Victor Hugo’nun Gözüyle: Direniş – Murat Dicle

[Bugün, 5 Ocak 2014, Pazar. Victor Hugo‘nun ünlü eseri Sefiller‘in ikinci cildindeki (İletişim Yayınlarından toplam iki ciltlik bir eserdir. Sefiller, Cilt II. syf.265) 5 Haziran 1832 başlıklı kısmı okurken bir yandan da ülkemizin bugünkü durumunu sık sık düşünmeye başladım. Yazılanların ülkemizle benzerliğini, yakın zamanda ve şu sıra yaşanan olayların bir izahını okur gibi oldum. Romanın ilgili kısmı, Türk halkının hükümete karşı başlattığı (bana göre pasif) ayaklanmanın gerekçelerini, gidişatını, medyanın ve diğer aydınların düşüncelerini gayet güzel açıkladığını, anıştırdığını gördüm. Okuduğumda çok şaşırmıştım; tıpkı, Platon’un Devlet adlı eserinde bulunan yönetim biçimlerinin bugün bile geçer akçe olduğunu öğrendiğimde olduğu gibi. Dolayısıyla, romanın ilgili kısımlarını sizinle paylaşmak istedim. Araya kendi yorumlarımı da ekleyeceğim. Yorumlarımı köşeli parantez içerisine alacağım. Bunun dışında kalan metinler olduğu gibi Victor Hugo’ya aittir. (Noktalama işaretleri, sözcükler vb. şeyler kitapta görüleceği gibi aktarılmıştır)]

[08.02.2018 tarihli eklemem: Bu yazıyı –ki bu konuda yetkin olmasam da¬ bir cesaretle– sosyal ve politik (o günlerdeki) gözlemlerim doğrultusunda yazmıştım. Bugüne geldiğimizde, bu yazının edebiyat, roman, gerçekçi olmak vb. konuları da bağlayacağını düşünüyorum. Gerçeklerden sapmayan, gerçekleri iyi analiz eden ve gerçekleri süslemeden yazabilen yazarların ne denli kıymetli olduğunu buradaki yazıda göreceksiniz. “Alt tarafı roman, alt tarafı bizi eğlendiren bir kurmaca, alt tarafı hoş vakit geçirten şeyler bunlar,” diye düşünenlerin dikkatini, gerçekçi romanların insan yaşamına ne denli katkısı olduğuna çekmek isterim. Adını çoğu insan biliyor diye söylüyorum, Deniz Gezmişlerin hangi dönem romanlardan etkilendiğiyle, Acun Ilıcalıların hangi dönem romanlardan etkilenmiş olacağını lütfen düşünün. Hatta Atatürk’ün beslendiği roman/kitapları da göz önünde tutun. Sonra kendinize sorun: Neden bir Atatürk (beklenen kurtarıcı) daha gelmiyor bu ülkeye?..]

Yeryüzünde yasalar, gelenekler aracılığıyla uygarlık içinde yapay cehennemler yaratan, ilahi yazgıyı uğursuz insanlar aracılığıyla karıştıran bir toplum lanetlemesi oldukça; çağımızın üç temel sorunu, erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşkünleşmesi, çocuğun cehalet yüzünden yeteneklerini geliştirememesi sorunları çözümlenmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları boğması mümkün oldukça; başka bir deyişle ve daha geniş bir açıdan yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar faydasız olmayacaktır. (Upton Sinclair; Sefiller romanına istinaden yazdığı önsözden alınmıştır.)

Meselenin Dış Yüzü

Ayaklanmanın terkibinde ne vardır? Hiçbir şey ve de her şey. Yavaş yavaş yayılan bir elektriklenme, birden parlayan bir alev, rastgele dolaşan bir güç, gelip geçen bir esinti. Bu esinti, bazı ağzı laf yapan kafalara, hayal kuran beyinlere, acı çeken ruhlara, yanıp tutuşan ihtiraslara, uluyan sefaletlere rastlar ve onları peşinden sürükler.

Nereye mi?

Tesadüfe bağlı; devlete karşı, kanunlara karşı, başkalarının refahına ve küstahlığına karşı…

Rencide edilen inançlar, hayal kırıklığına uğrayıp öfkeye dönüşen heyecanlar, patlamalar, bastırılmış savaş içgüdüleri, kışkırtılan gençlik cesareti, merak, değişiklik arzusu, sürpriz merakı, insanın yeni bir temsilin afişini okumaya sevk eden duygu; hedefi belirsiz kinler, garezler, hayal kırıklıkları, kaderin kendisine oyun ettiğine inanan her çeşit boş gurur; maddi sıkıntılar, boş hayaller, engellerle çevrili hırslar, bir çöküşten kendine çıkış yolu bulmayı umanlar ve nihayet hepsinin en altında yer alan o turba, ateş almaya amade o bataklık kömürü: Ayaklanmayı oluşturan unsurlar bunlardır işte.

En büyüğünden en küçüğüne, en yücesinden en aşağılığına kadar ne varsa hepsi; her şeyin dışında, başıboş, bir fırsat kollayarak dolanıp duranlar, bohemler, berduşlar, sokak serserileri, geceleri evsizlik barksızlık çölünde göğün soğuk bulutlarından başka altında uyuyacak bir dam bulamadan uyuyanlar, günlük ekmeklerini emeklerinden değil, tesadüflerden bekleyenler, sefaletin ve hiçliğin meçhul insanları, kolları çıplak, baldırları çıplak olanlar, hep ayaklanmaya aittirler.

Vay haline, onun [ayaklanmanın] kapıp götürdüğünün de, karşısına çıkıp çarptığının da. Onları birbirine ezdirir.

Elde ettiklerine, bilinmez nasıl olağan üstü bir kudret aşılar! Rasgele birini olayların gücüyle doldurur. Alelâde bir inşaat taşından gülle, hamalın birinden bir general yapar.

[Bundan sonraki paragraf, vaktiyle yazdığım bir yazıdaki teorime uygun bazı bilgiler içeriyor: Victor Hugo’nun, “ayaklanma yıkamadığı hükümetleri güçlendirir,” sözü bile tek başına bahsi geçen yazıma uygun düşüyor. Taksim Gezi Parkı ayaklanmasından önce hükümet, halkı galeyana getirmek için akla hayale uymayan absürtlükler yapmıştır: Şehrin en iyi yerindeki ağaçları yok ederek bir AVM inşaatı başlatacağını duyurması İstanbul halkını rahatsız etti. Bununla beraber üçüncü köprü yapılacağı gerekçesiyle milyonlarca ağaç katledilmiş ve sonra hükümet, “pardon biz yanlış ağaçları kestik,” deme aymazlığını bile göstererek bardağı hepten taşırmıştır. Dolayısıyla, halk, haklı olarak silahsız ve saldırısız protestolara başlamıştır ki bu anayasada açıkça ifade edilen bir haktı. Hükümet, protestocu halkla uzlaşmak yerine, şiddeti arttırarak, gerek gaz bombaları gerekse de polis şiddetiyle, halkı daha fazla galeyana getirmiştir. Ancak, sağduyulu halk, tüm bunlara rağmen silahsız ve saldırısız gösterilerine devam etmiştir. Benim teorime göre, halk sonuçta istediğini almış gibi görünse de kazanan aslında hükümet idi. Onca yaralanma, ölüm ve şiddete rağmen halk, bağırarak, dövizlerle veya en fazla TOMA’lara taş atarak protestolarını sürdürmüştür. Hükümete göre halk umulduğu kadar tepki vermemiş ve dolayısıyla bundan sonraki baskılarda, yeni çıkacak yasalarda vb. hükümet lehine durumlarda, halkın ne kadar ileri gidebileceği TEST edilmiş oldu. Bununla beraber bilinmesi gerekir ki Küresel Elitlerin çıkarlarına hizmet eden bilim insanları, Türk halkını, tahmin edilemez (unpredictable) olarak tespit etmişlerdir.]

Bazı içten pazarlıklı siyaset kâhinlerine inanılacak olursa, iktidar açısından bakıldığında, ufak bir ayaklanma şayanı temennidir. Sistem şu: Ayaklanma, yıkamadığı hükümeti güçlendirir; orduyu (veya polisi) sınamadan geçirir, burjuvaziyi derleyip toparlar; polisin kaslarını gerer; toplumun kemik yapısının gücünü gösterir. Ayaklanma jimnastik yerine geçer; aşağı yukarı sağlığı koruma işi görür. İnsan bir masajdan sonra kendini nasıl daha sıhhatli hissederse, hükümet de bir ayaklanmadan sonra kendini daha sağlıklı hisseder.

[Bu noktada aklıma bir soru geldi. Hani Gezi olaylarının başlamasıyla birlikte, Dış Mihraklar söylemi ortalarda dolaşıyordu ya, işte bu dış mihrak, Okyanus Ötesi olabilir mi acaba? AKP hükümetinin başına gelen son günlerdeki -ki Cemaat adı sıkça zikrediliyor- olaylara baktığımızda, Gezi olayları aslında bir ihtar niteliğinde miydi? Gezi olaylarından sonra, AKP’nin, Cemaat ile yaşadığı tartışmalara bir daha gözden geçirelim. Her neyse, bu tartışılır…

Bundan sonraki paragraflarda, ayaklanmaya karşı, hem tatlı tatlı karşı çıkan hem de yalakalık yapanları okuyacağız. Ayrıca karşıt görüştekilerin öne sürdükleri gerekçelerin günümüzde de hâlâ kullanıldığını görmek şaşırtıcı olacak. Alceste ve Philinte adından bahsediliyor yazıda. Moliere’nin Misantrophe adlı piyesindeki kişilerdir bunlar. Alceste, açık sözlü ve doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen bir kişi; Philinte ise, tavrını ve sözlerini çevresinin beklentilerine göre ayarlayan, nabza göre şerbet veren bir kişidir.]

Her konuda kendisini “sağduyu” temsilcisi diye takdim eden bir teori vardır; Alceste’e karşı Philinte; doğru ile yanlışı uzlaştırma çabası; biraz tepeden bakan bir tavırla açıklama, uyarma ve yumuşatma. Çünkü yerme ile mazur görmenin bir karışımıdır o, ve kendisini bilgelik sayar; oysa, genelde ukalalıktan başka bir şey değildir. [Kabul edelim, bizler de bu ukalalığı yaptık; sosyal ağlarda bilip bilmeden çok yorum ve paylaşımlar yaptık.] Orta yol adı verilen bütün bir siyaset ekolü buradan çıkmıştır işte. Soğuk su ile sıcak su arasında ılık su teorisi. Baştanbaşa sathilik [yüzeysellik] olan bu ekol, sebeplere inmeden, sonuçları inceleme masasına yatırmakla yetinen sahte derinliğiyle, bir yarıbilim doruğundan şehir meydanı ajitasyonlarını [tahrik etmeleri, kışkırtmaları] azarlar.

[Sonraki paragraf işte bu orta yolcuların genel görüşlerini sergilemektedir. Bu bizim için de önemlidir. Söylenen bu genel sözleri iyi okuyacak olursanız neredeyse tıpkısını Gezi Olayları ve sonrasında da sarf eden bir güruh olmuştur.]

Bir ekole bakılırsa: “… Her ayaklanma, dükkânların kapanmasına yol açar, gayrimenkullerin değerini düşürür, borsayı çökertir, ticareti sekteye uğratır, işleri köstekler, iflasları hızlandırır; para ortadan kaybolur, kişisel servetler kaygıya boğulur, devletin itibarı sarsılır, sanayi güven duygusunu yitirir, sermayeler yatırımdan kaçar, emeğin değeri düşer, her yanı korku salar; bu şok bütün şehirlerde yankısını bulur. Hesaplandığına göre, ayaklanmanın birinci günün Fransa’ya maliyeti yirmi milyon, ikinci gününün kırk milyon, üçüncü gününün altmış milyondur. [Yazar bu hesaplamalara, ilerideki satırlarda güzel bir kapak yapacaktır] Demek ki, üç günlük bir ayaklanmanın bedeli yüz yirmi milyon, yani sırf parasal açıdan bakıldığında bile sonuç, bir felaketi bir batış veya altmış harp gemisinin sulara gömüldüğü kaybedilmiş bir savaşla eş değerde.

“…Okullar ve lejyonlar çarpışıyorlardı. Çarpışanlar arasında, olsa olsa, bir yaş farkı vardı sadece; yoksa hepsi aynı ırktandılar, yirmi yaşında fikirleri için, kırk yaşında da aileleri için ölen aynı sert mizaçlı insanlardı onlar. Vatandaş savaşlarında daima hazin bir rol oynayan ordu, cürete karşı temkinle karşılık veriyordu. [!] Ayaklanmalar halkın gözü pekliğini açıkça gösterdikleri gibi, burjuvazinin cesaret eğitiminden de geçmesini sağlamıştır.

“İyi, güzel. Ama bütün bunlar, dökülen kana değer mi? [!] Hem sonra, akan kana bir de kararan geleceği, en seçkin kafaları saran kaygıları, namuslu [!] liberallerin ümitsizliğini, devrimin kendi eliyle kendisinde açtığı bu yaralardan yabancı mutlakıyet yöntemlerinin duyduğu mutluluğu, bu kez muzaffer olan 1830 mağluplarının, ‘Biz dememiş miydik!’ demelerini ekleyin. Belki büyümüş olan Paris’e [İstanbul!] karşılık, küçülmüş bir Fransa’yı [Türkiye!] ekleyin. Ve nihayet -her şeyi söylemek gerektiğine göre- gaddarlaşan düzenin, çılgınlaşan özgürlüğe karşı zaferini pek çok defa lekeleyen katliamları da ekleyin. Velhasıl, ayaklanmalar felaket olmuştur.”

[Yukarıdaki satırlarda, orta yolcuların meselenin özüne inmeden sadece sonuçlara yönelik yorumlarını okudunuz. Bu sözlerin, daha önceden de dediğim gibi, benzerlerini ülkemizde de okuduk ve işittik. İnsani değil, ekonomik değerlere bakılarak zikredilmiş yorumlardır bunlar. Hele bizdeki jölelinin sözlerini hatırlayın lütfen. Bu orta yolculara Victor Hugo güzel bir kapak yapıyor sonraki satırlarda…]

İşte bu yarı buçuk bilgelik böyle diyor ve burjuvazi denilen bu yarı buçuk halk da seve seve bununla yetiniyor.

Bize gelince, biz bu pek geniş kapsamlı, dolayısıyla pek kullanışlı kelimeyi, “ayaklanmalar” kelimesini bir yana atıyoruz. Halk hareketinden halk hareketine fark var. Ayırt etmek gerek. Biz, “Bir ayaklanma, bir savaşla aynı şey midir?” diye sormuyoruz. Önce niçin bir savaş? Burada savaş meselesi çıkıyor ortaya. Savaş, ayaklanmaya oranla daha mı az felakettir? Hem sonra bütün ayaklanmalar felaket midir? 14 Temmuz, yüz yirmi milyona mal olmuş olsa ne olurdu yani? 5. Philippe’in İspanya tahtına oturtulması, Fransa’ya iki milyara mal olmuştur. Hem zaten 14 Temmuz da aynı fiyata mal olsa, biz yine onu tercih ederdik. Kaldı ki, biz bu rakamları kabul etmiyoruz. Bunlar kanıt gibi görünseler de, boş laftan başka bir şey değildirler. Bir ayaklanma söz konusu olduğunda, biz, onu kendi başına inceleriz. Yukarıda anlatılan doktriner itirazda yalnızca sonuçtan söz ediliyor; oysa biz sebebi araştırıyoruz.

Meselenin Özü

Bir ayaklanma vardır, bir de ihtilal. İki çeşit öfkedir bunlar. Biri haksız, öteki haklıdır. Adalet üzerine kurulu biricik devletler olan demokratik devletlerde bazen bir hizip [bu bazen, halkın seçtiği varsayılan bir partinin, demokrasiyi gasp etmesiyle de olabilir], iktidarı gasp edecek olur. O zaman bütün toplum ayağa kalkar ve onun [gerçek anlamda, demokrasinin ve demokratik yönetimin] haklarını savunmak zorunda kalması, silaha sarılmaya kadar varabilir. Kollektivitenin hükümranlığına ilişkin bütün meselelerde, bütünün bir hizbe karşı savaşı ihtilaldir. Hizbin bütüne karşı saldırısı ise isyandır.

…Halk, bazen kendi kendisine sadakatte kusur işler. Kitle, halkın haini olur. Bu konuda, mesela, kaçak tuz üreticilerinin uzun ve kanlı direnişlerinden daha garip bir şey olamaz! Müzmin bir hal alan bu meşru isyan tam kesin sonuç alınacağı, selamete çıkılacağı gün, halkın zafere ulaşacağı saatte tahtla uzlaştı; Chouannerie hareketi halini aldı ve tahta karşı ihtilal iken, taht lehine bir ayaklanmaya dönüştü. Cehaletin hazin şaheseri! Tuz kaçakçısı, kralın darağacından kurtulup boynunda bir ip parçasıyla beyaz kokart takındı. “Kahrolsun tuz vergisi, yaşasın kral”`ı doğurdu…

…Isı şiddeti bakımından da ikisi arasında fark vardır: ihtilal çoğu kez yanardağ, ayaklanma ise çoğu kez bir saman alevidir…

Her şeyin genel oyla çözümlenmesi, tamamen modern bir hadisedir. Onun için, ve de bütün daha önceki tarih, dört bin yıldan beri çiğnenen haklar ve halkların çektiği acılarla dolup taştığı için, her tarihi devir, imkanları el verdiği ölçüde, bu duruma karşı itirazlarını ve protestolarını da beraberinde getirmiştir. Sezarlar devrinde ihtilal yoktu, ama Iuvenalis vardı.

…Genel, en genel olarak, ayaklanma maddi bir durumdan çıkar; ihtilal ise manevi bir fenomendir. …İhtilal kafayla ilişkilidir, ayaklanma mideyle. Mide [yazıda Gaster olarak geçiyor] öfkelenir; ama Mide haksız da değildir elbet her zaman. [Öfkelenmiş midelere söyleniyor] …Halkı beslemek iyi bir amaçtır, ama onu kırıp geçirmek kötü bir araçtır. [Haklı iken, haksız duruma düşmeye dem vuruyor.]

Bütün silahlı protestolar, hatta en meşruları bile, hatta 10 Ağustos ve 14 Temmuz bile, hep aynı belirsizlik ve karışıklıkla başlar. Hak, aradan sıyrılıp kendini gösterinceye dek hercümerç, hayhuy ve köpük vardır. İhtilal, ayaklanmayla başlar -nasıl ki, nehir de başlangıçta seldir- ve genellikle sonunda bir okyanusa varır: devrim. Ne var ki, manevi ufka set çeken ve adına adalet, hikmet, akıl ve hukuk denen o yüce dağlardan kopup gelen; idealin en temiz en saf karlarından meydana gelmiş olan ihtilal, kayadan kayaya uzun bir düşüşten, gökyüzünü olanca berraklığı içinde yansıtıştan ve zafer yolunda tantanalı yürüyüşü sırasında yüzlerce kolla beslenip büyüdükten sonra, bazen, birdenbire burjuvazinin bir çamurlu su çukuru içinde kaybolup gider; tıpkı Ren Nehri’nin bir bataklıkta kaybolması gibi.

Bütün bunlar geçmişin malı oldu artık. Gelecek ise bambaşka. Genel oy hakkının hayran olunacak yanı şu ki, ayaklanmayı kendi prensibi içinde eritmekte ve ihtilalden yana kullanıldığında, onun silahını elinden almaktadır. Savaşların -sokak savaşının ve sınır savaşının- ortadan kalkması: İşte önüne geçilmesi, kaçınılması imkânsız ilerleme budur. Varsın bugün, istediğini olsun; Yarın barıştır.

Kaldı ki ihtilalmiş, ayaklanmaymış, öncekinin sonrakinden farkı neymiş, burjuvazinin halisi bu nüansları pek bilmez. Onun gözünde o da, bu da devlete başkaldırmadır, düpedüz asiliktir, köpeğin sahibine karşı gelmesidir, onu ısırmaya kalkmasıdır, havlamalar, ulumalardır; bu yüzden onu zincirleyerek, kulübesine hapsederek cezalandırmak gerekir. Ne vakte kadar? Köpeğin başı birdenbire koskocaman olup, bir aslan yüzü halinde karanlığın içinden belli belirsiz seçilmeye başladığı vakte kadar.

O vakit burjuvazi haykırmaya başlar: “Yaşasın halk!”

Bu açıklamadan sonra sorabiliriz: 1832 Haziran hareketi tarih gözünde nedir? Bir ayaklanma mı, yoksa bir ihtilal mı?

O, bir ihtilaldir. [Peki ya Gezi olaylarıyla başlayan hareket?]

[Bundan sonraki bölümde, Paris’i İstanbul olarak da telefuz etmek de mümkündür. İstanbul’da yaşayıp, Gezi olayları hareketine -bir şekilde- şahit olanların, ne demek istediğimi anlayacağını umuyorum.]

Paris’in Orijinal Yanı

İki yıldan beri Paris epeyce ayaklanma görmüştü. Ayaklanan mahalleler dışında Paris’in çehresi genelde o kadar sakindir ki, hiçbir şey bir ayaklanma sırasında böylesine garip bir sükûnet içinde olamaz. Her şeye çarçabuk alışır Paris -alt tarafı bir ayaklanmadır işte ve onun yapacak o kadar işi vardır ki, bu kadarcık bir şey için istifini bozmaz. Ancak böyle devasa kentlerde rastlanır bu görüntülere. Ancak böyle uçsuz bucaksız alanlar, aynı zamanda hem bir iç savaşa hem de akıl almaz garipliklerle bir sükûnete yer verebilir içinde. [Yazarın bu savını, İstanbul’da cereyan eden olaylar da ispatlar] Genellikle ayaklanma başladığında; uyaran, çağıran, toplayan trampet ve boru sesleri duyulduğunda [ki bizde bu işi internetteki sosyal ağlar üstlenmiştir], dükkâncı, “Saint-Martin sokağında kavga patırtı çıktı galiba,” demekle yetinir. Ya da, “Saint-Antoine Mahallesi’nde bu galiba,” der. Ve çoğu zaman kayıtsızca ekler: “Oralarda bir yerde olsa gerek.”

Daha sonra, musket atışlarının kulakları patlatan ölümcül gürültüsü ve yaylım ateş sesleri fark edilmeye başlayınca [bizde malum gaz bombalarıydı bu] dükkâncı, “Vay canına! Demek işler kızışıyor,” der. “Hem de iyiden iyiye kızışıyor.”

Ve hemen arkasından, eğer ayaklanma yaklaşmakta ve yayılmakta ise dükkânını alelacele kapatarak, çarçabuk üniformasını sırtına geçirir. Yani mallarını emniyete alıp kendini tehlikeye atar.

Herhangi bir yol kavşağında, bir pasajda, bir çıkmazda insanlar birbirlerine karşılıklı kurşun sıkarlar, barikat alınır, kaybedilir, tekrar alınır; kan akar, mermi parçaları evlerin cephesini kalbura çevirir, kurşunlar insanları yalaklarında öldürür, cesetler yolları kapatır ve bunlar olurken, bir kaç sokak ötede, kahvelerde birbirine çarpan bilardo toplarının sesi işitilir.

Tiyatrolar kapılarını açarlar, vodviller oynanır; meraklılar, savaş alanına dönmüş sokakların iki adım ötesinde konuşur, gülüşürler.

1831’de, bir düğün alayına yol vermek için bir ateş teatisine ara verilmiştir.

12 Mayıs 1839 ayaklanmasında, Saint-Martin Sokağı’nda, ufak tefek sakat bir ihtiyar adam, içinde üç renkli birer bezle örtülü ve ne idüğü belirsiz bir sıvıyla dolu sürahiler bulunan iki kollu bir arabayı çekerek, barikattan askerî birliğe, askerî birlikten barikata gide gele, tam bir tarafsızlık içinde -yani bir hükümete, bir anarşiye- bardak bardak meyan kökü şerbeti sunuyordu.

Bundan daha şaşırtıcı bir şey olamaz; ama Paris ayaklanmalarının kendine özgü karakteri de budur. Başka bir başkentte böyle bir şeye rastlanmaz. Bunun olabilmesi için gerekli iki şey vardır: Paris’in büyüklüğü ve neşesi. Napolyon‘un ve Voltaire‘in şehrinde olur bu ancak…

Sefiller, Victor Hugo

İletişim Yayınları, Cilt II, (Syf. 265-288)

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi127

Bunu paylaş: