6 Mayıs
Selçuk
Bugün uyandığımda gök gürültülü sağanak yağış vardı. Bir de sert rüzgar… Öğlen Polonyalı arkadaşım Marcin gelecekti. Kimseye zarar vermediği sürece böyle havaları severim. Göğün gürlemesini duymak, çakan şimşekle aydınlanışını görmek güzel şey. İnsanların yeryüzünün hakimi olmadığını hissetmek de güzel hatta umut verici gelir böyle anlarda. Ancak bugün, Marcin ancak birkaç gün kalacağı için sağanak yağmurun geçmesini diledim. Ne iyi ki öyle oldu ve yağmur ertesinin ıslak ışığı ve sıcağında Selçuk’u gezdik.
Bir süre yaşadığım Juneau’da (Alaska’nın başkenti) ılıman yağmur ormanı olduğu için yılın büyük bölümü yağışlı oluyor ancak gök gürültüsü ve şimşeğe nadiren rastlanıyor. Yaklaşık olarak yılda bir kere. Bu çok ilginç durumun nedeni enlemle ve bölgede geniş buzul sahası olmasıyla ilgiliymiş. Juneau çevresindeki buzul sahası 3800 km². Buzul sahaları gök gürültüsüne neden olan kümülonimbus bulutlarını doğuracak hava cereyanını oluşturmak için gereken sıcaklığın oluşmasını engelliyormuş. Buzul sahası üzerinden geçerken kümülonimbus bulutları daha uysal kuzenlerine, yağmur bulutlarına dönüşüyormuş.
Juneau’nun yer aldığı enlemlerde (58. kuzey enlemi) gök gürültüsünü oluşturacak kalınlıkta atmosfer bulunmuyormuş. Benzeri kuzey enlemlerinde atmosfer daha düşük enlemlere göre daha inceymiş. Tropiklerde oluşan gök gürültüsü dünya yüzeyinden 15 km kadar yukarıda görülürmüş. Juneau’da ise büyük bir gök gürültüsünün yüksekliği ancak 4,5 – 6 km olurmuş.
Juneau’da yaşarken göğün gürlemesini, onun habercisi şimşeğin çakışını özlerdim. Şimşeğin göğü, hızla yazı yazan bir mitolojik tanrı gibi çizip aydınlatması; göğün Zeus ve diğer tanrıların kavgasından doğar gibi gürlemesini özlememek mümkün mü zaten?
Marcin’e ilk Selçuk kalesini gezdirdik. Oldukça büyük bir kertenkelenin kale duvarlarından hızla aşağıya inişini görmek çok hoşuma gitti. Yağmur sonrasına özgü ıslak güneşi de seviyorlar mı acaba?
Özgür Keşaplı Didrickson
7 Mayıs
Marcin Dilek Yarımadası Milli Parkı’nı görmek istedi ve yola koyulduk. Kirazlı köyünden geçerken yılın ilk kirazını yedim. Dalından kopardığım için olmalı, çok lezzetli geldi. Üzümün yanısıra kiraz için de söyleniyor mu bilmiyorum ama bir “cıngıl” kopardım. Bu arada Marcin’e “göz hakkı”ndan söz ettim. Cıngıla biraz uzaktan bakınca yapma kiraza benzediğini düşündüm ve şaşırdım. Parlak kırmızı rengin bir oyunu olmalı herhalde. Bunu düşünürken aklıma üzerinde kiraz olan şapkalar geldi. Genelde deniz şapkaları değil miydi onlar? Neden kiraz koyarlar ki üzerlerine?
Bir süredir gözümüze kestirdiğimiz, yamaçtaki “Sultan Sofrası” isimli yerde bir kahve molası verdik. Tahmin ettiğimiz gibi muhteşem bir manzarası varmış, üstelik bir iki bina dışında manzarayı bozan hiç bir yapı da yokmuş. Belki de hafta içi olduğu için çok sessizdi. Bizden başka kimse yoktu. Otururken çok özgün sesleriyle bir çift kuzgun geçti. Bir de kerkenez gördük. Çok yüksekte olduğumuz için kanatlarının üzerini bile görebildik. Uzun süre o manzarayı içime çekerek oturmak ve yazmak için yeniden ziyaret etmeliyim.
Kahve içerken bir de ilginç bir çekirge ziyaret etti bizi. Hemen de kaçmadı, tanışmış olduk.
Dilek Yarımadası Milli Parkı’nda Akdeniz Hanımeli Kelebeği gördük. Daha önce ne zaman gördüğümü hatırlayamıyorum bile. Kelebeklerin hepsi birbirinden güzel. Kanyona giden patikada bir süre yürüdük. Mavi, küçük bir kelebek uçuştu aramızda; sonra minik bir taşa kondu. Yağmur çiselemeye başlamıştı. Yavaşça eğildim ve üzerinde durduğu taşla birlikte kelebeği avucumun içine aldım. Hiç kıpırdamadan durdu uzunca bir süre. Çok büyülü bir andı. Yazma eylemi ile haşır neşir olan birisi bir kelebeğe yakınsa elbette parmaklarına biraz kelebek tozu konuyor. Büyüleyici şey, sağ ol kelebek!
Sonradan, kelebekler konusunda ülkemizin önde gelen bilimcilerinden Evrim Karaçetin‘den kelebeğin “Kutsal Mavi” türünden olduğunu öğrendim. Bilimsel ismi de Celastrina argiolus imiş
Bir süre önce de gelmiştim Milli Park’a ama 25 yıl kadar sonra ziyaret ettiğimden olsa gerek gözüm onlara yetişememiş. İnsanı masal diyarlarına götüren sandal ağaçları (Arbutus andrachne ) varmış meğer parkta. Kiremit kırmızısı rengi, yer yer benek şeklinde pütürleri ve engebeleri olsa da pütürsüz sayılacak gövdesi ve kızıl renkle zıtlık oluşturan yemyeşil yapraklarıyla masal dünyasının kapılarını açan bu ağaca tırmanmak nasıl olurdu acaba? Kızıl bir sandalın kaptanı gibi ayağa kalkıp ufka bakmak…
Özgür Keşaplı Didrickson
8 mayıs
Bugün ilk kez, ağaçların altında gelişigüzel yürüyerek Priene antik kentini gezdim. Taşlarının arasından türlü bitkilerin patladığı küçük, kare meclis binasından sonra hayatımda ilk kez gördüğüm ilginç taş koltukları olan büyükçe tiyatroya ulaştık. Koltukların kenarında ve arkasında kalp şeklinde, sanırım bir tür sarmaşık bitkisine ait yaprak desenleri vardı. Hangi bitki olacağına dair bir araştırma yapmam gerek. Yine taşların üzerinde yunus olduğunu düşündüğüm bir desene rastladım. Bunu da araştırmalıyım.
Çevremiz hayıtlarla kaplı olduğu için antik taşların anlattığı öykülere hayıt kokusu bulaştı; ne iyi oldu. Taşların arasından fışkıran “tüylü çan çiçekleri” de hep olduğu gibi gözlerimizi aldı sık sık; ne güzel renkleri var. Priene’nin en etkileyici yerlerinden birisi Athena Tapınağı‘ydı. Elbette sırtını ormana ve Dilek (Samsun) dağına yasladığı için. Dilek Dağı’nın ismi eskiden Mykale imiş.
Kenti farklı bir patikadan terk ettik. Önümüze hayatımda ilk kez gördüğüm, Facebook’taki “Flora” grubundan adının “yılan bıçağı” (Dracunculus vulgaris) olduğunu öğrendiğim bir bitki çıktı. Bitki isimlerinin çoğu bitkilerin kendisi gibi çarpıyor beni. Gündelik hayatta çok kısır, renksiz sözcükler kullandığımızı düşünmeden edemiyorum.
Önümüze bir de dut ağaçları çıktı. Önceki gün Selçuk Kalesi’nin bahçesindeki ağaçtan yılın ilk dutlarını yemiştik. Burada da elimin erdiğince topladım. Bugünlerde ne çok ağacın altı ezilmiş dut lekesi dolu. Kuşlar hepsini bitiremiyor olabilir, nerde görsek yemek gerek!
Priene’den sonra geçen gün Dilek Yarımadası Milli Parkı haritasından keşfettiğimiz Eski Doğanbey köyüne gittik. Kurtuluş Savaşı sırasında mübadele sonucunda Yunanistan’a göç eden Rumlardan kalma köy – sanırım çoğunluğu restore edilmiş – taş evlerle doluydu. Butik otellerin sayısı da hayli fazlaydı. Bu durumlarda yelerin ruhunun değiştiğini düşünüyorum ama kimi zaman yapılar ancak böyle “korunuyorlar”. Çiçeklerle dolu arnavut kaldırımı döşeli sokaklarda yürürken bir kaplan kırlangıçkuyruk kelebeği gördük. Çok güzel bir karşılaşmaydı.
Köyden sonra Miletos Antik Kenti’ne gittik. Girişteki büyük tiyatro ve geniş, mor dikenlerle dolu sulak bir araziye yayılmış yıkıntılar çok etkileyiciydi. Efes gibi Miletos da eskiden bir liman kentiymiş. Arkeogezgin sitesinden (arkeogezgin.com) bir alıntı yapayım ” Milet ismi ise mitolojik açıdan Apollon ile ilgilidir. Miletus, Apollo ile Minos’un kızı Akakallis’in oğludur. Akakallis babasının gazabından korunmak için oğlunu ormanda saklar.Apollo da dişikurta onu beslemesi için emir verir. Miletus kurtlar tarafından büyütülür. Daha sonra bir çobanın bulduğunu ve evine getirilip büyüttüğü söylenir. Miletus yetişkin olduğunda Girit’i terk eder ve Karia gelir. Menderes nehrinin kızı Kyane ile evlenir ve Miletos’u kurar. Miletos isminin de buradan geldiği söylenmektedir”.
Bilgi panolarından Miletos’un en önemli kutsal alanının adının Delphinion olduğunu öğrendim. Meğer Apollo’nun kutsal hayvanlarından biriymiş yunus. Acaba Priene kentinde gördüğüm yunus deseninin de Apollo ile ilgisi mi vardı? Bu soruları bir bilene yöneltmeli.
Antik kenti gezerken arıkuşları eşlik etti bize. Ulaşamadığımız, sulak bir bölge olduğu belli bir alana 2 angıt indi. Balıkçıllar da vardı. Kuş gözlem için de çok uygun bir yer ama yine de antik taşlara en çok yakışan kertenkeleler. Zaten dürbünümü özellikle onlar için getirmiştim. Çıplak gözle birkaç kez büyük, küçük kertenkeleler gördük. Bir kısmına “keler” deniyor olsa gerek. Büyük, boğazı sarı birine bir süre dürbünle, hayran hayran baktım. Ara sıra kıpırdamadan duruyorlar evet ama ne kadar hızlılar. Sıcak taşlara oturup sabırla onları beklemeyi isterim.
Ayrılmadan önce eskiden Kervansaray olarak kullanılan bir yapının içindeki, tiyatroya bakan bir kafeye oturduk. İlk kez bir antik tiyatroya bakarak kahve içtim. Polonyalı dostum Marcin’i gezdirmek uğruna aynı güne Priene’yi de sığdırdığımız için gördüklerimi, hissettiklerimi sindirmeye başlamak için güzel bir andı. Tuvalete gittiğimde ise beni bir sürpriz bekliyormuş meğer. Kervansaray avlusunda sayısız kır kırlangıcı uçuşuyordu, meğer tuvalete de yuva yapmışlar! Girdiğimde sanırım birisi yavrularını besleyemeden uçup gitti. Dört minik yavrunun yemek bekleyen ağzını gördüm. Her yer kırlangıç dışkısıyla doluydu. Belki bu durum herkesin hoşuna gitmeyebilir. Orayı işleten adam kırlangıçlara kıyamadıklarını söyledi. Böyle güzel insanlar da var.
Son olarak Bafa Gölü’ne gittik. Kocaman kayalarla dolu tepelerin görüntüsüne bayıldık. Daha önce hep kıyısından geçtiğimiz gölle ilgili hiç bir şey bilmiyorduk. Kapıkırı köyünün olduğu yerde Herakleia Antik Kenti’nin yıkıntılarının olduğunu öğrenmiştik. Güne onca gezi zor sığmıştı tabii, güneş batmadan hemen önce ulaştık köye. Üzerinde yıkıntılar bulunan bir küçük adaya bakan kumlu bir sahilde durduk bir süre. Bütün gün antik şehirlerde dolaşmamıza selam eder şekilde Zeus isimli bir kayık vardı.
Özgür Keşaplı Didrickson
9 Mayıs
Son gününde Marcin’i Kuşadası’na götürdük. Selçuk’a yerleştikten sonra pek gitmedik Kuşadası’na. Güvercinada’yı bir ortaokul gezisinde gezmiştim. Yıllar sonra ilk kez Marcin’le ziyaret etmiş oldum. Pek çok yerde bilgi panoları olması çok hoşuma gitti. Çok yoğun yerleşimin kıyısında olmasına rağmen sessiz olmasına da sevindim.
Hiç duymamıştım, meğer kalede Doğu Akdeniz kıyılarında ender görülen Uzun Balina Balaenoptera physalus iskeleti varmış. Milli Parkın Kavaklı Burun Koyu’nda kıyıya vurmuş olarak bulunan balina, Türkiye kıyılarında bulunan 3. örnekmiş. Türk Deniz Araştırmaları Vakfı’nın katkıda bulunduğu çalışmalar sonucu sergilenen, deniz öykülerini taşıyan iskeleti herkes görmeli.
Nedense bir de kafeste tavus kuşları vardı. Yalnızca erkeklerin sayısı 5 idi. Hepsi birden kuyruklarını açsa zor sığar o kafese. Neden orada ve bu kadar dar alanda tutuyorlar o kuşları anlayamadım. Bir ikisi bir dalın üzerinde oturmuşlardı. O eşsiz desenli upuzun kuyruklara ilk kez görmüş gibi bakarken aklıma o kuyruğun doğa tasarımı bir kostüm olarak sahneye ne çok yakışacağı geldi. Mesele bir tiyatro oyunu, ya da bir dans gösterisi…Tavus kuşu kuyruğunda kesinlikle sahne tozu var.
Özgür Keşaplı Didrickson
11 Mayıs
Kelebek uzmanı arkadaşımız Evrim Karaçetin, 12 Haziran 2016’da Gesi – Güzelköy arasındaki vadide yaptığı büyüleyici bir gözlemi paylaştı bizimle;
Bir gelinciğin hikayesi
Her kelebeğin bir hikayesi vardır.. Eğer onları ziyarete gidersek, ve biraz da şanslıysak belki, bize uzun uzun anlatırlar.
Bu Tomares nogelii, nam-ı diğer Anadolu gelinciği
Besin bitkisinin üzerinde.. Astragalus sp. Bizden hiç rahatsız olmadan, bitkinin her yaprağı üzerinde dolaşıp, tadına baktı dakikalarca abdomeninin ucuyla..
Ve sonra iki küçücük yumurta bıraktı, bitkinin tüylü yapraklarının arasına, en taze besinin bulunduğu, çiçeğin ve tomurcukların çıkacağı yere..
Evrim Karaçetin
İzmir
Jakaranda ağaçları açtı. Eflatun çiçekleri hem gökyüzünü hem de yerleri süslemeye başladı. Bu tropik ağaçlardan İzmir’de bolca var. Çok güzeller ağaçlar arasında birer buket çiçek gibi.
Geçen hafta Atina’daydım. Tesadüf yolumuz Küçük Asya Araştırmaları Merkezi’ne düştü. Akropolis’in hemen altındaki Plaka semtindeydi. Plaka sanki şehrin ortasına yerleştirilmiş bir adadan parça gibi, insan koca bir şehirde olduğunu unutuyor. Merkeze girdiğimizde bizi müzik odasında bir beyefendi karşıladı. Beraberce Kapadokya’dan gelmiş mübadillerin 1930’larda nasıl seslendiriyorlarsa öyle söyledikleri şarkıları hem o günkü yorumu hem de çağdaş yorumlarıyla dinledik, çok ucuz bir fiyata da bu cdleri alabildik. Şarkılara bu bey de eşlik ediyordu kendisi de müzisyenmiş. Bize Rodos’ta verdiği bir konserden bahsetti. Bir keresinde Rodos’un Koskinou yöresinde bir konser vermiş ve oranın yerlileri size ne hediye etsek demişler, ne istersiniz bizden diye sormuşlar. Bu bey ise bu güzel koku ne ise onu isterim demiş, her yer mis gibi kokuyormuş. Müzik dinlerken “φούλια” Yunancada fulya denen ful çiçeği, arap yasemini ortama misafir oldu.
Yeşim Öndül
12 Mayıs
Selçuk
Bir türlü tepelere çıkıp yuvalara bakamamıştım. Ne iyi ki artık leylek yavrularının başlarını yerden de görebiliyorum. Yeryüzünün taşıyamayacağı kadar büyük insan nüfusunu düşününce hele bu yavrulara sevinmemek elde değil.
Özgür Keşaplı Didrickson
Not: Metinde geçen ama fotoğrafına yer verilemememiş kuş, kelebek, bitki türleri için sırasıyla trakus.org; trakel.org ve turkiyebitkileri.com adreslerini ziyaret edebilirsiniz.
…
Azizm Sanat Örgütü olarak doğadan zannedildiği kadar uzak olmadığımızı düşünerek, bu düşüncenin yarattığı umutla “Dirimbilim Günlüğü” köşesini açmaya karar verdik.
Dirimbilim Günlüğü’nün her yaştan herkesin katkısıyla oluşmasını arzuluyoruz. Günlüğümüzde yer almak için yer ve tarih bilgisiyle bize gözlem ve düşüncelerinizi aktarabilirsiniz. Notlarınıza fotoğraf, çizim, video da ekleyebilirsiniz.
Bizi birleştireceğini, yaban hayata olan sevgimizle güç birliği yapmamızı sağlayacağını umduğumuz günlüğümüze katkılarınızı bekliyoruz. Notlarınızı dirimbilimgunlugu@gmail.com adresinden yayın kurulumuza gönderebilirsiniz.