Netflix ve türevi internet yayıncılığının ülkemizdeki gecikmeli sürümleri olan BluTV ve Puhu TV’nin yıllardır can çekiştiği gibi sektörün emekçilerine de kan kusturan dizi sahamıza yeni soluk getirecek çalışmalara imza atmaları, nesnel bir değerlendirmeyle ülkemizde yayıncılığın başkalaşım geçireceğinin habercisi niteliğinde. Puhu TV’nin geçtiğimiz yıl ilk sezonu, bu yıl da ikinci sezonu yayınlanan ve önceki günlerde son bölümüyle izleyicisine veda eden dizisi Fi, pek çok kusuruna ve tamamlayamadığı olasılıklarına karşın söz konusu olasılıkları somutlaştırdığı için takdiri hak ediyor. Azra Kohen’in çok satan kitapları Fi, Çi, Pi’den uyarlanan, Mert Baykal yönetimindeki dizi, söylentilere göre yazarla dizinin seyri konusunda ortak paydanın baskın çıkamaması sonucunda üç sezon planlanırken iki sezonda noktalanmak durumunda kaldı. Zorunluluktan doğmuş olsa da iki kısa sezonda tamamlanabilmesi, bölüm sürelerini – kesinlikle arzu edilen ve olması gereken kısalıkta değil – nispeten kısaltabilmesi, katı muhafazakâr zihniyetin tahammül edemediği obje, söz ve eylemlere yer verebilmesiyle sonrasına örnek olabilecek olan Fi’nin asıl başarısı ise görüntü ve Zeynep Koloğlu imzası taşıyan sanat yönetimleri açısından ülkemizde ne beyaz ekranda ne de beyaz perdede görmeye alışık olmadığımız bir başarıyı tutturabilmesinde yatıyor. Peki, böylesine övdüğümüz bir yapımın Kızılcık Sopası’nda ne işi var?
Her televizyon işi gibi Fi’nin de olağan koşullarda Azizm Sanat’ın kızılcık sopasından kurtulabilmesi mümkün olamazdı. Her ne kadar yeşil sermayeden bunalmamız çoğunlukta geleneksek sermayeye daha ılıman yaklaşmayı doğursa da ve hatta hızını alamayıp Netflix’ten bile sistem karşıtlığı çıkartabilecek kadar akılsızlaşan eleştiri seviyemizin aksine sermayeyle göbek bağı olan hiçbir yapılanmanın ürünü sekter bir karşıtlık gösteremez. Zaten böyle bir derdi olamayacak bir çok satandan uyarlanan Fi’nin ilk üç bölümü televizyonculuk tarihine geçebilecek oyunculuk, oyuncu yönetimi ve yukarıda yazdığımız gibi görüntü ve sanat yönetimine sahne olurken, dizi sonrasındaki her bölümde yokuş aşağı yuvarlandı. Bunda en basit neden-sonuç ilişkisinin bile altını dolduramayan olaylar ve karakter dönüşümleriyle, çok kötü yazılmış diyaloglar ve bir bütün olarak olay örgüsünün içi boşluğu yatıyor. Bu saydıklarımızın ne kadar kitaptan kaynaklı bilemiyoruz çünkü Kohen’in kitabını okumadık ancak bir dizi sırf karakterleri küfrediyor, içki içiyor diye içerik olarak olumlanmayı hak etmiyor. Ek olarak ürün yerleştirmenin en ucuz hatta ucube sürümlerine ev sahipliği yapan dizinin, sıklıkla Truman Show’un dizi sürümüne dönüşmesi izleyici için distopik alımlamalara yol açarken akla ister istemez kör göze parmak reklam diyaloglarını yazmak durumunda kalan senaryo ekibi ve kadrajlamak zorunda bırakılan kamera ekibinin ne hissettiği geliyor. Belki de hiçbir olumsuzluk hissetmediler, ne de olsa Türk televizyon tarihinin en nitelikli ve cesur(!) dizilerinden birinin parçasıydılar.
Fi, son bölümlerinde zoraki kısa kesmenin de etkisiyle her bir bölüme onlarca kırılma anı sıkıştıracak kadar son sürat ilerlerken Ozan Güven’in ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu hatırlatan takıntılı ve saplantılı Can Manay karakterinin şiddetinden kaçan Serenay Sarıkaya’nın canlandırmayı denediği Duru Durulay karakterinin polislerden yardım alamamasına karşılık kentte karşılaştığı diğer kadınlar yardım alması, 8 Mart’ı geride bıraktığımız şu dönemde gerçekçi ve anlamlıydı. Yine son bölümlerde diziyi sıkça sosyal sorumluluk projesi kamu spotlarına dönüştüren duyarlı ve aynı zamanda duyar kasıcı sahneler, olumlu denemelerin sanatsal olmak ya da olay örgüsüne yedirilmek gibi kaygılar olmaksızın “deux ex machina” etkisiyle izleyiciye doğru nereden geldiği anlaşılamayan salvolar niteliğindeydi. Ancak Fi, öyle bir son bölüme imza attı ki Kızılcık Sopası daha fazla dayanamadı.
Son bölümde iyiden iyiye Terminator 2’de Robert Patrick’in canlandırdığı T-1000’e dönüşen Can Manay ve nihayet Siyah Kuğu’ya öykünmesini dürüstçe gözler önüne seren Duru Durulay’dan başlayarak, tüm sezon boyunca beklenen Afife ilk gösteriminde dansçıların oyunlarını, salondaki seyircilerin asla göremeyecekleri ve hatta onlara sırtları dönük bir şekilde sahnelenmesi gibi tuhaflıklar buzdağının görünen kısmı. Fi’nin son bölümü, karakterlerin son sürümlerini izleyiciye sunarken daha birkaç bölüm önce kadına şiddete karşı bilinci ve kadın dayanışmasını öne çıkartan dizi, birden fazla kadını öldürmekten ve en son Duru’yu yaralamaktan hapse atılan Can Manay’ın, ak giysiler içinde hayli yetersiz bir yaşlandırma makyajıyla hapisten çıkmakla kalmayıp bir de üstüne imza günü yapacak kadar nitelikli bir yazar olarak kabul görmesiyle sonlanıyordu. Kendi olumlu tavırlarını en hafif tabirle dengeleyen dizi, iyi hal indirimi alan kadın katillerinin aratmayacak şekilde hayatı boyunca kadınlara zulmeden bir katilin kısa sürede salıverildiği ve toplum tarafından mutlak biçimde içselleştirildiği bir gelecek vaat ediyor. Dizinin diğer aşk hikâyesi olan gazeteci olma iddiası taşıyan Özge ve vicdan azabıyla Kanada/Norveç vari bir bilinmeyen yerde doğayla iç içe oduncu olarak yaşamayı seçen mafya eskisi Sadık Murat Kolhan cephesi ise mantıksızlar silsilesi dışında iki affedilmesi zor veriyle noktalanıyordu. Dizinin sosyal sorumluluk projesi gibi sunduğu bir diğer duyarlılığı kapsamında bipolar bozukluğa sahip olduğunu öğrendiğimiz Özge’nin, son bölümde mutlu bir halde “hangimiz deli değiliz ki zaten” ifadesiyle ilaçlarını boş vermesi hastalıkla ilgili zaten yaygın olan bilgisizliği körükleyecek bir unsur. Berrak Tüzünataç’ın canlandırdığı Özge karakterinin iki bölümde süresince bipolar olması ve her nasıl oluyorsa bundan böyle bipolar olmaması Fi’nin Özgesi için bir ilk değil. Başlangıç bölümlerinde eşcinsel ya da biseksüel olarak sunulan karakterin sonra zamanla heteroseksüel bir hal alması yine toplumda yanlış algılanan ve dolayısıyla hatalı yorumlanan bir cinsel eğilim hakkındaki bilgisizliği körüklemiştir. Yaklaşık on beş yıl önce Bir İstanbul Masalı adlı dizide Emre Karayel’in canlandırdığı eşcinsel karakterin sözde izleyici tepkileri sonucu önce ekrandan silinmesi ardındansa cinsel eğilimlerden arınmış bir ahbap olarak geri dönüşünü akla getiren bu başkalaşım Fi’nin göz ardı edilen bir defosudur.
Sonuç olarak Fi, estetik kaygısı olan bir yapım olarak göz doldurarak biçimsel bir başarı ortaya koyarken içerik olarak muhtemelen kitaptan doğan özensizliğin üzerine örtülemeyecek kadar düşük seviyede seyrettiği bir toplama tekabül etmektedir. Aynı içerikte bugüne dek kimi değinilmemiş konulara eğilmek gibi olumlu bir doku kazanırken bu eğilimlerin yüzeyselliği ve en nihayetinde kendi inşa ettikleri algıya adeta ihanet edecek sonlara imza atılması kafa karışıklığı ve özensizlik arasında dalgalanmaktadır. Fi ve benzeri yayınlardan sonra henüz nasıl bir yöne evrileceği kestirilemeyen bir dönüşüm geçirecek dizi yayıncılığının Fi’nin ortaya şık bir paketle sunduğu olasılıkları doğru değerlendirmesini ummak ve saha içinde bu yönde bir eğilim oluşturacak şekilde çalışmaktan başka çaremiz yok.
Onur Keşaplı