Doğadan koptuğumuz söylense de esas olarak bu mümkün mü? Kültürlerinde yaban hayatının büyük yer kapladığı eski uygarlıklarla, günümüzde doğa temalı sanat eserleri yapanlar, insanoğlunun yolculuğunun her zaman doğayla iç içe olduğunun kanıtı değil mi? Kuş gözlemi yapanlar ile büyük şehirlerdeki kibrit kutusu kadar balkonlarını ormana dönüştürenler birbirinden ne kadar uzak?
Azizm Sanat Örgütü olarak bu mesafenin zannedildiğinden kısa olduğunu düşünerek, bu düşüncenin yarattığı umutla “Dirimbilim Günlüğü” köşesini açmaya karar verdik.
Özellikle bugünlerde doğayla ilgili birçok olumsuz haber okuyor ve haklı olarak kaygılanıyoruz. Oysa insanın da parçası olduğu doğa, bir yaşam şenliği. Biyoloji kelimesinin öz Türkçesi de zaten bunu yansıtıyor; “dirimbilim”. “Dirim” yaşam demek. “Dirim” kelimesinin doğanın içindeki müziğe ve şiire de göz kırpan bir kelime olduğunu düşünüyoruz.
Dirimbilim Günlüğü’nün herkesin katkısıyla oluşmasını arzuluyoruz. Günlüğümüzde yer almak için yer ve tarih bilgisiyle bize gözlem ve düşüncelerinizi aktarabilirsiniz. Notlarınıza fotoğraf, çizim, video da ekleyebilirsiniz. Köşemiz her yaştan doğa tutkununa açık. Notlarınız gerektiği kadar uzun, mümkün olduğunca kısa olursa ne güzel olur. Günlüğümüz aracılığıyla, birbirinden uzak şehirlerden, ülkelerden gelecek notlarla doğanın hem heyecan verici hem de bizi eyleme çağıran öykülerini birbirimize anlatacağımızı umuyoruz.
Bizi birleştireceğini, yaban hayata olan sevgimizle güç birliği yapmamızı sağlayacağını umduğumuz günlüğümüze katkılarınızı bekliyoruz. Notlarınızı, her hafta Cuma akşamına kadar dirimbilimgunlugu@gmail.com adresinden yayın kurulumuza gönderebilirsiniz
***
18 Ocak 2018
Selçuk
Bugün yolda ezilmiş bir kurbağa gördüm. Uzun süredir, çocukken sokakta ne çok ezilmiş kurbağa ölüsü gördüğümüzü düşünüyorum. Artık görmediğimizi. Bir sene kadar önce Erzurum’da gördüğümden sonra ikinci ezilmiş kurbağa görüşüm oldu bu.
Dirimbilim günlüğüne ölümle başlamak pek hoş değil gibi geldi önce, ancak sonra fikrimi değiştirdim. Pek hoş olmasa da bu örnek ölümün ancak yaşamla var olduğunun kanıtı. Kurbağa ölülerinin aklıma düşme nedeni de zaten onların yaşamıyla ilgili değil miydi? Çocukluk sokaklarında artık nerdeyse hiç kurbağa ölüsü görmeyişim, onların artık civarda pek yaşa(ya)madıklarının göstergesi değil mi? Kurbağalar yaşam alanlarıyla birlikte azalıyor, yok ediliyor.
30-35 sene önce memleketim Burhaniye sokaklarında oynarken etrafta bu kadar çok bina yoktu. Kimisi sulak, ne çok, ne çok boş arazi vardı. Boyumuza yakın türlü bitkilerle dolu boş bir alanda bir bakkal açılmıştı. Ankara Bakkalı. Bakkalın olduğu kısımla bizim evleri ayıran, arabaların işlediği bir yol vardı. Bakkala gitmek büyük bir maceraydı bizler için. Artık çok nadir gördüğüm pisi pisi başaklarıyla da oralarda tanışmıştım.
30 yıl ne demek ki? Ne kadar kısa bir sürede her yer ev doldu. Gençlik yıllarında, Pelitköy taraflarında tepelere tırmandığımızda tilki ailesi görmüştük bir seferinde. Şimdi oralar da ev doldu. Kukumavların (bir tür baykuş) azaldığının en çarpıcı göstergelerinden biri ise eskiden sık sık duyduğumuz çığlıklarını artık nadiren duymamız. Bunlar yalnızca birkaç örnek. “yaşam alanı kaybı” pek çok canlı türünün karşı karşıya olduğu en büyük tehditlerden birisi. Hızlı yapılaşma onların sayılarının azalmasına ve hatta yok olmasına neden oluyor. Çocukluk anılarımızın da geride kalmasına…
Çocukken iribaşları kovalara doldurur incelerdik. Babaannemin evinin hemen önündeki, yeşil dikenlerle dolu minik sulak alanımızda… Belki de iribaşların kurbağaya dönüşme hikâyesinin ipuçlarını arıyorduk. Tam da bu noktada bir oyun parkı var şimdi. Sokaklarda azalan çocuklar şimdi buradalar. Anne ve babalar düşerler ya da kavga ederler kaygısıyla çocuklarını çevreliyor. Kimi zaman kıyıda bekleşen anne babaların gövdelerinden bir tür çit oluşuyor parkın çevresinde. Acaba bu çocukların kaçı iribaş gördü ya da görecek? Belgeseller ve çocuk dergilerinin sayfaları dışında…
Ne zamandır iribaş da görmemiştim. Geçen sene Burhaniye’nin İskele mahallesinde, denize dökülen bir derenin ucunda kocaman bir sürü görünce çocuklar gibi sevindim. İşte, geleceğin tamamen yok edilmediğini gösteren capcanlı kurbağacıklardı onlar! Fotoğraflarını çekmeye çalıştığımda, özellikle gölgem üzerlerine düştüğünde çil yavrusu gibi kaçıştılar.
Bugün bir kurbağa ölüsü gördüğüm Selçuk’ta kukumav sesini daha çok duyuyoruz. Geçen baharda göçmen alaca baykuşların sesinin duyulmasına da çok sevindik. Sokaklarda sansargiller koşuşuyor; yavru yılanlar şehir merkezinde telaşla insanlardan kaçışıyor. Ve sokakta karton kutularla, çamurlarla oynayan çocuklar var. Deniz kıyısında olmayan, bir nedenle yapılaşmanın etkisinin görece daha az görüldüğü böyle yerler bir anlamda geçmişe açılan kapı. Bizlere geçmişten ders alma, geç olmadan yapılaşmanın karşısına geçme uyarısı sunan yerler…
Erzurum’da oturan kız kardeşim Özge’nin evinin civarında sık sık tilki görülüyor. Bir gün yürürken 2 tilkiyle karşılaştık. Birkaç adım ötemizden geçerlerken bir tanesi durdu ve bize baktı. Büyüleyici bir andı. Beki de yaban hayatla bağımızı diriltecek olan, çıplak gözle bir tilkinin, baykuşun, kurbağanın gözlerine bakmaktır. Belgesellerin, hayvanları konu alan dergilerin, hayvan desenli giysilerinin sayısı fazla mı arttı acaba?
19 Aralık
Selçuk
Bugün bir şeftali tarlasının yanından geçerken dallara göz attım. Ilık kışa kanıp patlamamış olmalarına çok sevindim. Pembe renk, dalların içinde nerede uyuyor acaba?
Yakından bir kızılgerdanın çıt çıt sesi geliyordu. Göğsünün kızılını görmeyeli epey olmuştu. Dürbünsüz yürüyorum ne zamandır. Yavaşça biraz yaklaştım, o da kıpırdadı biraz. İsteyerek yaptığını düşündüm, kızılını gösterdi.
Biraz ileride bir böğürtlen çalısı gördüğümde ise topladığımda ellerimde bıraktıkları rengi özlediğimi düşündüm.
Karatavukların da sesini duydum. Seslerine gagalarının sarı-turuncu rengi ekliydi elbette.
20 Ocak
Selçuk
Bugün yürürken elimi cebime attığımda şeker pembe renkli lastik bir toka geldi elime. Tam renklerden söz etmeye devam etmem yolunda bir işaret olduğunu düşünecektim ki, karşıdan gelen bir kız çocuğunun elinde 3 tane pamuk helva gördüm. Selçuk’un pazarıydı bugün ve elbette bu kızın kardeşleri olmalıydı. Sonra pamuk helvaların renginin lastik tokama göre biraz açık tonda olduğunu düşündüm.
Pembe tonlarında bir kuş, bir hayvan düşünürken aklıma pembe sığırcık geldi. ODTÜ’ye gelirlerdi bazı yıllar. Bir keresinde de – sanırım Doğubeyazıt yakınlarda- bir büyük kayalıkta çığlık atıp duran yavrularını beslerken görmüştük onları. Kendimi çok şanslı saydığım anlardan biriydi.
Dönüş yolunda şeker pembesi renginde ayakkabısı olan bir küçük kız çocuğuyla yolumuz kesişti (şeker pembesinin bu aralar çok moda olduğunu biliyorum!) Elinde bir torba taşıyordu. Çocuklara gülümsemeden, fırsat bulunca laf atmadan duramam. İlk ne dediğimi hatırlamıyorum ama birlikte yürümeye başladık. Yanında bir büyük görmediğim için şaşırdım ve sordum. Annesi ona önden gidebileceğini söylemiş. Böylelikle biraz sohbet edebildik. Başında rengârenk, kulaklı, önünde minik tahta bir bebeğin ilişik olduğu bir bere vardı. Bir ara ona saç renginin çok güzel olduğunu söyledim. Saçını, rengini nasıl gördüğüme şaşırdı sanırım, beresini yokladı. Uzun örgüsü, montun kenarının altındaydı. Bal rengi saçları sarı ince lastik tokayla toplanmıştı. Örgüsünü elledi, saç renginden söz ettik biraz. Çok tatlı bir kızdı. Annesi arkamızdan yetişince sohbetimizin kesildiğine üzüldüm.
Dönüş yolunda pembenin tonları üzerinden düşünürken aklıma pamuk helvanın dudaklarımızda, elimizde ıslanınca topaklandığını ve renginin koyulaştığını hatırladım gülümseyerek. Ve – yavaş yürümüş olmalılar ki – elinde 3 pamuk helva taşıyan kızla karşılaştım yeniden. Yanında sanırım dedesi ve anne(baba)annesi vardı. Dayanamadım laf attım. 3 kardeşin en büyüğüymüş ve elbette helvaların ikisini kardeşleri için almış. Yolda yemeğe başlamak yerine kardeşleriyle birlikte yemeyi beklemesi ne kadar tanıdık değil mi? Çocukluğa özgü kıpır kıpır heyecan…
Kızın adının “Maviş” olduğunu öğrenince kıpırtılar birbirine eklendi. Şeker pembesinden sonra çocuk dostlarım maviyi de eklemiş oldu bugüne, renklerime.
Özgür Keşaplı Didrickson