Kuşkusuz Ekim Devrimi ve onunla paralel olarak Sovyet Devleti ‘Yeni İnsanı’ yaratacaktı. İdealize edilmiş, belli kalıplara sokulmuş bir form olarak değil, özgürleşmiş ve her türden bağımlılık ilişkisinden kurtulmuş bir özne olarak ‘Yeni İnsan’. Bunun sanat alanında da, hatta belki de özellikle sanat alanında bir karşılığı olacaktı.
Nazi’ler Moskova’yı bombalamaya başladıktan iki saat sonra Stalin’in ilk yaptığı iş, Kızıl Ordu Korosu’nun şefini aramak ve ondan “Sovyet insanını ayağa kaldıracak” bir parça bestelemesini istemek oldu. Alexander Alexandrov besteledi bu parçayı: “Kutsal Savaş” olarak biliyoruz. Sahiden de insanı ayağa kaldıran, oturarak dinleyemeyeceğimiz bir beste… Ve çok geçmeden kentin her yerinde halk bu parçayı söylemeye, ıslıkla çalmaya başladı. Bir anlamda Nazi’leri bu müzikle def ettiler ülkelerinden.
Sovyet İktidarı’nın sanata verdiği önemi ve işlevi göstermesi bakımından önemli bir anekdot… Ancak biz şimdi II. Dünya Savaşı’ndan öncesine, Ekim Devrimi’nden hemen sonraya dönelim: Dedik ya, Yeni İnsan yaratılacaktı ve bu doğrultuda bir sanatın şekillenmesi gerekiyordu. Zira sanatın gelişimi hiçbir zaman toplumsal değişimlerden, tarihsel dönüşümlerden bağımsız olarak ele alınamaz. Dahası bu değişim ve dönüşümlerden bağımsız şekillenemez. Fransız İhtilali olmasa Balzac Köylüler adlı romanını, Charles Dickens, İki Şehrin Hikâyesi’ni yazamazdı. Picasso’nun Guernica tablosu İspanya İç Savaşı’ndan ayrı düşünülebilir mi? Cemal Süreyya’nın 555K şiirini Türkiye’nin 1960’lı yıllarındaki siyasi olaylardan yalıtarak ele almaya çalışalım haydi… Alamayız. Dolayısıyla, sanatın toplumsal ve tarihsel gelişmelerle şekillendiği ön kabulü ile hareket etmezsek doğru bir okuma yapma şansımız kalmaz.
İşte Sosyalist Gerçekçilik de bu bilinç ve bu gereklilik ile ortaya çıkmıştır. Büyük bir değişim yaşanmış, devrim her şeyi alt üst etmiş, kapitalizmin egemenliği koskoca bir coğrafyada yıkılmış, yerine işçi sınıfının, emekçilerin iktidarı kurulmuştur. Yeni bir çağ açılmıştır ve yeniçağın karmaşık evrimini yansıtan ve aynı zamanda Yeni İnsanın biçimlendirilmesinde pay almak isteyen sanatçıların eşi duyulmamış sorunlarla karşılaşmasına sebep olmuştur bu büyük değişim.
Ancak işin aslı Ekim Devrimi’nden önce de öyle ya da böyle sanat alanında sosyalizm ve gerçekçilik, ileri gelen yazarların dikkatini çekmeye başlamıştı. Emile Zola, Anatole France, Romain Rolland gibi yazarlar henüz on dokuzuncu yüzyılda, belki kendileri de bilincinde olmaksızın tarihin bu çağrısına ayak uydurmuşlardı. Oyun yazarı Henrik İbsen’in 1890 yılında söylediği şu sözler enteresandır:
“Yaşamımı insanın kişiliğini ve yazgısını dile getirmek işine adamış olduğuma kendim de şaşıyorum. Bir takım sorunları çözmeye çalışırken, bilinçsiz ve kararsız olarak, sosyal demokrat (o zamanlar sosyalistlere sosyal demokrat deniyordu-E.E) ahlak düşünürlerinin bilimsel araştırmalarda ulaştıkları aynı sonuca ben de vardım.”
İşin aslı bu etkilenim İbsen’e özgü değildi yalnızca. Edebiyat ve sanat alanındaki bütün büyük gerçekçiler insanlığın devasa toplumsal değişimlere doğru ilerleyişini belirli ölçülerde yansıttılar. Ve işin aslı – sonda söylenecek olanı başlarda söylemek adettendir – sosyalist gerçekçiliğin özü biraz da budur: insanlığın eşitliğe doğru ilerleyişini belirli ölçülerde yansıtmak ve biçimlendirmek.
Büyük bir sanat ve fakat özellikle edebiyat tutkunu olduğunu bildiğimiz Lenin, Sovyet ülkesinin içeriğine uygun bir sanat, üstelik de yepyeni bir sanat biçimlendirmesi gerektiğini sık sık tekrarladı. Büyük Sovyet şairi Mayakovski de, “Yeniyi, yeni sözlerle dile getirmeliyiz. Sanatta yeni bir biçim gereklidir” diyordu. Peki, ama bu yeni biçim ne olacaktı? Yeni edebiyat ve sanatın Ekim öncesi sanat geleneği karşısındaki yapısı ve tavrı ne olmalıydı? İlk yanıtlanması gereken sorular bunlardı…
Devrimden beş yıl sonra Kharkov tarafından Sanat Katafalkı adlı bir antoloji yayımlandı. “Burjuva” sanatının yok edilmesini önerenler, tüm sanatsal geleneği reddetmek konusunda kararlıydılar. Bu hususta şunu savunuyorlardı:
“Eğer proleter yazarların, yeni sanat ile eskisi arasındaki boşluğu kapatmak için çaba göstermediklerine üzülenler varsa, onlara şunu deriz: Böyle olması daha iyi, eski ile yeni arasında zincirleme bir bağlantıya gerek duymuyoruz”.
Bu mantıksız eğilime en güzel cevabı yine Lenin verdi: İşçi sınıfı kültürünün yaratılabilmesi için insanlığın gelişimiyle yaratılan tüm kültürü ve bu kültürün geçirdiği değişimleri iyice öğrenmek zorunda olunduğunu ve bu yapılmadığı sürece bu sorunu çözme olanaklarının olmadığını söyledi. Lenin, eski sanatın yok edilmesinden yana olanlarla alay etti ve “Salt eski diye gerçekten güzel olana sırt çevirmemeleri, bunu yeni gelişimler için bir çıkış noktası olarak almaları gerektiğini” belirtti.
Devrimden sonraki ilk yıllarda bu tür aşırı eğilimler mevcuttu: biz bu yıkıcı görüşlerin çok geçmeden gözden düştüğünü belirtmekle yetinelim…
Ancak bir anlatım biçimi olarak Gerçekçilik anlayışının yerleşmesi hemen gerçekleşmedi: devrimden hemen sonraki bir bildiride şöyle deniyordu:
“Empresyonizmi ve fütürizmi çağdaş sanatın en ileri biçimleri olarak görüyoruz. Empresyonizm sanatta, psikolojik-öznelin, fütürizm ise nesnel-kolektifin yansıtılması açısından önemlidir”. Ne var ki daha 1918’de, yani devrimden bir yıl sonra dahi edebiyatın gelecekte tutacağı yolun gerçekçilik olacağı şekillenmeye başlamıştı. “Romantik gerçekçilik”, “Yeni gerçekçi okul”, “Anıtsal gerçekçilik”, “Proleter sanatı gerçekçiliği” gibi tanımlamalar, Sovyet devrimci edebiyatının gerçekçi arayışlarını vurguluyordu. Bu noktada belirtmek gerekir ki gerçekçilik, batılı kaynakların belirttiği gibi kuramcıların, hele hele “Parti komiserleri”nin dayattığı bir yön değil, devrimin özgürlüğe kavuşturduğu emekçilerin gereksinimlerinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Kuramdan çıkılıp eserler oluşturulmadı; eserler, kuramı belirledi.
Gerçekçilik, sanatsal imgelerdeki yeni yöntemlerle, sosyo-tarihsel sürecin toplum yaşamında ve halkın bilincindeki ülkünün gerçekleşmesiyle zenginleşti. Maksim Gorki’nin sosyalist gerçekçiliğin edebiyattaki temel ilkelerden birini yansıtan, “Sosyalist gerçekçiliğin öteki ödevi de eşitlikçi, özgürlükçü, sosyalist fikirlere karşı çıkan veya bunların karşısında duran her şeyi eleştirmektir” sözleri de yeni edebiyatın nirengi noktalarından birini özetliyordu aslında.
***
Marksizmin, insanı, tarihe müdahale edebilen, tarihi değiştirebilen bir varlık olarak ele alması, insanlığın psikolojisinde büyük ve geri dönülmez bir değişime yol açtı. İnsanlar tarih karşısında bir tür iyimserlik ve güç kazandılar. Sosyalist gerçekçiliğin temeli biraz da bu iyimserlikte (ama ütopyacılık ya da romantizm değil!) yatmaktadır.
Ancak insanlık neredeyse kendi sonunu getirebilecek bir hale gelmişken bu tutum, içine kapanık, dar bir estetizm, gerçekdışı bir iyimserlik olarak mı algılanmalıdır? Yani sosyalist gerçekçilik, karikatürize ederek söyleyecek olursak, sağa sola çiçek böcek mi dağıtmalıdır? Sosyalist gerçekçilik olumsuz olanı, felaketi getirecek olanı gösterir, bunun karşısında olumlu olanı-elbette buradaki olumlu ve olumsuz kavramları mutlak değildir- da gösterir. Ancak en önemli özelliği en yalınkat haliyle olumlu-olumsuz çatışmasından bir sonuca, bir çıkışa ulaşılmasıdır. Aslında modernist mantığın, dramatik yapının temelinde de bu vardır.
“Hiç kuşkusuz” der Parkhomenko ve Myasnikov, “sanatın insana haz ve neşe vermesi gereklidir. Ne var ki bu, iradeyi güçsüzleştiren biçimde Epikürcü bir haz olmamalı; insanlara güzeli sevmeyi, güzel adına savaşmayı ve yeryüzündeki güzellikleri çoğaltmayı öğreten bir haz olmalıdır. Sanatı zenginleştirebilecek ve insanın sanata saygısını pekiştirecek bu tutum, çağdaş sanatın yaygın programıdır.”
Bir yandan gerçekçilik, bir yandan iyimserlik… Gerçek olamayacak kadar saçmalaşan bir dünyada gerçekçilik, kötülüklerle dolu bir dünyada iyimserlik… Kafa karıştıran bir durum. Ancak Gorki 1927 yılında dile getirdiği sözlerle bazı şeyleri açıklığa kavuşturuyor: sanatçının, doğalcılar gibi gerçeğin içinde kaybolmaması ve modernistler gibi gerçekten kopmaması gerektiğini, gerçeğin üstüne çıkmak, gerçeğin efendisi olmak zorunda bulunduğunu belirtiyordu. Dolayısıyla sanat, sanatçının doğadaki ve yaşamdaki gerçekliği olduğu gibi yansıttığı(ki doğalcılar bunu savunuyordu) bir uğraş değildir. Yine Parkhomenko ve Myasnikov,
“Sanat çoğu kez aynaya benzetilir. (…) Ayna, karşısında duran nesneleri donuk biçimde yansıtmaktan öte bir şey yapmaz, oysa sanat gerçeğin özüne doğru inebilmek için gerçeği seçer, çözümler ve yeniden biçimlendirir” sözleriyle gerçekçilik ve iyimserlik arasındaki bağı açıklıyorlar. Sosyalist gerçekçi sanat, salt gerçeğin ortaya çıkmasıyla kısıtlanmaz; gerçeği kanıtlar ve en önemlisi yaşama egemen olmasını sağlar. On dokuzuncu yüzyılın büyük Rus yazarı Çernişevski sanatın amaçlarından söz ederken şöyle diyordu:
“Yaşamın yansıtılması sanatın genel niteliklerinden biridir ve özünü oluşturur; ancak, sanat yapıtlarının bir işlevi daha vardır ki o da yaşamı açıklamaktır. Çoğunlukla sanat yapıtları yaşam olguları üzerinde yargıya varırlar”.
Sosyalist gerçekçilik, kanıtlayıcı, ileri sürücü, eleştirici ve çözümleyici ilkeleri birbiriyle kaynaştırarak, bu ilkelerden herhangi birini ötekilerden öne çıkarmanın yöntemi sakatlayacağı sonucuna varır. Sosyalist gerçekçilik, özgürlüğü içi boş bir çuvala ya da dar kalıplara indirgemez; ya çuvalı doldurur ya da kalıpları geliştirir. Sovyet Yazarlar Birliği’nin kurallarındaki bir maddede de belirtildiği gibi:
“Yazarlara biçim ve öz açısından yaratıcı özgürlük ve inisiyatiflerini kullanmak, kişisel yeteneklerini ortaya koymak fırsatını verir, sanatsal anlatımların çeşitliliği ve zenginliklerini öngörür, sanatın bütün dallarındaki yenilikleri yüceltir.”
Özetle sosyalist gerçekçilik, sanat yapıtının doğadaki gerçekliği yansıttığının bilinciyle ve öte yandan doğanın özünde değişim ilkesinin yattığının farkında olarak doğadaki gerçekliğin, doğanın özündeki değişim ilkesiyle bütünleşmesine olanak sağlar. Bu yanıyla sosyalist gerçekçilik, hiçbir akımın olamayacağı kadar doğaya bağlıdır. Ve zaten gücünü de tam olarak buradan almaktadır.
Kaynaklar
Sanatta Sosyalist Gerçekçilik, Yeni Dünya Yayınevi, 1976, İstanbul
Şolohov, Mihail, Yazarın Sorumluluğu, De Yayınevi, 1983, İstanbul
Görsel: Genç Çelik İşçileri (1961) – İvan Bevzenko