68’in 50. yılında aslında hiç haddime değildi bu yazıyı yazmak. Fakat yıllardır etkisini devam ettiren ve benim de etkisinde olduğum bir kuşak olduğu için kayıtsız kalamadım. Evet; etkisi sürüyor, bir avuç insan da olsa, yaşatılmaya çalışılıyor. Fakat durum gittikçe vahim bir hal alıyor. Aklımızda kalan sadece isimler ve birkaç ezberlenmiş sözden ibaret! Onları anlamak yerine, adeta bir takımı desteklercesine fanatik bir tavırla yaklaşıyoruz hepsine. Ulaş Bardakçı’nın da dediği gibi devrimcilerden evliya yaratıyoruz. Sadece günümüzün değil, geçmişin de sorunu bu. Biz yaşayanı öldürür, öldürdüğümüzü yaşatırız! Ve onu istediğimiz şekle sokar, popüler kültürün eline veririz. Yıllarca sürecek malzeme hazırdır.
Peki, bu virüsten nasıl kurtulacağız? İşte 50 yıl öncesinin gençlerinin bizden ilerici olmasının nedeni buydu. Olanlara kayıtsız kalmamak, ahlaki bir davranıştı onlar için. Boyun eğmemek, bilimle ve sanatla harmanlanmak, dünyayı takip etmek elbette ilk şartlarıydı. “Devrimci başarılı olmalıdır” diyordu Hüseyin Cevahir. Mesela Sinan Cemgil’in dört dil bildiğini bilir misiniz? Peki ya Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Hüseyin Cevahir’in şair olduğunu? Hüseyin Cevahir’in edebiyat eleştirmenliği yaptığını? Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini iyi bilen İbrahim Kaypakkaya’yı? Gençtiler, bilgiliydiler, devrimciydiler. Günümüz gençliğinin gez, toz, eğlen üçlemesi yerine “başkaldır, yık ve daha güzel bir dünya kur” dediler.
50 yıl öncesinin kavgasını anlamak, yaşatmak ve hep yenilenerek gitmek gençliğin boynunun borcudur! Bize kalan mirası, popüler kültürün malzemesi olmaktan çıkarıp, hazineyi ayaklar altına almamaktır. Bütün bunları gerçekleştirmenin tel yolu uyanmaktır! Unutmamaktır!
Görsel: Paris Sorbonne Üniversitesi, 1968.