Cem Yılmaz filmografisini bir sanat akımıyla, siyasi bir temel ya da bir ideolojiyle çözümlemeye kalkmak, zorlama ve beyhude olacaktır. Yılmaz filmleri, onun toplumun kalbindeki yeriyle, yani tam ortada açıklanır ve çözümlemeleri yine kendi örnekleriyle karşılaştırılarak gerçekleşir. Arif v 216 filminin eleştirisine geçmeden önce, Yılmaz’ın filmografisine ve komedi üslubuna kısaca bir göz atmak, nereden nereye gelindiğini anlamak için yararlı olacaktır.
Yılmaz’ın, kuvvetli ve tecrübeli bir yönetmenin şemsiyesi altında, daha katmanlı ve yaratıcı bir oyunculuk sergilediği ve filmlerinin ‘daha akılda kalan’ işler olmasında bu ayrım çok önemli. Zira bu filmler sanat ürünü olarak addedilebilecek ve Türk sineması diline sahip, ilerlediği çizgide bir devinim yaratabilecek eserler olarak ele alınabilecektir.
Yönetmenliğini Ömer Vargı‘nın yaptığı, Cem Yılmaz’ın da oyuncu ve senarist olarak dâhil olduğu Her Şey Çok Güzel Olacak adlı ilk filmiyle başlayalım. Filmde, Altan karakteriyle, zeki, fırlama, uyanık, ama iyi kalpli bir Cem Yılmaz görüyoruz. Yılmaz’ın aynı dönemlerde stand-uplarında gördüğümüz ve izleyen herkesin benimsediği, toplumla iç içe üslubu, saflığı ve doğallığı, filmin her karesinde kendini göstermiş. Yılmaz’ın oyunculuğuna çekim teknikleri ve doğal ışık kullanımıyla Vargı’nın tarzı eklenince, Yeni Türk Sineması olarak adlandırılan toplam adına ortaya kült bir eser çıkmıştır. Her Şey Çok Güzel Olacak, gerek sinematografisi, gerek çekimleri, sahne ve dekor kullanımıyla, kıyıda köşede kalmış ve değeri yıllar sonra ortaya çıkmış bir filmdir. Bu filmde, Yılmaz’ın hayat tarzının ve toplumsal konumunun önemi kuşkusuz çok büyüktür. Cemiyet hayatının dışındaki Yılmaz, bulunduğu şartları senaryosuna ve oynadığı oyuna iyi yedirmiştir. Yılmaz bir daha böyle bir film senaryosuna daha imza atar mı, ya da günümüzdeki tarzı buna el verir mi? Umut ve kuşkuyu bir arada hissetmek yanıtı da belirsizleştiriyor.
Yılmaz’ın usta oyunculuğu, kendisine verilen bir tipi dahi karaktere çevirebilecek nitelikte, burası kesin. Yoktan var edebilen, yaratıcı zekâsıyla bir orta oyuncusu gibi, eline geçen her şeyden bir mizah unsuru ortaya çıkarabiliyor. Tek tek oynadığı yan rollerde bu yetenek gün gibi ortada.
En güzide örnek olarak, Vizontele‘deki müteahit Fikri karakteri, üzerinden geçen onca yıla rağmen diyalogları ve tavrıyla, daha dün izlenmiş gibi gözümüzün önüne gelebiliyor. Bu kısımda, altı ısrarla vurgulanması gereken nokta ise, Ömer Faruk Sorak‘ın disiplini ve kimin ne iş yapacağını ve bu işi nasıl yapacağını belirleyen tecrübesi. Bu filmde ayrıca oyuncu yönetmeniyle birlikte, oyuncuların provalarına ve her kelimenin vurgusuna tek tek dikkat edilmiş, doğal akış korunmuş.
Cem Yılmaz’ın oyunculuğunun önemli bir diğer göstergesi ise, Organize İşler’de, filmin senaryosunu yazan ve yönetmenliğini yapan Yılmaz Erdoğan‘ın, Müslüm Duralmaz karakterini başarıyla inşa etmesi ve oluşturduğu iskeletin, Cem Yılmaz’ın yeteneğiyle muazzam bir şekilde ete kemiğe bürünmesidir. İşini seven ve saygı duyan bir oyuncu olarak oynayacağı karaktere yepyeni bir şekil vererek, klasik Türk mafya babası ve kötü adamının ötesine geçip yepyeni bir kötü adam yaratarak, yıllar boyu sinemamızda önemli karşı karakter olarak anılacak Müslüm Duralmaz’ı yaratmıştır. Cem Yılmaz’ın bu role düşünülmesi, oyuncu seçiminin Erdoğan tarafından nasıl titiz bir şekilde yapıldığının en büyük göstergesi olsa da, yine Erdoğan’ın bu ustalığını ilerleyen zamanlarda hangi yanlış seçimlerle yaraladığı ise ayrı bir tartışma konusudur.
Deneyimi ve yönetmen koltuğuna olan sevgisi günden güne artan Yılmaz, 2006’da bu hayalini gerçekleştirmeye çok yaklaşır. Hokkabaz‘ı Ali Taner Baltacı ile birlikte yönetirlerken senaryoyu da Yılmaz kaleme almıştır. Bu noktada sete ve idareye hâkim ancak kamera ve sinematografide yine de tam manasıyla dizgini ele almadığını görürüz. Çünkü renk ve planlar, pek de Yılmaz’ın işi gibi gözükmemektedir. Oyuncu seçimiyle idaresi ise isabetlidir. Yılmaz’ın Hokkabaz‘daki oyunu, yeni bir karakter oluşturma ve bunu üst düzeyde oynama becerisini zirveye taşıdığının somut bir örneği. Tek başına icra ettiği sahne gösterilerinin kalitesinde, değme tiyatroculara taş çıkartacak bir yaratıcılık örneği. Tat ve dokusu itibariyle, Her Şey Çok Güzel Olacak ayarında bir film. Sinemasal olarak da ona en yakını ve bu yüzden yine benzer sözleri yinelemek gerekiyor: Türk Sineması’nda bir mihenk taşı!
Hokkabaz‘daki karakter ve tipler, özellikle de İskender, Yılmaz’ın coğrafyaya ne kadar hâkim olduğunun, her bir karakteri diyaloglar eşliğinde inşa etmek için gereken bir bilgi birikimi olduğunun ispatı. Yaratıcı diyaloglar, yeni bir sinematik evren yaratma konusundaki başarısı, Yılmaz’ın yalnızca sahnede değil, beyazperde de başarılı olabileceğinin bir işareti olan Hokkabaz, her ne kadar büyük bir gişe başarısı yakalayamasa da, sinema tarihimizde kendisine önemli bir yer edinebilecek bir seviyede olduğu söylenebilir. Bu noktadan sonra, Yılmaz’ın sinemada aslolan yeri ve tarzı tartışılmaktadır.
Cem Yılmaz’ın 1995’ten bu yana üzerinde durduğu “Türkler Uzayda” konsepti, 2004 yılında beyazperdede can bulur ve G.O.R.A seyirciyle buluşur. Komutan Logar, Tihulu, 216, Garavel, Rendroy, Erşan Kuneri, Bob Marley Faruk, Kuna, Ceku gibi karakterler yaratan Yılmaz, öyle bir dünya yaratmıştır ki her karaktere ayrı film çekilse, izleyici yine de fazlasını isteyecektir. Ömer Faruk Sorak yönetmenliğinde çekilen G.O.R.A‘da Yılmaz, Arif karakterini canlandırır. Üçkâğıtçı, uyanık bir Türk esnafını canlandıran Arif, filmin en önemli uzvudur. Hikâye tamamen Arif’in etrafında dönüyor gibi gözükse de, her karakterin bir dünyası vardır ve bu dünyaların uzantıları beyazperdeden taşmaktadır. Seyirciyi gerçekten bu karakterlerin var olduğuna inandıran Yılmaz, karakter – izleyici arasındaki kuvvetli bağı bir an bile kopartmaz. Diyaloglar başkarakteri yıldızlaştırmak için değil, başkarakterin dünyasını zenginleştirmek ve filmi bir bütün halinde yıldız galaksisinin içinde vermek için yazılmış gibidir.
G.O.R.A, 2001: Uzay Macerası’ndan Yıldız Savaşları’na, Daniken‘den Matrix‘e ve Beşinci Element’e kadar onlarca filme ve kitaba göndermelerle doludur. Fakat altını ısrarla çizmek istediğimiz nokta şudur ki bu göndermeler başıboş selamlar değil, içi dolu, her biri için ayrı ayrı oluşturulmuş sahnelerle ve diyaloglarla sağlanır. İzleyici, yıllar sonra bile filmden yeni bir anlam çıkartabilir.
Yaratılan her karakter, şahsına münhasır bir kostümle, özel bir ses tonuyla, tavırla ve üslupla hazırlanmıştır. G.O.R.A, bir Türk’ün başından geçen uzay macerası olarak ele alınamayacak kadar katmanlı, kendinden sonraki Türk bilim kurgu filmlerine ışık olacak kadar özgün bir hikayedir.
Arif karakteri Yılmaz’ın da özellikle vurguladığı üzere, Sadri Alışık‘ın Turist Ömer tiplemesinin modern bir görünümüdür. Turist Ömer Uzay Yolunda ile, o güne değin hayal edilmiş en iyi Türk bilim kurgu filminin zirvesi, Cem Yılmaz’ın G.O.R.A‘sı ile belirlenir.
Başta söylediğim, yönetmen sinemasında Cem Yılmaz farkı, burada da oyunculuk olarak kendini belli eder. Senaryosunda bütün karakterleri ilmek ilmek işleyerek onlara hayat suyu veren Yılmaz, başyapıtını sinemamıza armağan eder.
Hokkabaz filminin üstünden iki yıl geçtikten sonra, 2008’de Cem Yılmaz’ı ve Arif karakterini, A.R.O.G ile görürüz. Bu filmde de Ali Taner Baltacı ile çalışan Yılmaz, ”filmi bir dünya yaratmak yerine gişe yakalamak için çekmiş” dememize sebep olmaktadır. Yılmaz’ın oyuncu seçimlerindeki değişimi ve yönetimi de bu film ile ortaya çıkar. Scorsese, Godard, Tarantino, Polanski gibi auteur yönetmenlerin aynı oyuncuları kullandıkları filmlere benzer olarak, Yılmaz’da 2008’den itibaren aynı oyuncularla iş yapmaya yönelmiş, tarzını ve üslubunu bu bakımdan da değiştirmiştir. Nil Karaibrahimgil‘in tutuk ve yapmacık oyunculuğu, Kaya ve Cuhara karakterlerinin yersiz ve ani çıkışları, filmin tamamen Arif’in kollarına bırakılması, iddiamızın somut örneklerindendir.
A.R.O.G, sinemamızda efekt kullanımının hangi noktalara ulaşabileceğini görmek bakımından oldukça önemli bir noktadır. Jurassic Park temalı çekimler, dinazorların yaratımı, bunların miksajı, şu an bile ülkemiz için en iyisi diyebileceğimiz bir noktadadır. Çekim tekniklerinin iyileştiği oranda ise, Yılmaz’ın karakter yaratmadaki yeteneğinin de o kadar azaldığını görürüz. Bugün bile kafadan sayabildiğimiz G.O.R.A karakterlerinin kıyısından bile geçmemektedir. Yılmaz da bunun bilincinde olacak ki, sonraki bütün filmlerinde hep G.O.R.A‘ya göndermelerde bulunur.
2010’da, bu karakter yaratımı krizi, Zafer Algöz‘ün canlandırdığı Şerif Lloyd ile çözülür. Usta tiyatrocu, adeta kendisi için yaratılmış bu rolü öyle bir canlandırır ki, “Türkler Vahşi Batı”da gibi uğraş gerektiren bir fikri neredeyse harcanmaktan kurtarır.
Yahşi Batı‘da yönetmen koltuğuna tekrar Ömer Faruk Sorak oturur. Her filminde farklı bir kadın oyuncu tercih eden Yılmaz, bu filmde Demet Evgar‘ı Susan van Dyke rolüne layık görür. Yılmaz ise Aziz Vefa rolündedir ve A.R.O.G‘da üzerine filmin yükü binen ve bu neticede başkalaşan Arif karakterinin akıbetine uğramaz. Zira Yahşi Batı‘da Aziz Vefa’nın etrafı yaratıcı, tıpkı G.O.R.A‘daki gibi kendi dünyaları olan orjinal karakterlerle sarılıdır. Film, tek bir karakterin etrafında dönmez. Filmin final bölümü sebep – sonuç ilişkisine dayanılarak verilir, izleyici filmden kopmadan, tempoya ayak uydurarak filmden çıkar. Yahşi Batı’da, sinemasal bir evren vardır ve bu evrenin tüm gerekleri yerine getirilir.
Yılmaz, tam manasıyla yönetmenlik koltuğuna oturduğu Pek Yakında ile Ali Baba ve 7 Cüceler filmleriyle, sinematografik olarak, bir filmin altından tam manasıyla kalkamayacağını göstermiştir. G.O.R.A‘dan bugüne Yılmaz’ın sevdası Yeşilçam ve nostalji sevgisi, yönetmen koltuğunda oturduğu filmleri tek başına kurtarmaya yetmemektedir. Oyuncu seçimlerinde artık iyiden kötüye doğru bir grafik çizen Yılmaz, Tülin Özen‘in oynayamadığı Arzu karakteri ile bu işte kötüye doğru gittiğinin altına imzasını atmıştır.
Cem Yılmaz filmleri, seyirci gözünde Her Şey Çok Güzel Olacak, Hokkabaz, Pek Yakında ve G.O.R.A, A.R.O.G ve Arif v 216 filmleriyle tarz olarak ikiye ayrılır. Bu filmler, yönetmen ve senaryo etkisi gibi faktörlerle başkalaşır. Cem Yılmaz Sineması demek için, bu kavramın içini doldurmak için değirmene çok su taşınacak demektir.
Yazımızın ana konusu olan Arif v 216 filmini anlamak için, Cem Yılmaz’ın bugüne dek dokunduğu tüm filmleri görmek, anlamak ve izlemek gerekir. Zira Yılmaz, filmlerinde tek bir film olarak eserini vermez, içinde, entelektüel olarak belli bir çıta gerektiren ve anlama kabiliyetine sahip kişiler tarafından özümsenecek veriler sunar. Bu nedenle, Arif v 216, öncülleri olan G.O.R.A ve A.R.O.G filmlerini ve peşi sıra gelen üslup değişimlerini kavramadan anlaşılamaz. Bu farkındalığı yakalamak için, kapsamlı bir araştırma yapmak ve sonucu biçimsel ve kuramsal yönleri ele alarak tartışmak gerekmektedir.
Arif v 216 filmine olmamış demek, dunning-kruger etkisi altında kalan kişilerin saldırılarına maruz kalmayı da beraberinde getirecektir. Bu gibi bir eleştiri, filmi beğenmeyen bir seyircinin başka filmlerin taraftarı olmakla suçlanmasına yol açacaktır. Oysa lümpen bir ağız geride bırakılarak, Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmelidir.
Filmde Yılmaz, iddialarımızı desteklercesine yönetmen koltuğunu Kıvanç Baruönü‘ne teslim eder. Fakat bu isabetli bir seçim midir bilinmez, çünkü yönetmen Görümce, Kocan Kadar Konuş gibi filmlerle tanınmaktadır, bu denli değerli bir fikrin altından kalkıp kalkamayacağı meçhuldür. Belki de Cem Yılmaz, yönetmeni de yönetebileceği bir sisteme geçmiştir, bilinmemektedir.
Film, 216’nın dünyaya dönmesini ve insan olmak istemesini, zamanda yolculuk konseptine oturtur. Bu ana fikir olarak Geleceğe Dönüş denemesi güzel gibi gözükse de, iş pratiğe geldiğinde, bir şeylerin eksik olduğu ortadadır. Arif karakteri, A.R.O.G‘tan beri fiziksel değişimin yanında, karakteristik olarak da değişime uğramış, daha naif, daha uysal bir kişiliğe dönmüştür. Hazır cevaplığıyla ve uyanıklığıyla başlayan yolculuğu, gittikçe sıradanlaşmaya, başından bir takım olaylar geçen klasik Türk tipine dönmüştür. Film, A.R.O.G‘taki gibi tamamen Arif’in etrafında dönmese de, etrafında dönecek bir yan karakter de bulamamaktadır. Garavel hikâyede kendine etkili bir köşe bulamamış, Arif gibi yumuşamış, asabiliğini yitirerek olgun bir karakter görünümü çizmektedir. G.O.R.A filminin temelleri ve dinamikleri esas alınarak çekilen bir yeni filmde, G.O.R.A‘daki karakterleri beklemek izleyicinin hakkıdır ve bunu ”üzerinden çok zaman geçti, herkes değişti” gibi bir söylemle kabul etmek yanlıştır. 216’nın sesi neden değiştirilmiştir, kıvrak zekâsı niçin uysal bir kediye dönüşmüştür, dünyaya dört kişi dönen ekipte Bob Marley Faruk nerededir, ne olmuştur gibi soruları sormak doğaldır.
Yılmaz, Arif v 216‘da nostaljiye olan sevgisini ve Yeşilçam hayranlığını, tek tek ünlü simaları canlandırarak göstermiş, çok güldürmüş ve yeri geldiğinde hüzne boğmuştur. 1969 yıllarının ve distopik 2017 ortamının çok iyi hazırlandığı aşikârdır. Fakat eleştirimin tam göbeğindeki karakter yaratım sorunu bu filmde arşa ulaşmıştır. Filmde artık iki ana karakter vardır, G.O.R.A‘daki yan karakter 216, burada ana oyuncudur. Filmin afişlerinde de gördüğümüz gibi, ana karakterler arasından fışkıran Pembe Şeker rolündeki Seda Bakan, Cem Yılmaz tarzının ne ölçüde değiştini ispatlamıştır. Kör oyuncuyu oynayamayan Yeşilçam aktrislerine iyi bir gönderme olsa da, yaratılan evrende fazlasıyla sırıtmaktadır. Göndermelerin kalitesi tepe noktadadır, tartışmaya açık değildir. Ardı ardına sıralanan diyalogların seyirciyi ne denli etkilediği ve mizahi zekânın seviyesi ortadadır. Oysa suyun üstünde görünenlere aldanarak derinleri kaçırırsak, kara ulaşılamaz bir noktaya gelecektir.
Sinemada gönderme yapmak, başta söylediğim üzere, bir sanat ortaya koymak değildir. Gönderme, gizli olmalı ve gediğine oturmalıdır. Bir sahne, gönderme için yaratılmamalıdır, aksine, özgün bir üretim olarak ortaya konan sahne, göndermeyle beslenmelidir. Cem Yılmaz filmlerinden beklenen de tam olarak budur. Filmin akışına ve temposuna ayak uyduran izleyici, anlatının ve komedinin üst noktalığına tutularak bu noktayı kaçırmakta, bu nedenle de Yılmaz’ın bu noktadaki eksiği göz ardı edilmektedir.
Yılmaz’ın sinematografisindeki düşüş, Arif v 216‘da kurgunun ve efektlerin basitliğiyle de gözümüze çarpmaktadır. Filmin gelişme ve sonuç bölümlerinde uzatılan sahneler ki ipucu vermemek adına bu noktaları detaylandıramıyorum, emek verilmediği hissini uyandırmaktadır.
Bu filmin, auteur bir yönetmen kullanılarak çekilmesi, Yılmaz’ın ise hikayeyi nostalji trenine bindirmek yerine karakter yaratımına ağırlık vermesi ve yeni bir evren oluşturmak için çabalaması, bugün bizim G.O.R.A kadar iyi bir film ile karşılaşmamızı sağlayabilirdi. Zira CemYılmaz, günümüzde kendisinden başka bir komedyenle, eserleriyse başka komedi filmleriyle karşılanamaz. Roma İç Savaşı’ndaki gibi, aslan, aslanla mücadele etmelidir.