Gezi: Beş Yıl Önce, Beş Yıl Sonra – Ender Helvacıoğlu

Gezi Parkı başkaldırısıyla tetiklenen Haziran Direnişi beş yılı geride bırakırken günümüzden bakıldığında beş yıl öncesi bugün tam olarak ne ifade ediyor, neye karşılık geliyor ve sizce gelecekte nasıl bir konuma erişecek?

Haziran Ayaklanmasının üzerinden 5 yıl geçti. Net tahliller yapabilmek için henüz kısa bir süre. Fakat hareketin içerdiği bazı ipuçlarını yakalayarak kestirimlerde bulunabiliriz.

Haziran Ayaklanmasının ayırt edici bir özelliği vardı. Bu hareket geleceği istedi ve geleceğe kendi inisiyatifiyle el koydu. Bu yeni bir olguydu ve hareketin ufkunun geniş olduğunu gösterdi. 2007’deki kitlesel Cumhuriyet Mitinglerinin temel özelliği bir tehlikenin fark edilişi, o tehlikeye karşı direniş ve geçmişe özlem idi. Cumhuriyet Mitinglerinde alternatif bir gelecek perspektifi belirginleşmemişti, dolayısıyla emekçi kesimlere, yoksul kitlelere, varoşlara ve taşraya doğru yaygınlaşamamıştı.

Haziran Ayaklanmasında ise geçmiş kazanımları korumak isteyenlerle geleceği isteyenler buluştu; o çapta bir kitleselliği ve yurt sathına yayılmışlığı sağlayan da buydu. Ama hangi yön esastı, hangisi daha öne çıkmış ve belirleyici olmuştu? Haziran Ayaklanması, esas olarak geçmiş kazanımları koruyan bir hareket değil, geleceğe uzanmanın yollarını arayan bir hareketti. Korumacı değil, devrimci bir hareketti. Eski Türkiye’yi korumaktan öte, yeni bir Türkiye istemekteydi. Bu “başlangıç olma” niteliği önemlidir, çünkü hareketin gelip geçici olmadığını gösterir.

Bu tespitten türetilebilecek ikinci bir nokta (ve yine bir yenilik) hareketin emekçi niteliğiydi. Bir kere harekete rengini ve ruhunu verenler 1990’larda doğmuş ilk gençliklerini yaşayan insanlardı. Artık neredeyse kasabalara kadar yayılmış olan üniversitelerde ve liselerde okuyan gençler. Bu gençlerin çok büyük bir bölümü mezun olduklarında ya emekleriyle geçinecekler ya da işsizler ordusuna katılacaklardı. Öte yandan kentlerin varoşlarında ikamet eden işçi ve işsiz gençlerin de bir bölümü harekete katıldılar. Dolayısıyla hareketin başını çeken (öğrenci, işçi, işsiz) gençleri, orta sınıf veya küçük burjuva olarak değil, Türkiye emekçilerinin yoğun gelecek kaygısı taşıyan en radikal kesimi olarak tespit etmek gerekir.

Klasik orta sınıf kalıbı içinde ifade edilen meslek sahibi insanlar da hareketin kitleselleşmesinde rol sahibi oldular; hatta öncüleri aracılığıyla harekete yön de verdiler. Bunlar, neo-liberal politikalardan en fazla zarar gören ve eski nispeten ayrıcalıklı konumlarını yitirmiş kesimlerdi. Cumhuriyet Mitinglerinin tabanını da bu insanlar oluşturmuştu. Bu kesimlerin büyük bir bölümünü de artık, orta sınıf olarak değil, işçi sınıfının, daha doğrusu emekçilerin içinde değerlendirmek gerekir.

Bazılarının yeni orta sınıf olarak tabir ettiği, yeni gelişen sektörlerde (hizmet, iletişim, bilişim, reklam-pazarlama, medya) çalışanlar da hızla klasik orta sınıfların kaderini paylaşmıştı. Neo-liberal politikalar sayesinde zenginleşebileceklerini ve ayrıcalıklı bir konum elde edebileceklerini sanan, dolayısıyla geçmişte AKP’yi de destekleyen bu kesimlerin büyük çoğunluğu hızla bunun bir hayal olduğunu görmeye başlamışlardı. Ya işlerini kaybettiler ya da çok düşük ücretlerle köle gibi çalışmak zorunda kaldılar, emekçi kesimlerin özgün bir bölümü haline geldiler. Haziran Ayaklanmasına yoğun olarak ve kendilerine özgü entelektüel renklerini vererek katılmışlardı.

Türkiye’nin klasik işçi sınıfı, sanayi proletaryası da, örgütlü bir biçimde değil ama tek tek bireyler ve mahalle ahalisi olarak harekette yerini almıştı.

Kadınlar harekette özel bir yer edinmişlerdi. Genç kadınlar ve emekçi kadınlar zaten ön saftaydılar. Fakat Türkiye çapında müthiş bir tempo tutma eylemi (tencere-tava korosu) gerçekleştiren ev kadınlarının da hakkını vermek gerekir. Ev kadınları da emekçi halkın özel ve oldukça radikal bir bölümü olarak değerlendirilmelidir.

Toplam olarak bakıldığında, Haziran Ayaklanmasını bir orta sınıf hareketi olarak değil, bir emekçi ve emekçi çocukları hareketi (kısaca halk hareketi) olarak tanımlamak daha doğru görülmektedir. Bu nitelik de daha genel analizler için ikinci önemli ipucudur.

Sonuç olarak Haziran Ayaklanmasını, Türkiye’nin 150 yıllık Modernite (yani kendi ortaçağını aşma mücadelesi) sürecinde hem çok önemli bir köşe taşı, hem de yukarda saydığım özellikleriyle niteliksel bir sıçramanın vücut bulmuş hali olarak görüyorum. Bu tespiti erken bulanlar olabilir. Geleceğin ne göstereceğine bakacağız. Benim tahminim, zaman zaman yüzeye çıkan dip dalgası olarak ifade ettiğim bu hareketin, söz konusu niteliklerini daha da belirginleştirerek süreceğidir. Son 15 yıldır yaşanan büyük kitle hareketlerinin gelişim eğrisine (yani sadece ‘an’a değil sürece) baktığımda bunu görüyorum.

Tabii ki tamamlanmaktan henüz uzak. Hareketin temel sloganlarından birinde de vurgulandığı gibi “bu daha başlangıç”. Şimdi sırada büyük kentlerin çevrelerindeki yoğun işçi sınıfı ve yine büyük kentlerin varoşlarındaki işsiz ve yarı-işçi kitleler var. Bugün belki bu kitleler dinciliğin ve şovenizmin yoğun ideolojik hegemonyası altındalar. Ama ekonomik krizler eşliğinde sistemin çelişkilerinin keskinleşmesi bu insanların da harekete -hem de ağırlıklarını koyarak- katılımını sağlayacaktır. Türkiye’nin devrim potansiyellerini toplaya toplaya ve sentezlerini yapa yapa gelişecektir bu hareket.

Tabii bu söylediklerim konunun toplumsal (nesnel) boyutu. Bir de politik bilinç ve örgütlülük (öznel) boyutu var ki sanırım bu noktada ikinci soruya geliyoruz.

Gezi ve Haziran deneyimi beş yıl önce alanlarda olan muhalif odaklar açısından olumlu-olumsuz ne gibi sonuçlar doğurdu? Eleştiri ve özeleştiriyi gözeterek geleceğe yönelik sistem karşıtı fikir ve eylem inşasında bu döneme nasıl başvurulmalı, Gezi’den nasıl faydalanmalı?

Haziran Ayaklanmasının kendiliğinden bir siyasal niteliği ve kendine özgü bir örgütlülük biçimi vardı. Hareketin temel sloganı “Hükümet istifa” idi. Bu, “ağaçlar kesilmesin” talebinden çok daha yüksek bir politik düzeye hızla ulaşıldığını gösterir. Örgütlülüğü de yine kendiliğinden ve çoğumuzun yabancı olduğu Twitter vb. araçları kullanan pratiğe yönelik yöntemler eşliğinde yaşandı.

Hareket doğal olarak, alternatif iktidar talebi, merkezilik, derinlemesine örgütlülük gibi öncüler tarafından dışardan verilmesi gereken bilinç unsurlarından yoksundu. Ama bu kitlelerin değil, o bilinci vermesi beklenecek örgütlü muhalif odakların zaafıydı. Söz konusu odaklar böyle bir bilinci harekete kazandıramadıkları gibi, mevcut kendiliğinden politik ve örgütlülük düzeyinin bile gerisinde kaldılar.

Hatta bazıları (özellikle Kürt hareketi) bırakın daha yüksek bir politik bilinç kazandırmayı, “Hükümet istifa” sloganından bile rahatsız olup kenara çekildiler. Haziran hareketinde nispeten öne çıkan iki örgütün, TKP ve TGB’nin sonraki süreçleri ilginçtir: TGB sönümlenirken ve kitlesel gençlik hareketi niteliğini yitirirken, TKP en az dört parçaya bölündü. Haziran Ayaklanmasının yarattığı rüzgârı devam ettirmek iddiasıyla kurulan BHH gibi yapılar da bu iddialarının çok uzağında kaldılar ve giderek etkisizleştiler.

Bu konularda ayrıntıya girip çok şey yazılabilir (zaman zaman yazdık da) ama burada fazla uzatmayalım ve genel bir tespitte bulunmakla yetinelim; çünkü bu daha önemli.

Sorunu mevcut sol-sosyalist yapıların hazırlıksız yakalanmalarında, hareketin büyüklüğü karşısındaki zayıflıklarında veya tek tek odakların kendilerine özgü politik-örgütsel zaaflarında görmüyorum. Çünkü bu kadar çok sayıda ve farklı yapının hepsi de benzer konumda kalmışsa, daha derinde ve daha yapısal bir sorunla (aslında buna “sorun” değil de “durum” demek daha doğru olabilir) karşı karşıyayız demektir.

Dünya çapında sosyalizmin 2. dalgası (20. yüzyıl sosyalizmi de diyebiliriz) geri çekildi ve sona erdi. Türkiye özelinde 1960’ın ikinci yarısında başlayan sosyalizm dalgası da geri çekildi ve sona erdi. Bunun nesnel bir nedeni var: 21. yüzyıl dünyasının ve Türkiye’sinin, 20. yüzyıl dünyası ve Türkiye’sinden yapısal olarak farklı olması. Tıpkı 20. yüzyıl dünyası ve Türkiye’sinin, 19. yüzyıl dünyası ve Türkiye’sinden yapısal olarak farklı olması gibi… Bu sosyalizmler hataları ve sevaplarıyla bizim mirasımızdır, ama artık farklı bir dünya ve Türkiye’de yaşıyoruz.

Nasıl 19. yüzyıl Marksizmi 20. yüzyılı açıklamakta yetersiz kaldıysa, 20. yüzyıl Marksizmi de 21. yüzyılı açıklamakta yetersizdir. 19. yüzyıl Marksizmi, 20. yüzyıl Marksizmi ile (özellikle Sovyet ve Çin pratikleri zemininde oluşan Marksizm) aşılmıştı ve sürekliliği sağlanmıştı. Bugün henüz bir 21. yüzyıl Marksizmi oluşturulmuş değil. Çünkü bunun gelişmesine zemin hazırlayacak devrimci pratikler henüz yeterli ölçüde oluşmuş değil.

Mevcut Türkiye sosyalist solu hâlâ 20. yüzyıl Marksizmi paradigması (hatta bazıları 19. yüzyıl Marksizmi paradigması) çerçevesi içinde kalarak varlığını sürdürmeye çalışıyor. İdeolojik, politik, örgütsel, çalışma ve eylem tarzı vb. her alanda… Dolayısıyla toplumun canlı malzemesinden (ve tabii sınıf mücadelesi ve siyaset arenasından) kopuluyor ve akıntıya kürek çekme durumu oluşuyor. Mevcut yapılar bu halleriyle toplumsal bir karşılık bulamıyorlar.

Son dönemde gerek dünyada gerekse ülkemizde yaşanan kitle hareketleri ve özellikle Haziran Ayaklanması, mevcut sosyalist örgütlerin yetersizliğini net olarak gözler önüne serdi. Ama aynı zamanda yeni bir bütünlüklü yapılanmanın nasıl olabileceğine ilişkin ipuçları da verdi. Hareket geliştikçe bu ipuçları daha da belirginleşecek ve bilinçlerimiz de açılmaya başlayacaktır.

Eskisi gibi yol alamayacağımızı bilelim ve bu hareketlerle hemhal olarak yeniyi oluşturmaya çalışalım. Haziran Ayaklanmasının önümüze koyduğu en önemli görev budur.

Bu bölümde yazdıklarım bir zihin jimnastiği olarak anlaşılmalıdır. Tartışılmaya, sorgulanmaya, gerekçelendirilmeye, derinleştirilmeye ve en önemlisi pratikte sınanmaya ihtiyacı var. Sadece bir durum tespiti yapmaya çalıştım.

“Gezi Sanatı” ve “Gezi Mizahı” gibi tanımların bir somutluğu var mı? Varsa günümüzde geçerli mi, geçerli olmalı mı? Gezi’yi romantikleştirmenin tehlikeleri ve getirileri nelerdir?

Kendimi bu soruya hakkıyla yanıt verecek yeterlilikte görmüyorum. Sanat ve mizah gibi etkinliklerin genel toplumsal gelişmeyle bağlantılı ama kendine özgü gelişim mekanizmaları vardır. Bu alanlarda fazla bir birikimim yok. Dolayısıyla geliştirilecek uzman görüşlerini dinlemeye ve onlardan öğrenmeye ihtiyacım var.

Çok teşekkür ederim.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi126

Bunu paylaş: