20.yüzyılda kolektivist bilincin gençlik hareketleriyle sarmalanarak uluslararası boyutlara ulaşması ve bu dönemdeki kitlesel aydınlanma ve örgütlenme refleksleri, 68 kuşağının özelliklerini ortaya koyar. Bugün popüler kültür içerisinde sıklıkla dillendirilen ‘sistem karşıtlığı’ figürünün ortaya çıkmasını ve gerek ideolojik, gerekse entelektüel açıdan sistemin değişmesi ve haklı, ezilen kişi ya da grupların saflarında yer alarak egemen sınıfa bir başkaldırının yüzyıl içerisindeki en önemli duruşunu 68 kuşağı gösterir.
20.yüzyılda özellikle İngiltere ve diğer büyük Avrupa ülkelerinde hızla büyüyen kentleşme hareketi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında daha büyük bir kuvvet ve hızla artmaya başlar. Birey odaklı, toplum bütününün ortadan kalkmaya başladığı ve burjuva hegomanyasına hapsolmuş büyük başkentler, başta Paris olmak üzere New York, Tokyo, Mexico City, Varşova, Berlin, Londra, Viyana, Madrid, Pekin, İstanbul gibi, sınıf çatışmalarının çokça görüldüğü, kötü bir düzenin bozularak yeniden, temiz ve adaletli bir biçimde yeniden inşa edilerek sunulmasını isteyen bu gençlik hareketi, ülkemizde problemli ve yeniden inşaya müsait bir kültürel erozyon altında olduğu için sıkı ve hızlı bir biçimde örgütlenir.
Büyük depresyon olarak adlandırılan 1929 ekonomik krizini yaşayan milletlerin fertleri, otoriter sistem içerisinde ideolojik yönlerinden törpülenir ve kapitalist yönetim ve o dönemki pop-kültür ürünler içerisinde güdülenir. Bu neslin çocuklarının, otoriteye ve kapitalizme olan başkaldırılarının sebepleri, içlerinde bulundukları baskıcı ve tekdüze bir robotik sisteme, sınırları çizilmiş, özgür olmayan bir eğitim sistemine maruz kalmalarındandır. Türkiye ise, 1950’li yıllardan itibaren kültürel ve siyasi bakımdan egemen güç ABD’nin kültürel ve kapitalist yönetim sisteminin etkisi altına girer. 68 kuşağının yurdumuzda ideoloji oluşturma evreleri ise buradan başlar ve haklı-mağdur sınıfların yanlarında saf tutarak, hareketin omurgası, yer aldığı safın doğal ve berraklığıyla neticelenir.
1969’da Amerikan 6. filosuna karşı gösterilen büyük mukavemetin en önemli sebebi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs sorununda yalnız bırakılmasıdır. Adadaki Rum katliamları ve faşist baskılara karşı fikirsel bir başkaldırıyla oluşan kuşağın tepkisi, Türk limanlarına yanaşan Amerikan filosunun protesto edilmesiyle sonuçlanır. Gerici ve kendilerine vatansever diyen kitlelerin baskınlarıyla kanlı bir protestoya dönen direnişin ardından bir süre sonra çok önemli bir olay daha yaşanır. 68 kuşağının önemli isimlerinden Sinan Cemgil‘in köylüleri toprak ağalarına karşı ayaklandırmak için gittiği Nurhak Dağları’nda öldürülmesi, hareketin aslolan duruşunun büyük bir simgesi ve kanla da yazılmış olsa, kuşağın zaferinin imzasıdır.
68 kuşağının sonu da, eylemlerinin neticesiyle eşdeğerdir. Bilindiği gibi, birçok genç karşıt görüşlüler tarafından suikastlara kurban gitmiş, en önemli değerleri idam edilmiştir. Bu küresel hareketlenmenin en önemli özelliği olan haklı ve içi dolu bir sebep için ayaklanma ve mücadele etme savaşları, hareketin yurdumuzdaki öncüllerinin idam edilmeleri ve 1980 darbesi ile yok edilir.
Yüzyıl başında otoriter aileler tarafından yetiştirilen çocukların, başkaldırıya ve hak arama mücadelesine girişmeleri gibi bir örneğe, 1971 ve 1980 sonrası yetişen çocuklar için maalesef rastlanmamıştır. Ne istediğini bilen ve sanatsal ve bilgi-birikim derinliği olan 68 kuşağının günümüzde Gezi olaylarına benzetilmesi, üzücü ve doğru olmayan bir benzetmedir. Zira bu hareketler, kapitalizme ya da otoriter baskıya karşı verilmemiş, kültürel bir depresyon içerisinde bulunan gençliğin, bu hareketten bir eğlence – ya da gençliğin verdiği enerjinin boşaltılması yönünde gerçekleştiği görülmüştür. İçinde bulunduğumuz dönem öylesine mücadelesiz ve tekdüze işlemektedir ki, bu eylemleri yorumlayanlar, bu yoklukta yakılan küçük bir kıvılcımdan ulusal bir yangın çıkartmaya uğraşsalar da bu mümkün olmamıştır. Çünkü Gezi hareketlerine katılan gençlik, isyan ettiği söylenen kapitalist popüler kültürün araçlarını kullanarak mücadele etmeye çalışmıştır. Bu mücadeleler içerisinde, toplumsal bir temel yoktur. 68 kuşağının omurgası olan, boz ve yeniden iyi bir şekilde inşa et düsturu, yeni neslin bilincinde oluşmamıştır.
68 kuşağı, toplumsal ve sanatsal yücelmenin ateşini güçlü bir biçimde yakmış olsa da, bu ateş kısa sürede yok olmuş durumdadır. Edebiyat alanında görece daha sıkı bir biçimde var olsa da, sinemamızda yeterince yer bulamamış, yer bulan örnekleri de kişilere ve ideolojilere gereğinden fazla anlam yükleyerek, bütüne ulaşmaya engel olmuştur. Bu durumda da, objektiflik kaybolarak, 68 kuşağının sanat mirası günümüze aktarılamamış ve yeni nesiller, dar görüşlü ve taraflı bir sinemayla karşılaşmıştır.
Uluslararası sinemada, dönemi dekor olarak kullanarak çekilen Bertolucci‘nin The Dreamers’ı, en keskin örneklerinden biridir. Film, 68 olaylarında Amerikalı bir öğrenciyi evlerinde misafir eden iki kardeşin arasındaki bağı konu alır. Cinsellik ve naiflik arasına sıkıştırılmış film, ne sokak olaylarına, ne de kuşağı hareketlendiren sebeplere odaklanır. Kolektif bilincin, seks ve ensest ilişkiyle ilişkilendirilerek sulandırılması, yıllar sonra bu filmi izleyen genç neslin, 68 kuşağına olan bakış açısını değiştirip, hâlihazırda kuşağı ahlaksızlık ve dinsizlikle suçlayan geri kalmış ülke insanlarının ekmeklerine yağ sürdüğü söylenebilir.
1969 yapımı Easy Rider filmi ise, dönemin uzağından değil, tam içerisinden çekilmiştir. Amerikan iktidar ideolojisinin gün geçtikçe bireyci olmaya başladığı yıllarda, çoğulcu sistemin üyeleri motosikletli iki hippinin gözünden özgürlük arayışı anlatılır. İki genç, konformist ve ideal Amerika’nın tam karşısında yer alır, sınıf çatışması, kameranın hippilerinin yanında yer almasıyla haklıyı ve doğruyu gösterir şekilde verilir. Yönetmen Hopper, filmde yazılı bir senaryoya ve kurallara bağlı kalmadan, eserini bağımsız bir şekilde oluşturur. Bu nedenle, 68 kuşağının entelektüel ve farklı yönü, ABD bağımsız sinemasından yükselerek dünyaya gösterilir.
Yine de, sisteme karşı duruşun, temel sebepleri, sığ bir alanda kalmış, toplumsal meselelere ve değinilmesi gereken elzem sorunlara yer verilmemiş, verilememiştir. Küresel çapta, bu konulara hem bilinçli, hem de entelektüel açıdan yaklaşabilmiş nadide yapımlar arasında, Nenad Puhovski‘nin Generation 68’i gösterilebilir. Belgesel film, toplumun ve düzenin yeniden inşa edilmesine duyduğu saygıyla, dönemin sosyal ve bireysel etkilerini gözler önüne seriyor.
Türk Sineması ise, 60’lı yıllarda gösterdiği toplumcu gerçekçi film refleksleriyle, popüler Hollywood Sineması anlayışının dışında, oldukça ses getirecek eserler vermiştir. Gurbet Kuşları, Susuz Yaz, Otobüs Yolcuları, Gecelerin Ötesi, Yılanların Öcü gibi, topluma ve işçiye ağırlık verilerek, eğlenceye kurban gitmeyen filmler çekilmiştir. 1961 anayasasının gölgesinde şekillenen toplumcu gerçekçi akım, 1960’lar sonu ve 1970’ler başında Yılmaz Güney‘in Umut, Arkadaş gibi filmleriyle perçinlense de, seks furyası ve artan siyasi baskı sebebiyle yerine oturamadan kaybolmuştur. Bu dönemde 68 kuşağının Türk Sineması’na olan etkisi, 60’ların başında başlayan toplumcu gerçekçi sinema ile karıştırılabilir. Oysa 68 kuşağı hareketlenmeye başlamadan önce de ülkemizde Metin Erksan, Halit Refiğ, Ertem Göreç gibi isimler, kameralarını topluma çevirerek, yeni bir sinema dili yaratmak yolunda ilerliyorlardı. Politik filmlerle temelleri atılan sinemamız, hızlı bir değişim sürecinden geçerek, toplumcu bir devrimden, bireyci bir devrime doğru kaymaya başlar. Kuşağın sosyo-ekonomik ve sınıfsal bütünlüğü elen bakış açısı, kişilerin dar görüşleriyle bezenmiş, haklı olma isteği, devrim, hak gibi kavramlar, belli bir zümreye aitmiş izlenimi yaratılarak, amacından sapmıştır. Yılmaz Güney’in Arkadaş ve Bilge Olgaç‘ın Bir Gün Mutlaka isimli filmleri, bu birey merkezine hapsolmuş, amacı anlatamadan yitip gitmiş filmlere örnek olarak gösterilebilirler.
Devrimci, dönüşümcü bir mesaj verme isteğiyle, bir anlık heveslerle, içleri doldurulmadan çekilen bu filmler, her ne kadar sinemamızda özel bir yere ait olsalar da, toplum içerisinde bağımsız ve herkesin filmi olma yollarından uzaklaşmışlardır.
12 Mart yaralarını sarmak bir yana, bu döneme değinmeden 10 yıllık bir süreci atlatan sinemamız, 1980 darbesiyle iyice 68 kuşağının öğretilerinden uzaklaşmış, bu zamana değin harcanan bütün emeklerin neredeyse boşa gitmesine seyirci kalmıştır. Darbeden sonra çekilen Memduh Ün‘ün Bütün Kapılar Kapalıydı, Erden Kıral‘ın Av Zamanı, Zülfü Livaneli‘nin Sis gibi filmleriyle, bireyin bakış açısıyla bunalımı ve darbenin etkilerine odaklanan filmler yapılmış, kollektif bilinç ve kuşak etkisi, dönemin en etkin yönetmenleri tarafından dahi el uzatılmaya layık görülmemişlerdir. 1990’lı yılların bakış açısıyla geçmişe dönük yapılan filmler arasında, Atıf Yılmaz‘ın yine aynı romandan uyarladığı Bekle Dedim Gölgeye filmi ise, diğerlerinden çoğulculuk yönüyle biraz ayrılsa da, söz söyleme isteğinin şiddetli bir biçimde verilme ihtiyacından ötürü, kötü çekimlerden de kötü bir anlayışla, romanın ardında kalır ve iyi bir 68 kuşağı filmi, ya da iyi bir film olarak dahi anılamaz.
Sonuç itibariyle, dünyayı sarsan bir gençlik ayaklanması, ülkemizde, diğer milletlerin problemlerinden daha derin ve büyük sorunlarla anılmaktadır. Kanla, darbelerle, idamlarla, devrilen hükümetlerle, ulusal ve uluslararası bir boyutta mücadele veren ülkemizin 68 kuşağı, hayali, yapay ve ‘olması istenen’ şekilde yaratılır sinemamızda. Elbette, kitlesel bir hareketi bağımsız ve iyi bir şekilde çekebilecek sinemasal altyapımızın olup olmadığı tartışılabilir, fakat yönetmenlerin kendi çizdikleri sınırlara bu devrimi hapsetmeleri kabul edilemez. 68 kuşağının ve 1970’li yılların ortalarındaki sol hareketlerin, belirli siyasi görüşlerin arkasına sokularak yumuşatılması, yeni isimler takılması ve olmayan şeylerin olmuş gibi gösterilerek gerçekten kopartılması kabul edilemez bir durumdur. Çıplak gözle görülebilen bir gerçek, bir takım sanatsal ve siyasi kaygılar – çıkarlar nedeniyle eğilip bükülerek, 68 kuşağının içi zaten boşaltılmaktadır. Bu nedenle aynı hastalığın sinemada da nüksetmesinin önüne geçilmeli, kuşağın görüşleri ve mücadeleleri, kitlesel boyutta incelenerek, uluslararası sahadan ulusal zemine dikkatli ve ayrıntılı bir biçimde aktarılarak ele alınmalıdır. Böylece, popüler kültür ve apolitik sistem içerine hapsolmuş birey ve zümrelerin 68 kuşağının tabir-i caizse ekmeğini yiyerek ‘duruş sergilemelerinin’ önüne geçilmelidir.