Norman Hampson aydınlanmayı “Tarihsel olguların, sanat yapıtlarının, bilimsel buluş ve felsefi spekülasyonların birbiriyle etkileşimlerinden oluşan ve bu etkileşimin insanın tarihe, sanata, bilime ve felsefeye bakışını değiştirmesiyle biçimlenen bir ilişkiler ağı” olarak tanımlıyor.[1] Üstelik 15. Ve 16. Yüzyılda tohumları atılmaya başlanan 19. Yüzyılın ortalarına kadar süratle gelişen aydınlanma düşüncesinin yukarıdaki tanımda öne çıkan sanat yapıtları, bilimsel buluşlar ve felsefe gibi konuların her birinde yaptığı sıçrama olağanüstüdür. Öyle ki tüm toplumu etkilemekle kalmayıp tüm dünyayı etkileyecek, imparatorlukları sarsacak, yeni ülkeler kurulmasına neden olacak, halen geçerli olduğunu söyleyebileceğimiz modern devletin, hukukun önceliğinin ve rasyonalizmin temellerini kuracaktır.
Her şeyin dinle bağlantılı olarak açıklandığı ve insan aklının gerilerde kaldığı için boşluklar açılarak, metafizik düşüncenin bu boşlukları doldurduğu ortaçağ dönemi boyunca, her sorunun cevabı Tanrıydı ve Tanrı’nın görüşlerini insanlara aktarma göreviyle çeşitli din adamları – ruhban sınıfı- , kendi yargılarını ve fikirlerini Tanrı otoritesiyle insanlara sunuyordu. Savaşlar çağında bir çeşit düşünce tembelliği yaşanıyordu ve bu tembellik ve savaşlar birbirini güçlendirdikçe, düşünceden korkulmaya başlanmış, deney yapanlar ya da toplumun sıkı dayatmalarına uymayanlar cadı olarak nitelendirilerek Engizisyonun gazabına uğramıştı.
Kilise baskısı ve dogmaların düşünceyi nasıl olumsuz etkilediği konusunda Giardano Bruno’nun hayatı bize çok şey anlatır. Öncelikle Herakleitos, Giardano Bruno, Spinoza ve Yunus Emre arasındaki ortak noktayı anlatarak söze başlayabilirim. 17. Yüzyıl Hollanda filozofu olan ve düşünceleriyle aydınlanmanın özünü kuran Spinoza, 16. Yüzyıl filozofu olan ve düşünceleriyle din baskısının yıkılmasına yardımcı olan Bruno, Milattan Önce 6. Yüzyıl filozofu Herakleitos ve 13. Yüzyıl mistiği Yunus Emre arasında nasıl bir ortak nokta olabilir? Saydığım filozofların ilk akla gelen ortak noktası, kutsal ve yaratıcı gücün evrenin kendisi olduğu fikri olabilir ki bu fikir tek tanrılı dinler için materyalizmden bile daha radikaldir. Bu fikirle birlikte sorumluluk, insanın kendisine geçmekte ve dini duyguların yetki devri ya da istismarı mümkün olmamaktadır. Eğer ortak nokta bu içkin anlayış olsaydı, Antik Yunan filozoflarından Herakleitos yerine Plotinos ya da Parmenides sayılabilirdi. Bir diğer ortak nokta, sonsuzluk fikrinin bu düşünürlerde özel bir yer tutmasıdır. Hem sonsuzluk hem de birlik, düşünürlerin değindiği temel fikirlerdir. Herakleitos, felsefede ilk kez bir sistem oluşturan filozof olarak bilinir. Herakleitos, hiçbir şeyin durağan olmadığını, her şeyin değiştiğini sisteminde anlatır. Bununla birlikte değişimin bir düzeni vardır. Değişimdeki birlik, sonsuz bir döngüdür.
Yunus Emre, evrende ilk var olmaya başlayan olgunun deveran (hareket) olduğunu, daha sonra hareket nedeniyle ortaya çıkan cereyan (elektrik) ile varlıkların vuku bulduğunu anlatır. Bruno, Spinoza ve Yunus Emre, cevherden, monad ya da farklı isimlerle söz ederler. Ancak bana göre asıl ilginç ortak nokta, felsefelerinde hareketin yeridir.
“İnsanın teninin doğası bütün cisimlerde olduğu gibi hareket ve sükûna bağlıdır. Hareket ve sükûn halinde bulunan bir cisim, hareket ve sükûn halinde bulunan diğer cisimlerden her zaman etkilenir. Bu sonsuza kadar böyle gider. Bir başka deyişle ten ve zihnimiz hareket ve sükûn üzerinden yükselir. Evren hareket ve sükûn üzerinde kuruludur.” (Spinoza)[2]
Giardino Bruno, bilimin ve tutarlılığın kahramanlarının başında gelir. Rahip, gökbilimci ve filozoftur. Kopernik sistemi ile tanıştıktan sonra mensubu olduğu tarikattan ayrıldı çünkü O, felsefenin temel yönüne uyarak iyiden ve doğrudan çok, gerçeği arıyordu. Görüşleri nedeniyle dinsizlikle suçlanarak, Avrupa’da sürekli yer değiştirmek durumunda kaldı. Cenevre’den Paris’e, Paris’ten Londra’ya ve oradan da Zürih’e ve İtalya’ya gitti. İtalya’da Galilei ile tanıştı ancak Mocenigo isimli bir aristokratla çatışınca O’nun tarafından engizisyona teslim edildi. Fikirlerini değiştirmesi için yoğun baskı ve işkence görmesine rağmen fikirlerinden ödün vermedi. Ölüm kararını kendisine bildiren yargıca:
“Bu kararı açıklarken siz benden daha çok korkuyorsunuz” diyecekti. Sonuçta, ne yazık ki, 1600 yılı Şubat ayında Roma’nın Campo de’ Fiori meydanında Bruno, diri diri yakıldı.
“Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de onu açıklamaktan korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım.”
Ünlü sözlerinden bir diğeri ise Güneş Sisteminin dışındaki dünyaların olasılığından söz ettiği 1584’de De L’Infinito Universo E Mondi” (Evrenin Sınırsızlığı ve Birliği) eserinde yazdığı şu cümlelerdir:
“ Ve bu uzay, sonsuzluk dediğimiz şey olmalı, çünkü onu sınırlayacak bir neden, kapasite, olasılık, algı ya da gerçek yok. Buna benzer sonsuz dünyalar var ve tür olarak bir farkları yok çünkü bir neden veya doğal kapasite eksikliği bulunmuyor (hem pasif hem de aktif gücü kastediyorum) ki içinde, bizi kuşatan bu uzayda yer aldıkları gibi, doğası gereği bundan farklı ya da ayrı olmayan başka bir uzayda bulunmamalılar. (Beşinci Diyalog)
“Bu yüzden de sayısız güneş, bu güneşlerin etrafında dönen sayısız dünya var, tıpkı bize yakın olan güneşin etrafında dönen yedi (gezegen) olduğunu gördüğümüz gibi” (Üçüncü Diyalog).[3]
Batının içinde olduğu bu dar alanın yanında Osmanlı imparatorluğu kanunları oluşturmaya çalışıyor, devlet sistemini yazılı olarak geliştiriyor, din ve milletlere saygılı bir imparatorluk için temel bir felsefe kuruyordu. Bektaşi düşüncesi, insanı ön plana çıkarak, eşitlikçi önermeleriyle toplumu temel değer etrafında bütünleştiriyordu. Arap kültürü uzayı izliyor, keşifler yapıyor, büyük kütüphanelerinde ilkçağ felsefesinin elyazması kitaplarını saklıyordu. Tüm bu gelişmeler ve teknolojinin adımlarıyla başlayan uzun yolculuklar ve kıta keşifleri, batı için şanslı bir dönemin başlangıcı olacaktı. Ancak, felsefi emeğin, sanatsal buluşların ve yukarıdaki tanımda belirtilen “etkileşimlerin” ve “ilişkiler ağının” dolayısıyla iletişimin ana hattını oluşturduğu aydınlanma; her alanda yenilenmenin, keşiflerin, bir tesadüf denemeyecek kadar birbirine bağlı gelişimin, ilerlemenin, çalışmanın ürünüydü.
Descartes’in ünlü sözü, “De omnibus dubidantum”, “Her şeyden Şüphelen” fikri ile bilinen her şey, masaya yatırılıyor ve aklın süzgecinden geçiriliyordu. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmek var olmaktır.
Şimdiye kadar sözü geçen düşünürlerin bağımsız düşünme, sorumluluk alma ve harekete geçme konusunda aydınlanma çağının alt yapısını kuranların başını çektiğini söylemek yanlış olmaz. Aydınlanmayı tek başına bir kişiyle özdeşleştirmemiz istense Leonardo da Vinci ve Nietszche arasında kalırım. Bizden de Başir Fuad. Çünkü deney, gözlem ve yaratıcılık (sanat) da aydınlanmanın olmazsa olmazlarıdır. Nietszche, dogmalara karşı savaş açarak, cesaretin, akılcılığın ön şartı olduğunu ortaya koyarken, Başir Fuad, ölümün nasıl bir şey olduğunu yazmak hedefiyle 5 Şubat 1887’de intihar etmiş ve aynı deneyi yapan batılı kâşiflerin aksine gerçekten ölmüştür.
Leonardo da Vinci, resim, heykel, anatomi, matematik, bilim, edebiyat, mühendislik, anatomi, jeoloji, mimari, kartografi gibi pek çok alanda çalışmalar yapmıştır. Paleontoloji ve mimarinin yaratıcısıdır. Yüzlerce anatomik çizim yapmıştır. Helikopter ve paraşüt gibi keşifleri bulunmaktadır. Tüm zamanların en büyük ressamı olduğu söylenir ve aşağıdaki “Vitruvius Adamı” olarak anılan, insanı merkeze alan çalışması ile modernizmin öncüsü olmuştur. [4]
Newton’un ışık üzerinde yaptığı çalışmalar, bu çalışmalardan etkilenen Voltaire’in insan hakları konusundaki yazıları, bilimin ve modern devletin temel taşlarını kurdu. Newton’un okültizme ve simyaya olan ilgisi bilim ve bilim ötesinin oldukça yakın ilişki içinde olduğunu gösterir.
Bizim gibi “arada” kalmış ülkeler için Aydınlanma olgusu çok daha titizlikle üzerinde durulması gereken, farklı bakış açılarıyla anlaşılması hayati olan bir süreçtir. İnsan hakları, Osmanlı imparatorluğu, Avusturya Macaristan imparatorluğu gibi büyük imparatorlukların yıkılmasında önemli ivme oluşturan bir gelişmeydi. Çünkü her ne kadar altın çağlarında Osmanlı İmparatorluğu, örneğin Çin ve Rusya’nın aksine, Tasavvuf felsefesinin etkisiyle, dinlere ve milliyetlere saygı duyarak yüzyıllarca kültürleri aynılaştırmadan yaşamalarını sağlasa da kolektif bilinç ve toplumsallığın etkisiyle bireyi ve bireysel hakları ve özgürlükleri hiçe sayıyordu. İnsan hakları bilinci, büyük aydınlanma dalgaları oluşturarak, din otoritesiyle bir arada tutulan büyük imparatorluk birleşenlerini koparıyordu. Birey olmak, tüm dünyanın bilgisini gerektiriyordu. Artık insan, kendi adına kararlar veren ve daha ulu olan kolektifin huzuru ve bütünlüğü için kendi haklarından vazgeçmeyi kabul etmeyecek kadar güçlenmişti. Birincisi, bilimin kendi kurallarını koymaya başlaması ve keşifleriyle buharlı gemi icat edilmiş, Portekizliler ve İspanyollar gibi batı toplumları dünyayı keşfetmeye başlamıştı. Yağmalar yoluyla ülkelerine getirdikleri hazineler maddi kaynak oluştururken, bilgi serüveni ve kültürlerden öğrenme ve dinmeyen merak, yeni oluşan burjuva sınıfını hem maddi hem manevi anlamda boyun eğmeyecek bir güce ulaştırıyordu. Bu yeni sınıf, sanat ile tüm toplumu etkilemeyi ve bilgi serüvenine katmayı başarırken, 12. Yüzyıldan beri yavaş yavaş gelişen hukuk olgusunu da geliştiriyor ve modern hukuk sistemini kuruyordu. Bu vesileyle soylu sınıfın kendiliğinden sahip olduğu sınırsız haklara ve güce “dur” diyor, ekonomik ve siyasi güce ulaşmaya başlıyordu.
Belki de Osmanlı Devleti olmasa batı aydınlanması bu şekilde gelişmeyecekti. Birincisi, devlet sisteminin yazılı olması, hukuk sisteminin ortaçağdan itibaren kurulmaya başlaması, diplomasi konularında Osmanlı’nın ilham kaynağı olduğu durumlar azımsanacak gibi değildir. İkincisi, birçok tarihçi ve düşünür, coğrafi keşiflerde, doğrudan olmayan Osmanlı katkısına dikkat çeker. İmparatorluk, sınırlarını geliştirdikçe, baharat yollarından ve doğal kaynaklardan kopan batı, deniz aşırı keşiflere yönelmiştir. Ayrıca, Osmanlı’da toprağın devlete ait olması, eleştirel teoriye esin vermiştir. Sınıf çatışmalarının sınırlı olarak yaşandığı Osmanlı için Karl Marx “doğu cenneti” diyordu ve hayatının son zamanlarında önemli sırlar içerdiğini düşündüğü Türkçeyi öğrenmeye çalışıyordu. Eleştirel teori, kapitalist sistemin sürekli kendini sorgulamasını ve zaman içinde Sosyal Devlet, liberalizm gibi orta yollar bulmaya çalışmasını getirdi. Ne var ki, akılcılık ve bilim, insan hakları, modern devlet ve hukuk sistemi, birbirleriyle etkileşim içinde geliştikçe, sanat hem esin yoluyla gerçekliği sorgulayıp, hem de bilgilerin topluma aşılanıp her katmana ulaşmasını kolaylaştırdıkça, batı, birey haklarından, devlet yapısına, ekonomik güçten, kültürel iletişime kadar çok yönlü bir gelişim sağlayarak arayı açtı. İnsan hakları, o kadar belirleyici bir gelişmedir ki, o olmadan hiçbir sistemin olumlu tarafı amacına ulaşamaz. Belki de en önemli eksiği olan insan hakları konusundaki aydınlanma, Osmanlı yapısı içinde gelişemediği için Fransız ihtilali ile birlikte dalga dalga yayılan milliyetçilik Osmanlı’ya ulaşarak, milletlerin özgürlük için mücadelesini getirdi. Batı, kendi yolunda akılcılığı Habermas’ın deyişiyle “araçsal akıl” olarak kullanıp, bu gelişimi dış dünyada çıkarların önceliği ile sömürge kültürüne getirdi fakat kendi içinde eşitlikçi, özgürlükçü bir sistem kurmayı başararak dünyanın birçok kısmı için bir model haline geldi. Yine de yine Jurgen Habermas’a göre aydınlanma, tamamlanmamış bir projedir. İnsan hakları evrenselleştirilmeden gerçek anlamına ulaşamamaktadır. Belki Osmanlı, Tanzimat dönemlerinde sadece azınlıklar için değil tüm tebaa için insan haklarını geliştirmeyi başarsaydı, postmodernist dönemde örnek teşkil edebilecek, milletleri bir arada yaşatma kültürünü, tasavvuf felsefesinin açıklığı ve eşitlik bilinciyle sürdürmeyi başarabilirdi.
Tasavvuf felsefesini dini dogmalarla yan yana düşünmemek gerekir. İçkinci anlayış, bilinen tek tanrılı dinlerin çeşitli kişi ve grupların çıkarları için kullanılmasını engelleyerek sorumluluğu insana vermektedir. Bu konuda Nurettin Topçu’nun Hareket Felsefesi’ne değinmek aydınlatıcı olabilir. Nurettin Topçu, Sorbon Üniversitesinde felsefe doktorasını tamamlamış ilk Türk öğrencidir. Doktora tezi “isyan ahlakı” fikriyatının temelini oluşturmuştur. Fransa’da Maurice Blondel ile tanışmış ve O’nun hareket felsefesinden etkilenmiştir. Hareket, yalnızca maddenin yer değiştirmesi ya da eylem olarak değil, sonsuzluğa uzanan bir kavram olarak kullanılmaktadır.
Doğuda kullanılan “aydınlanma” teriminin vücut bulduğu, yogilerin doğadan esinlenerek sabit postürlerde insan vücudunun esnekliğini geliştirdiğini düşünün. Bir de Anadolu mistiklerini, sürekli hareketi ve hareketteki uyumu ve birliği öne çıkaran Mevlevilerin dönüş –sema- raksını düşünün. Nurettin Topçu, tasavvuf düşüncesini ve hareket felsefesini birleştirmek için hemen harekete geçti. “Hareket felsefesinin özgürlüğe bakışı da hareket temellidir. İnsan şuurunda hürriyet yoktur. Harekette özgürlük olabilir çünkü düşüncemizde hürriyet ihtimalleri ve seçenekleri mevcut olabilir ama kişi ancak seçimini yapınca hürce hareket etmiş olur.” [5]
Nurettin Topçu’ya göre irade bireyden başlar ve sırasıyla aile, sanat, toplum, ahlak ve insanlığa ulaşır. Hareketini sonsuzluğun sınırına ulaştırmış olan kişi başarıya ulaşmış olur. Bu noktaya ulaşmak için gereken irade, isyan ahlakından geçer. Adalet olgusunu içinde barındırmayan bir hareket insanı “sonsuz varlığa” eriştiremez. Adaleti zedeleyen en büyük şey ise istismardır. İnsanın inanç, irade ve hareketinin zalime, bireysel ya da toplumsal istismarcılara karşı durması gerekir. İşte bu “isyan ahlakıdır”.
Batı’da aydınlanma döneminde din ve politik güç arasındaki kopuş önemli bir basamaktır. Modernizm ve postmodernizm için önemli etkileri olan bir düşünür olan Nietzsche’nin ortaya koyduğu gibi bu dönemde ve sonrası için iyilik ve kötülük, erdemli hayat ve kolektif akıl, ahlak ve özgürlük, doğru ve yanlış ayrımlarının sınırları belirsizleşecektir. Nietzsche, artık gelişimci olarak gördüğü bir olguyu nitelemek için “iyi” ya da “doğru” yerine “sağlıklı” demeyi tercih edecektir. Bu da bireyciliğin ilerleyeceği yolu ve önceliklerini belirlemek için çığır açan bir değişim olacaktır.
Zamanımızın uyanışı
Doğu felsefeleri ruhun arayışına girmişken, batı sadece topluma ve bilimsel bilgiye mi odaklanmıştır? Bu pek doğru değildir. İlkçağlardan itibaren batılılar da varoluş konusuna kafa yormuş, evreni ve hayatı oluşturan ilk maddeyi aramış, ruhun peşine düşmüştür. Ruhsal arayışın dinde cevaplar aradığı ortaçağ boyunca batı, kilisenin gücünü kötüye kullanmasıyla üç asırdan fazla bir süre insan aklına sırtını dönmüş, bedeni de günahların yuvası sayarak yok saymıştır. İlk kez din adamlarının doğudaki bilgi arayışına kulak vererek yazdığı yazılar ile uyanış başlamış, bilim, sanat, hukuk gibi değerlerin devleşmesiyle insan hakları toplumda yer etmiştir. Hegel‘in Bilincin Fenomolojisi, Ruhun Fenomolojisi eserleri, Kant‘ın “Geleceğin Metafiziğine Giriş” eseri, Freud‘un psikoloji çalışmaları ile ruh bilimini ortaya koyması sayısız girişimlerden en çok iz bırakanlarıdır. Schopenhauer, Nietszche, Goethe doğu felsefelerinden oldukça etkilenmiş ve bu bilgileri batılı sistematik dizin içinde yorumlayarak kelimenin tam anlamıyla düşünceye çağ atlatmışlardır. Spinoza, batılı aydınlanmanın temelini oluşturan bir filozof olarak, çoğu batılı kaynakta Buda’dan etkilendiği belirtilmekteyse de – aslında bu doğuyu Buda ile özdeşleştiren yüzeysel bir değerlendirmedir – aslında neredeyse tam olarak Tasavvuf felsefesiyle özdeşleşmektedir. Aslında dini filozoflar olarak bildiğimiz bazı filozoflar bildiğimiz anlamda (yani topluma yerleştiği konum olarak) dinlerin tam karşısında yer alır çünkü gücü ve kutsallığı evrenin kendisine verir. Bu durumda insan sorumluluk almak zorunda kalır. Çünkü o da bu durumun bir parçasıdır. Spinoza’nın tasavvuftan ayrıldığı tek fark belki de budur ki tasavvuf filozoflarının bazılarında da bu ayrım birbirlerine karşı görülse de temel olarak, sorumluluğu insana verme (ve gücü kutsallığı ya da yaratıcı erki evrene ya da insanlaştırılmış bir şekilde Tanrı’ya verme arasındaki fark) toplumsal anlamda her şeyi değiştirir. Spinoza bir tek özgür iradenin olmadığı iddiasıyla Tanrısal düşünceye yaklaşır, onun dışındaki görüşleri tasavvuf fikrini yansıtmaktadır. Ayrıca etkili düşünce akımlarından, Sübjektif idealizm olarak bilinen akım daha çok Buda düşüncesini yansıtır, varlığın illüzyon olduğunu nakleder, aslında demek istedikleri bilinç ile algılandığı için bilincin varlığından emin olabileceğimiz buna karşın, bilincin karşılaştıklarının tam olarak kendinde ne olduğunu bilme şansımızın pek olmadığıdır. (Platon‘dan beri gerçek dünya ve illüzyon dünyayı ayırarak, dinlere de referans olan görüşün kendini bu noktada açıklayabildiğini görüyoruz.) Nitekim Kant (transandantal) aşkın idealizm anlayışını anlatırken bu farkı ortaya koymuştur, böylece Platon’dan beri gelen, doğu felsefelerinin illüzyon fikrinin gerçekte ne demek istediğini çıkarımsamıştır. Hegel’e göre ise bilinç ve karşılaştığı varlıklar, tam olarak birbirinin aynı olmalıdırlar ki karşılaşmış olabilsinler. Bu da bize vahdeti vücut varlık ilişkisini hatırlatmaktadır. Hegel’in görüşü mutlak idealizm olarak adlandırılır, yine de Hegel’e daha yakından baktığımızda Bilincin Katmanlarını açıklayışındaki gidişte çeşitli algı farklılıklarına derinlemesine girdiğini görürüz. Hegel’e göre bilinç bir şeye bakar ve “Bu beyaz” der, fakat gece olur ve durum değişir. Burada hem duyuların değişkenliğini hem de zaman faktörünü ortaya atmış olur. Bilinç katmanlarında, bilinç kendini önce her şeyin merkezi zannedecek, her şeyde kendisini görecek, her şeyin kendisi için olduğuna inanacaktır. Bu hem felsefede Descartes dönemi ile kolektif olarak aşamayı anlamamızı sağlar (Hatırlarsanız Descartes’e göre dünya evrenin merkezindedir, güneş dünyanın etrafında dönmektedir ve insan tüm bu olup bitenlerin tek amacıdır) hem de insan hayatında genellikle ilk gençlikten orta yaşlara geçerken yaşanılan duruma benzer… Sürekli ben dediğimiz bir dönemdir. Her şeyde kendimizi görürüz ve her şeyin bizim için orada olduğunu zannederiz. Milletler hala bu evrededir ve gerçek bir çoğulculuğa geçemememiz de belki de bu yüzdendir. Hegel’e göre Bilinç, daha sonra bu durumun tam tersini yaşayacaktır. Dev evrenin içinde bir hiçtir, bir toz parçası bile olamayacak kadar küçüktür, değersizdir ve yitiktir. Evet, gerçekten de bu iki zıt aşama birbirini kovalamaktadır. Nihayetinde Hegel evrenin varlık amacını “kendi kendini anlama” olarak açıklar. Böylece akıl yine başköşeye yerleşmiştir. İlginçtir ki evren ve uzay bilimlerinin gelişmeye başlamasından iki asırdan daha fazla bir zaman önce evreni bir spiral olarak betimler bu felsefesiyle… Bu bizi şaşırttı mı? Tabii ki bilimsel akla sahip olan bizleri şaşırtmaktadır… Ancak Yunan felsefesinde mikroskobun bulunmasından neredeyse bir milenyum önce “Atomcular” diye bir grubun olması kadar ve “Kaos felsefesinin” işlenmesi kadar şaşırtmadı. İşte Leibniz, Kant, Durkheim gibi filozofların üzerine uzun tartışmalar oluşturduğu “deneyime dayanmayan bilgi gerçekten bilinebilir mi” sorusuna bir cevap niteliğindedir bu durum. Matematik tümüyle kavramlara dayanır, deney ile ispatlanamaz. Felsefe de öyledir, ama filozofların birbirini nasıl izleyip tamamladığını bilenler için felsefede de en az matematik kadar kesinlik söz konusudur. Bilimin kesinlik ve mutlak bilgi peşindeki koşusu onu sürpriz bir şekilde kuantum keşiflerine götürecek ve belirsizlik, asla yakalanamayan bir görünüp bir kaybolan parçacıklar gibi kesin denilen bilgileri elimizden alıp götürecektir. Hâlbuki biz bu bilgiler üzerine modern bir dünya inşa etmiştik bile, Nietzsche’nin tüm itirazlarına rağmen. Belki de bu yüzdendir ki, modern çağ tüm görkemiyle parlayıp, en tepe noktasında postmodernizmi filizlendirirken İnsan tekrar felsefenin merkezine kurulur. Yüzyıllarca unutulan beden, hak ettiği yere yerleşir. Ne de olsa emin olduğumuz tek şey kendi bilincimizdir ve tüm gizemlerine ve katmanlarına rağmen düşünüyorsak varızdır. Tasavvuf felsefesi, belki de bunun daha da ötesine gitmiş, evrenin var oluş amacını “kendini anlamaktan” da öteye götürmüş, aşk ile uyumun dansını, gezegenlerin hareketini yine neredeyse bir milenyum önceden tasvir etmiş, eşitlik bilincinden, öz’e, hareketin dengesinden, varlığın birliğine kadar, bu zorlu koşunun geleceği noktayı hissetmiştir. Mevlana felsefesi uzak doğuyu Anadolu’ya taşımış, Hristiyan düşüncesiyle çarpışınca, tüm bilgileri sentezlemeye koyulmuş ve görmeden hissetmiş ve şaşmaz bir şekilde insanlık ve varlık erdemlerini, hoşgörüyü, anlayışı, esnekliği ve dansı (harmoniyi) keşfetmiştir. Doğulu üstatların zihni susturarak kendini toplumdan soyutlayıp doğayı izleyerek bir dağın olgunluğuna, bir kaplanın esnekliğine ve gücüne ve gölün duruluğuna ulaşmak için yaptıkları uzun meditasyonlar, yoga ve vücut bilinci için verdikleri emek, onları sabit postürlerde bir sonsuzluk hissine götürmüştür. Nefesin mucizelerini ve iyileştirme gücünü deneyimlemişler ve akabinde öğretmeye başlamışlardır. Tasavvufta ise sonsuz olan harekette bulunmuştur. Evrende sabit bir şey olmadığını, her şeyin hareket halinde olduğunu ve sonsuzluğun sırrının harekette olduğunu anlamışlardır. Üstelik doğu öğretilerine karışan kendi kültürel yapıları, ruhsal gelişime de bir kast fikrini yerleştirmeye çalışmıştır. Bireysel uyanış, bireysel gelişim tek başına ilerlemez. Uyanış öyle parıltılı olmalıdır ki, tüm toplumu ışığıyla aydınlatsın, elindekileri ve kalbindekileri sonuna kadar ve sonsuzca paylaşsın… Kişisel uyanış, bir çağa malolabilsin… Ve hiçbir aşamayı, varlığın hiçbir birleşenini atlamasın. Çünkü beden unutulduğunda aydınlanma bedenle ilgilidir, ruh unutulduğunda aydınlanma ruh ile ilgilidir ve akıl unutulduğunda zaten orada bir parça bile ışık olmaz…
[1] Norman Hampson. 1991. Aydınlanma Çağı. Doğan Kitap
[2]Özgen, Mehmet Kasım. 2013. Beytulhikme An International Journal of Philosophy
[3] https://www.bbvaopenmind.com/en/giordano-bruno-the-philosopher-of-astronomy/
[4] https://listelist.com/leonardo-da-vinci/
[5] Ceylan,Semih. İyinin ve Kötünün Ötesinde – Hareket Felsefesi, İsyan Ahlakı