Bir Kapitalist Dünya Öyküsü – Murat Dicle

Çocukluk, çocuklar, içe salınan korkular

Seneler sonra geldiğim bu yerde yeşili pek göremiyorum. Önceleri bağlık-bahçelikti buralar; gözlerimiz yeşile doyardı. Birçok evin bahçesi vardı; kimilerinde yalnız çiçek, kimlerindeyse meyve ağaçları da bulunurdu. Bu bahçeler oldukça cıvıltılıydı. Cıvıltılar ise o güzelim ağaçlara konan kuşlardan gelirdi.

“Bahçeye dalan var!”

Mahallemizde sıkça duyardık bu gammazca haykırışı. Buna az sebep olmadım hani. Evlerin önündeki bahçelerde incir, şeftali, elma gibi meyveler biz çocuklara evdeki meyvelerden daha lezzetli gelirdi:

“Oğlum evinizde hiç mi meyve yok, bu kadar mı açsınız?” deseler de ­-ki gerçeği yansıtmayan bir serzenişti bu- evimizdeki meyveler yerine dalından koparıp yemek büyük zevkti biz çocuklar için.  Ağaçlara çıkar saatlerce otururduk. Bazen de yolumuzu uzatır sayamadığımız kadar çok mahallenin ötesinde daha kırsal olan yerlerde eğlenirdik.

Eğlence bizim için her şeydi. Yemek içmek kadar doğaldı. Kimse bize karışmaz yolumuzu bile kesmezlerdi. Şimdiki çocuklar gibi evde kös kös oturup mecburen TV seyretmezdik. Şimdiki çocuklar da aslında çok isterler gezmeyi dolaşmayı, ancak ortam kötüleşti. Kim bilir, herkesin içerde kalmasını sağlamaktı amaç. Yoksa onlarca TV kanalını kim seyredecek?

Hele reklamlar…

Onlar olmadan para nasıl akıp gidecek bir cepten bir cebe. Reklamları izleyen çocuk: “baba bana bundan al,” derken sıkıntısına çare arar. Çokça işitildiğinden olsa gerek duyma yetisiyle algılanamayan bu sözcükleri ıskalayan baba, annenin hüzünle uyarmasıyla: “paramız olunca alırım,” demekle yetinir. Küçük bir istektir bu, ancak kum taneleri gibi insanın yüreğinde birikerek duygularınızı köreltir…

Bizim için eğlencenin yeri ve zamanı yoktu. Yolda bulduğumuz sıkılmış yarım bir limondan bile oyunlar çıkartırdık. Boş kibrit kutularını toplar yanlarındaki ecza sürülü tarafları yırtar atar, kalan kısmıyla oyun oynardık. Gün olur iskambil benzeri bu kâğıtlar elimize sığmazdı. Gün olur fellik fellik kibrit kutusu arardık. Çakmak mı? Öyle herkesin çakmağı yoktu. Olanların da şimdiki gibi gazı bitince at türünden değillerdi.

Gazoz kapakları da bizler için güzel bir oyun aracıydı. Artık şimdiki çocuklar için böyle şeyler yok. Bilmezler ki bunları. Duyduklarında gülümsüyorlar. Onlar oyun oynamak için satın alınan bir nesneye ihtiyaç duyarlar. “Çık dışarı oyna,” sözü şimdiki çocuklar için çok basit bir cümledir. Oysa “hadi sukuturunu(!) al, çık dışarı, yalnız gözümün önünden ayrılma,” sözü daha mantıklı gelir onlara. Sukutur olmazsa çocuk nasıl eğlenebilir ki? Çıkar çocuk dışarı, ancak bir saat geçmeden eve yine gelir. Oysa biz öyle miydik? Ah, bi dışarı çıkma izni alsak, hava kararmadan eve uğramazdık. Akşam eve geldiğimizde annemiz bize “neredeydin, niye geç kaldın?” gibi sözler söylemezlerdi, çünkü kaygıları yoktu o günün ortamından. Henüz Kasımpaşa canavarı bile gazetelere düşmemişti. İnsanlarda henüz dışarı çıkma korkusu salıverilmemişti. Gelgelelim, sistem buna hazırlığını da yapıyordu…

Bizler şimdi çocuklarımızı okula götürüp getiriyoruz. “Aman gözümüzün önünden ayrılma,” diyoruz. Hep duyuyor ürküyoruz, “daha demin gözümün önündeydi. Lütfen gördüyseniz söyleyin.” Ya sonrası? Muamma…

Balici bir çocuk yaklaşıyor bize doğru. Yolumuzu değiştiriyoruz kızımla. Ürküyorum akşamın bu saatinde böyle biriyle karşılaşmaktan. Onlarca sokak köpeği geçse yanımdan bu kadar ürkmem. Vaktiyle eşim ile gece bir sokakta ilerlerken sayıları beş kadar köpek bize doğru olanca sesleriyle ve hırslarıyla havlayarak geliyorlardı. Eşim zaten köpeklerden korkar ve bu durum karşısında oldukça korktu. Ben ona korkmaması gerektiğini, sokak köpeklerinin sıkça yapacağı bir davranış olduğunu söyledim. Kaldı ki beş köpek birleşince daha da cesaretleniyorlar. Köpekler olanca hızlarıyla yanımıza kadar geldi ve biz de hiçbir şey olmamış gibi süzüldük gecenin o saatinde, sokağın ortasından. Bunu biliyordum. Çocukken öğrenmiştim bunu. Sokak köpeklerinin ezikliğini bir an için aşma çabalarından biridir bu. Başaramayınca, istediklerini alamayınca arkamızdan bakmakla yetinirler. Peki, balici ya da tinerciler? Onların ne istedikleri belli değil ki… Amaçları yok. İstediklerini verdiğiniz anda bile büyük bir acıyla yere yığılmanız içten bile değil. Öyle zayıf çelimsiz deyip geçmeyin. Ürküyorum işte.

Yarasalar gece avlanır, mağaralardan günün kararmasıyla şehre akın ederler. Göremeyiz onları. Duymayız bile, ancak onlar vardır. Burnumuzun dibindeki Çocuk Esirgeme Kurumu ve onun tam karşısında -arada koca bir oto yol- Sokak Çocukları barınma evi. Her akşam yarsalar gibi sessizce süzülüyorlar şehre. Görüyoruz onları, onlar görünmez olduklarını düşünseler de yaşayan zombiler gibi dolanıyorlar ortalarda. Sistemin gönülsüz figüranları bunlar. Görevlerini yapıyorlar: Ürkütüyorlar ve eve tıkıyorlar bizi.

11.01.2011

Fotoğraf: Harbiye, İstanbul (1973) – Ömer Dicle

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi122

Bunu paylaş: