En korktuğum şeydir; yazardan soğumak!
Peki, neden soğur insan yazardan?
Uyuşmamıştır fikirleri, kişi kendinden bir şeyler bulamamıştır yazarda, anlayamamıştır yazarı ve yazdıklarını… Belki de sadece üsluptur mesele!
Ben Platon’dan soğudum mesela. Zor değil onu anlamak ama yazılanları bütünleştiremedim bir türlü, bütünleştiremediğim için de içselleştiremedim. Belki de yaratısı olana göre –Sokrates– daha sığ geldi. Belki de sadece zamansız okudum Platon’u. Hamdi Koç’un Shakespeare’i konu aldığı bir yazısında söylediği gibi; “Yaşlanacağımı bilsem gençlik yıllarımda okuyabildiğim her kitabı okumaya kalkmazdım. Bazı kitaplar hiç dokunulmadan ileriki yaşlara saklanmalı.”* İşte bu yüzden belki de zamansız okudum Platon’u.
Ve şimdi aynısı Nietzsche için de olmasın diye “Acaba nasıl okumalıyım?”, “Nereden başlamalıyım?”, “Nietzsche okumanın zamanı mı?” diye pek çok soru oluştu kafamda. Bir süre sonra Ecce Homo’yu keşfettim. Nietzsche, kendi kendisini yorumluyordu! Kitaplarını nasıl, ne zaman, nerede yazdığını açıklıyordu! Bu kitabı okurken Nietzsche ile ilgili beyhude bilinen çok şey öğrendim. Örneğin, çok sık kendisini övüyor. Başka bir yazar bunu yapsa hoşuma gitmeyecek, soğuyacağım, gerileceğim… Ama Nietzsche’de bu olmuyor. Gerçi daha öğrencilik zamanlarında sadece yazıları temel alınarak başka hiçbir koşul aranmadan profesörlük unvanı verilen bir insanın -bunu da Ecce Homo’da öğrendim- kendisini övmesinin itici gelmemesi normal. Övgüyü hak eden başka bir özelliği ise bu kadar değerli eserlerin nasıl bu kadar kısa sürelerde ortaya çıktığı..? Örneğin, Böyle Söyledi Zerdüşt on sekiz ayda ortaya çıkmış. İnsanca, Pek İnsanca bir yıldan az bir sürede, Tan Kızıllığı ise sadece bir sonbaharda ortaya çıkmış. Putların Alacakaranlığı için Nietzsche belli bir süre vermiyor ama şöyle bir cümle kuruyor; “Söylemekten utanacağım kadar az günde ortaya çıkmış bu yapıt…”** Bu cümlede ‘az günde’nin altını çizmek isterim. Belki de bir ay bile sürmedi bu eser, belki de bir hafta bile sürmedi…
Kitabın son sayfasına kadar Nietzsche’ye olan hayranlığım giderek arttı ve kitabın son sayfasında okuduğum şu cümlelerden sonra doruk noktasına ulaştı;
“Var olan biricik dünyayı değersizleştirmek için ‘öbür dünya’, ‘hakiki dünya’ kavramları uydurulmuştur, hiçbir hedefi, hiçbir aklı, hiçbir görevi bizim yeryüzü gerçekçiliğimize bırakmamak için!
Bedeni hor görmek, onu hasta -kutsal- kılmak, beslenme, barınma, tinsel perhiz, hasta tedavisi, temizlik, hava koşulları gibi yaşamda ciddiyeti hak eden tüm şeylere ürpertici bir ciddiyetsizlikle yaklaşmak için ‘ruh’, ‘tin’, hatta son olarak ‘ölümsüz ruh’ kavramları uydurulmuştur.
Sağlık yerine ‘ruh selameti’ yani tövbe sancısı ile selamet histerisi arasında bir döngüsel delilik olan ‘günah’ kavramı uydurulmuştur.
Bencil olmayan, kendini yadsıyan kavramında asıl dekadans alameti, zararlı olanın çekimine kapılmış olmak, kendi yararını artık bulamamak, kendini yıkmak için asıl değer simgesi, ‘ödev’, ‘kutsallık’, insandaki ‘tanrısallık’ yapılmıştır.
Seçilim yasası çiğnenmiş, gururlu ve gelişkin, evet diyen, geleceğin bilicinde olan, geleceğin güvencesi olan insana karşı koymak ideal haline getirilmiştir. Kötü denmiştir bundan böyle bu insana ve tüm bunların ahlak olduğuna inanılmıştır.”***
Bu kitabın kuşkulu olan herkesi Nietzsche’ye ve eserlerine ısıtabileceğini -beni olduğu gibi- düşünüyorum. Fikrimce Nietzsche okunmaya bu kitaptan başlanmalı.
Sanatla kalın…
Selçuk Korkmaz
*Tuhaf Dergisi, Shakespeare Dosyalı Temmuz Sayısı
**Ecce Homo, “Putların Alacakaranlığı” s.99, İş Bankası Kültür Yayınları
***Ecce Homo, “Neden Bir Yazgıyım Ben”, s.120, İş Bankası Kültür Yayınları