Sınırları yönetmeni aşan, beyazperdeye aktarıldığında üreticisinin benliğinden sıyrılarak, salt hikâyesi ile anılan filmler vardır. Yıllar sonra izlediğinizde, kimin çektiğini, hangi ödülü aldığını hatırlamayabilirsiniz. Ama hikâyesini asla unutmazsınız. İzleyiciyle bağ kurmaya çalışmadan, bütün gerçekliğiyle hedefine varır. Aus Dem Nichts, Fatih Akın‘ın son filmi. Almanya’da 2002 – 2007 yılları arasında Naziler’in Türkler’e karşı yaptığı katliamları konu alan, yönetmenin tartışmalı ideolojik duruşuna yeniden bakmamızı sağlayan sarsıcı bir film.
Nasyonal Sosyalizm 1930’lu yılların başında ateşi yanan bir ideoloji. 19.yy sonlarından 20.yy ortalarına kadar, net bir biçimde Almanya tarafından kabul ve saygı görmüş. Alman İmparatorluğu’ndan Nazi Almanyası’na dönüşümün teorik ve fikir bazında gelişim öncüsü olarak, İtalya’daki faşist yönetimle bir ortaklık içine girerek yükselmiş ve savaşın kaybedilmesiyle birlikte tarihe gömülmüş. Her ne kadar yönetim mertebesinden ezilerek gönderilse de, Avrupa milletlerinin bu ideolojiyi halen içlerinde yaşattıkları kuşkusu çok büyük.
2002 – 2007 yılları arasında Nasyonal Sosyalistler (Naziler) tarafından gerçekleştirilen çok fazla katliam ve cinayet kayıtlara geçti. Özellikle Avrupa’da ırkçılığın yükselişiyle birlikte, Anglosaksonların ve Almanlar’ın sömürgeye dayalı sert tutumları, zaman içerisinde nefret kasırgası haline gelerek toplumların belleklerinden asla silinmeyecek kanlı katliamlara evrildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan mağlup biçimde ayrılan Almanya, Hitler sempatizminin ve ideolojisinin önüne geçemedi. 20. yy sonlarına doğru hızla büyüyen ateş, 2002’de alev almaya başladı. Neo- Nazi grupların 10 yıllık süreçte sayısı 150 bini geçen suça karışması, ırkçılığın boyutlarının ne aşamaya geldiğini gözler önüne seriyor. TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nun bu konuyla ilgili kapsamlı bir çalışması(1) bulunmaktadır ve bu raporlara göre Almanya’da işlenen cinayetlerden bazıları şunlardır:
1- Hessen Eyaletindeki Schlüchtern kasabasında ikamet eden ve çiçek toptancılığı yapan Enver Şimşek, Nürnberg dâhil birçok şehirde çiçek tezgâhları işletmekte idi. 9 Eylül 2000 Cumartesi günü Nürnberg’deki dükkânın satıcı çalışanının hasta olması nedeniyle onun yerine o gün tezgâha bakan Şimşek 12.45-14.45 saatleri arasında bir sipariş için gittiği yerde minibüsün içinde iken iki ayrı susturuculu silahtan çıkan sekiz kurşunla ağır yaralandı.
İkisi başına isabet eden kurşunlar nedeniyle komaya giren Şimşek, iki gün sonra hayatını kaybetti. 4 Aralık 1961 doğumlu olup öldürüldüğünde 38 yaşındaydı. Türkiye’de Isparta Şarkikaraağaç nüfusuna kayıtlı olan Şimşek, geride Kerim ve Semiya adlı iki çocuk ve bir eş bıraktı. Olaydan sonra eşinin acısına dayanamayarak ruhen ve bedenen perişan hâle gelen eşi Adile Şimşek, olaydan önce Friedberg’te işletmekte olduğu aileye ait çiçekçi dükkânını kapattı ve Türkiye’ye döndü. Yaşadığı ağır stres ve depresyon nedeniyle 2000 yılından bu yana çalışamamakta, geçirdiği ağır depresyon nedeniyle çocuklarıyla dahi aynı evde yaşayamamaktadır. Almanya’da bulunduğu zamanlarda erkek kardeşinin evinde, çoğu zamanda Türkiye’de tek başına yaşamaktadır. Çocuklar ise eğitimlerini sürdürmek üzere Almanya’da kalmaya devam etmektedir.
2- Bir saat fabrikasında makine teknikeri olarak çalışan Abdurrahim Özüdoğru bir yandan işine gidip gelmekte bir yandan da Nürnberg’de eşi için açtıkları terzi dükkânıyla akşamları ilgilenmekteydi. 13 Haziran 2001 Çarşamba günü Gyulaer Caddesinin köşesindeki dükkânda müşterilerinin işlerini yetiştirmeye çalışan Özüdoğru, 16.15-17.00 saatleri arasında dükkânına giren teröristlerce iki ayrı susturuculu silahtan çıkan kurşunlarla başından vurularak öldürüldü. Katiller maktulün cesedini filme çekecek kadar acımasızdılar. Bu şekilde olay yerinde oyalandıktan sonra ortadan kayboldular. Bazı görgü tanıkları Doğu Avrupalı görünümünde bir kişinin kaçtığını iddia ettiler.
21 Mayıs 1952 doğumlu Bursa Yenişehir nüfusuna kayıtlı olan Özüdoğru ardında bir kız ve bir eş bıraktı. Eşi Gönül Özüdoğru ve kızı Tülin Özüdoğru ruhen ve bedenen büyük çöküntü yaşadılar. Yaşadıkları psikolojik sorunlar nedeniyle çeşitli hastalıklara yakalandılar. Kızı Tülin sarılık geçirerek bir sene tedavi gördü; Gönül hanım ise kansere yakalandı. İş sahibi Özüdoğru ailesi cinayet sonrası yardıma muhtaç duruma düştü. Geçinebilmek ve okuyabilmek için anne ve kızı bulaşıkçılık, temizlik, güvenlik görevlisi, satış elemanlığı, kütüphane memurluğu gibi işlerde çalıştılar. Ancak yaşadığı yoğun travma ve hastalıklar nedeniyle çalışamaz hâle gelen Gönül Özüdoğru, 2006’dan bu yana işsizlik maaşıyla geçinmeye çalışmaktadır.
Komisyonun raporunda filmin ideolojisiyle paralel ilerleyen büyük bir bölüm bulunmakta. Bu bölümden alıntılanan aşağıdaki pasajlar, filmin ne kadar gerçek ve kanayan bir yaraya parmak bastığının açık delilleridir. Bu paragraflar cinayetleri inceleyen birimlerin tavır ve tutumlarıyla alakalıdır.
Soruşturma makamları ‘bir kusurları var ki öldürüldüler’ mantığı ve önyargısıyla araştırma yapmaktaydı. Dolayısıyla aile içi çekişme, mesleki rekabet, mafya ilişkileri, uyuşturucu işi gibi konular üzerinde durmakta, aşırı sağ terörü hiçbir şekilde göz önüne almamaktaydı. Şimşek’in gençliği ile bağlantı kurarak uyuşturucu ile olan ilişkisini bulmaya çalışan soruşturma makamları, Almanya’da geçmişte çokça karşılaşılan aşırı sağ teröründen hiçbir şekilde şüphelenmedi. İlk cinayette olduğu gibi, diğer tüm cinayetlerde de ilk şüpheliler olarak aile bireyleri görüldü veya aile bireylerinin cinayet sebebini bildiği düşünülerek çok uzun, yorucu ve yıpratıcı sorgu ve soruşturmalara muhatap bırakıldı. Süleyman Taşköprü’nün ailesi 8-10 saat sorgulandı. Mehmet Kubaşık’ın öldürülmesinin hemen ardından aile 8-9 saat ifade verdi. İlde, Rostock’da öldürülen Mehmet Turgut’un yakınları 4-5 kere ve her seferinde 10 saatten aşağı olmayan sorgulamalara maruz kaldılar. Hatta ifadelerine inanmayarak yeminli mahkemeye çıkarıldılar. Mahkeme bir seferinde tam 13 saat sürdü ve ertesi gün yeniden devam etti. Soruşturma, yakınlarının olayı bildikleri ama sakladıkları ön yargısıyla yürütülmekteydi. PKK, kan davası, aile içi şiddet ve mafya ilişkileri olup olmadığı üzerinde durulmaktaydı.
Soruşturmacılara göre cinayetlerin sebebi kesinlikle “parasal ilişkiler”di. Bundan o kadar emindiler ki, Mehmet Turgut cinayetinde yabancı düşmanlığı olabileceğini belirten akrabasına, ‘cinayetlerin yabancı düşmanlığıyla hiçbir alakasının olmadığını, mafya, para, uyuşturucu gibi bir sebebi olduğundan emin olduklarını, büyük parasal işler çevrildiğini’ ifade etmişlerdi. Nitekim savcılık makamları, bazı cinayetlerin ardından ‘yabancı düşmanlığı’ içerdiğine dair bir iz olmadığını, bu ihtimali elediklerini ifade etmekteydiler.
İlginç olan hususlardan biri, Neo-Nazi grupları tarafından iyi bilinen “Gigi ve Esmer Şehrin Müzisyenleri” adlı grubun 2009 yılında piyasaya çıkardığı albümlerindeki “Döner Cinayetleri” adlı şarkının sözlerinde cinayetler ve cinayetleri gerçekleştirenlerden bahsetmeleridir. Şarkıda cinayetleri gerçekleştirenlere teşekkür edilirken, açıkça ‘neo-Naziler’ ima edilmekte, öldürülen sekizi Türk, biri Yunan dokuz kişi kastedilerek, “Dokuz yetmez” denilmekteydi. Hatta şarkının yer aldığı albüm, ırkçı sözleri nedeniyle 2010 yılında yasaklandı. Buna rağmen soruşturmalar aşırı sağ şüphesi etrafında yürütülmemiştir.
Aus Dem Nichts için Fatih Akın, ırkçı cinayetlerin gerçekleşmesinden sonra, bu cinayetlerin Alman medyasında basit olaylar olarak gösterilmesine karşı bir tepki filmi olduğunu söylüyor. Filminde bu katliamların neden oluştuğundan çok, akabinde gelişen olayların en az işlenen cinayet kadar tehlikeli ve ürkütücü olduğunu göstermek istiyor. Alman yargı sisteminin ve çok kıymetli Avrupa hukukunun bu elim önyargılı tutumu, filmde hassas ve merkezden genele aktarılarak, klasik bir trajedi içinde veriliyor. Merkez olan adalet kavramı, bombacıların avukatınının sınırlarına hapsedilmiş vaziyette. Akın, böylece dosyayı savcılık makamından alıp, savunma makamına yerleştirerek Alman yargı sisteminin bu katliamı bir suç olmaktan çıkartıp kendini aklamak için var olduğunu bizlere anlatmak istemiş. Savcılık makamının filmde olması gerekenden daha az gösterilmesi ve savunmanın müthiş salvolarının mahkemeyi izleyenler tarafından alkışlanması, suçluyu ve mağduru karşı karşıya getirmiş. Suçlu, Alman yargı sistemi ve nasyonal sosyalist ideoloji, mağdur ise azınlıklar ve masumlar. İki grubun çatışması, basit bir cinayet davası olarak görülmemelidir. Bu mahkemede iki toplum vardır. Bu dava, toplumların birbiriyle yüzleştiği epik bir dosyadır ve hükmü verecek olanlar ise izleyicilerdir.
Almanların şöyle bir sözcükleri var; ‘schadenfreude‘. Erich Maria Remarque ise bu deyimi şöyle açıklığa kavuşturur: “Acımak ızdırap değildir, acımak başkasının felaketi karşısında duyulan gizli bir sevinçtir.” Katoliklerin bu durumla ilgili evrenselleşmiş sözleri ise şudur: ‘delectatio morosa’, yani ‘hırçın haz’. Alman mahkeme heyetinin ve davayı seyreden izleyicilerin, o an için Alman ya da otoriter güç olan herkes için bu deyim hatırlanacaktır. Bölümün adına tezat bir biçimde bu adaletsizliğin izleyiciyi de yarattığı tesir şudur ki, suçlulara vurulsa da, toplumun vicdanı masumun karşısındaki herkesi suçlu ilan etmiştir. Hiddet ve kin ile beslenen izleyici, çaresizlikten ve güçsüzlükten bir şey yapamadığı için, kendisinden olmayana nefret besleyerek, intikam ve hınç duygularını güdüler. Bu durum, sert ve taraflı bir baskının, karşı tarafta da aynı etkiyi yaratmasına olanak tanır ve izler kitlenin yönlendirilmesine sebebiyet verir.
Üç perdeye ayrılan filmin; aile, adalet, deniz; teknik ve biçim olarak da üçe ayrılır. Birinci perdede hareketli, sallanan bir kamera vasıtasıyla, izleyici üçüncü göz olarak ailenin içine çekilmek istenir. Kameranın bu pozisyonu ve şekli, ilerleyen zamanlarda ailenin başına gelecekleri daha iyi anlayabilmek ve özümseyebilmek için kasıtlı olarak seçilmiştir. Filme tabiri caizse bodoslama bir biçimde girilir, yönetmen aile kavramının derin bağlarını anlatmak gibi bir kaygıya düşmeden, hikâyenin kahramanının bir aile, bir kadın olduğunu basit bir şekilde göstererek, doğrudan düğümün açılacağı noktaya taşır. Sevimli, küçük bir ailenin başına gelen feci olaylar silsilesi olarak anılmasını istememektedir. Çünkü bu vahşet toplumsal bir yaradır, kişiler üstüdür. Bu yöntemle mesaj, saksıdaki bir fidandan, kentin ayakları dibinde serilen bir ormana dönüşür.
Adalet bölümü, teknik bakımdan 1961 yapımı Nüremberg Duruşması’nı hatırlatır. Mahkeme sahnelerinde savunmanın çapraz açıyla çekilmesi, kameranın ideolojik konumunu belirler. Biz savunma makamını davacı tarafın gözünden görürüz. Bu durum izleyiciyi zihnen ve fiziken mağdurun yanına yerleştirir ve teknik kusursuz bir biçimde işler. Delillerin sunumu, katliamla ilgili verilerin paylaşılması gibi sahnelerin çıplak bir biçimde sunumları da kameranın pozisyonunu destekler ve filmin alt metni güçlü bir biçimde izleyicilere aktarılır. Mahkeme heyeti, suçlular ve suçluların avukatları sert ve soğuklardır. Duruş ve tavır bakımından birbirlerinden ayrılmaları zordur. Mağdur tarafın avukatı ise oldukça masum bir duruşa sahiptir ve aksiyonun yükseldiği sahnelerde dahi yalın kalabilmiş ve izleyiciyi yanına çekebilmiştir. Bu konuda Akın’ın oyuncu seçimi ve yönetiminin ne kadar doğru olduğu ortaya çıkmaktadır.
Üçüncü bölümde ise film, gerçekten uzaklaşarak sembolik anlatımlara eğilir. Yönetmen vicdani hesaplaşmayı tinsel yaklaşımlarla vermeyi daha uygun bulmuş, gerçeğin hazmedilmesinden sonra bir sonraki aşamanın – iyi ya da kötü – kalitesine yeterince odaklanılmayağını düşünmüştür. Finalle birlikte film, sanat kalitesinden ödün vererek söz söyleme tuzağına düşmüş, perdeyle birlikte film giriş – gelişme – sonuç mantığında boğularak izleyici duygularına hitap etmek gayretiyle acıyı ve adaleti yumuşatmış, uzun yıllar boyunca tartışmaya açık kalabilecek bir kapıyı kapatmıştır.
1-https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/docs/2012/raporlar/neo_nazi_cinayetleri.pdf