsülenmiş domuz verilir. Fakat Andrey cesaretinin yanı sıra adaletlidir. Kendisine verilen yiyecekleri tek başına yemek yerine tüm koğuş arkadaşlarıyla kibrit kutusu kadar ekmek ve dişinin kovuğunu doldurmayacak kadar domuz eti pahasına paylaşır. Andrey’in üstün özellikleri bununla da sınırlı değildir. Sivil hayatta şoförlük yaparak geçimini sağlayan Andrey bir SS subayının şoförlüğüne getirilir. Uzun süren bir plan sonucu onu etkisiz hale getir ve cipine el koyarak Rus savaş bölgesine ulaşır. Andrey aynı zamanda metanetlidir de. Tüm ailesini savaşta kaybetmiş olmasına rağmen – ki oğlu ile tam kavuşacakken ölüm haberini alır- küçük kimsesiz bir erkek çocuğu ona umut olur ve bu sayede hayata tekrar tutunur. Fakat Andrey’in tüm bu özellikleri göz önüne alındığında karikatürize edilmiş bir karakter çizmesi beklenirken yazar kimi noktalarda öyle insani birkaç betimlemeye yer vermiştir ki Andrey’in gözümüzde karikatürize edilmesi durumu ortadan kalkmıştır.
Sanat ve edebiyatın işlevleri arasında insanları mücadeleye davet etmesi ve yeni mücadeleler tasarlaması düşünüldüğünde İnsanın Kaderi bunu yerine getirecek bir yapıya sahiptir. Öyle ki hayata tutunacak hiçbir şeyi kalmayan Andrey, yetim bir çocuk ile kendini yeniden bulur. Hayatını ona adar. Mücadele etmekten ve kendine yeni bir mücadele yaratmaktan vazgeçmez.
İnsanın Kaderi hikâyesi dışında kitabın tamamına baktığımızda Yabancı Kan ve Aile Babası hikâyelerinin de yine Sosyalist toplumcu gerçekçiliğini benimsediği görülür. Yabancı Kan, Ekim Devrimi sonrası yaşanan iç savaşta oğlunu Çarlık yanlısı tarafta cepheye gönderen ve oğullarının ölüm haberini alan yaşlı anne babanın bir kaza sonucu evlerinde baktıkları devrim görevlilerinden biri ile kurdukları bağ anlatılır. Devrim görevlisi, yaşlı anne ve babanın yanında tüm rahat hayatına rağmen tekrar gururla görevine geri döner. Devrime bağlılığın ön plana çıkarıldığı bu hikâyede yine üstün özelliklere sahip bir kahraman tasviri vardır. Aile Babası ise aynı aile içinde babanın çarlık iki oğulun ise devrim yanlısı olmasıyla ortaya çıkan çatışma işlenir. Yine iç savaş dönemlerini anlatan bu hikâyede Çarlık yanlısı baba iki oğlunu da öldürmek zorunda kalır. Hikâyede babanın çektiği ıstıraba şahit olsak da sonuç olarak elimizde “oğullarını öldüren çarlık yanlısı baba” kalıyor. Bu bakımdan özellikle son hikâyenin iyi kurgulanmış doğrudan bir propaganda eseri olduğunu söyleyebiliriz.
Kitabın çevirisi üzerine konuşmak gerekirse ilk hikâyeyi Suat Derviş, ikinci ve üçüncü hikâyeyi ise Vasıf Öngören’in çevirdiği görülür. Fakat iki farklı çevirmenin üsluplarında ayırt edici bir farklılık göze çarpmamaktadır. Öyle ki başlıkların altında çevirmenin adının olduğunu dikkat etmeyen okur bu üç hikâyenin tek bir kişi tarafından çevirdiğini düşünebilir. İki çevirmenin de çevirdikleri dile ve yazarın diline ne denli hâkim olduklarını gösteren bu durum günümüz çevirmenleri için neredeyse imkânsız olarak görünmektedir. Çevirmen adı altındaki pek çok kişinin tanınmış birçok eserin çevirisinde bırakalım üslup farkını olay örgüsü açısından bile birbiriyle tutarlı değildir.
Son olarak Sovyet avangart sanatının tasfiye edilmesi çağdaş sanat açısından büyük bir yıkım olarak görülse de yerine geçen Sovyet gerçekçiliği ideoloji ekseninde şekillenip biçim ve güzellik kavramlarını yok saymamıştır. Bu sebeple toplumcu gerçekçiliğe ait olan eserler bugün hala edebi niteliğini korumakta ve klasikler arasında yer almaktadır.