8 Temmuz
Erzurum
Dün sabah kahvaltı sofrasındayken Defne’nin “Anne, anne yırtıcı!” demesiyle hepimiz mutfak penceresine koştuk ve bir küçük kartalın süzülüşünü izledik keyifle. Kampüsümüzde üreyen kerkenez çiftini sürekli görüyoruz zaten, özellikle av ararken havada asılı kalmasını izlemek çok hoş. Geçen yıllarda uçurtma uçururken yüzlerce şahinin göçüne tanık olmuştuk. Göç sırasında ibibikler, kızılsırtlı örümcekkuşları kuyrukkakanlar uğruyor kampüsümüze, arıkuşlarının sesleri yankılanıyor gökyüzünde. Tarlakuşları, küçük kargalar, saksağanlar, sığırcıklar, tarla kirazkuşları ürüyorlar kampüste. Kış gelince ardıçlar, kulaklı toygarlar geliyor. Baharda çiçekler coşuyor ve tabii ki onlarla birlikte böcekler de. Gelengiler (tarla sincapları) çayırlarımızda koşturup, yuvarlanıyorlar. Ders anlatırken bile görebiliyorum onları. Geçen gece de bir kirpi gördük Defne’yle. Kışın (ve bu sene baharda bile) tilkileri görebiliyoruz sık sık. Karlara dalarak avlandıklarını izlerinden anlıyoruz. Gelincikleri ilk defa bembeyaz kış kürkleriyle burada gördüm. Doğanın yaşamımızın gerçekten içinde olması en çok şükrettiğim şeylerden biri bu hayatta.
Özge Keşaplı Can
9 Temmuz
İstanbul
Seslerini özlediğim, İstanbulla özdeşleştirdiğim ak karınlı ebabiller nerede? Dostum Olcay’ın Ortaköy’deki evinin balkonuna çıktığımda da kafamda bu soru. Onları ne kadar özlediğimi test ediyorlarmış demek ki, hemen gördüm birkaç tanesini.
Özgür Keşaplı Didrickson
10 Temmuz
İstanbul
Liseden beri, en az 25 yıldır çok severek dinlediğim Nick Cave and The Bad Seeds‘i canlı dinlemek için gelmiştik İstanbul’a. Konser muhteşemdi. Bu büyülü buluşmayla ilgili olarak “tadı damağında kalmak” deyişini sonsuza dek iliklerimde hissedeceğim.
Konserle ilgili izlenimlerimi aktardığım yazımdan bir alıntı yapayım;
“Skeleton Tree” albümünden “Jesus Alone”u çaldılar en başta. Dosyamız için çevirdiğim 3 şarkı sözünden biriydi ama ne yazık ki hatırımda kalmamış pek. Sıkı dinleyicileri bilir, Cave’in şarkı sözleri gündelik dilin ötesinde pek çok kelimeyle dolu olan ve onların özgünce örülmesiyle oluşan şiirler ya da öykülerdir. Bu nedenle, özellikle “Jesus Alone” gibi şarkıların sözlerini ezberlemek pek kolay değil. Yine de konserin hemen başında şarkıları, hele düzgün çevirmek için bayağı uğraştığım bu şarkıyı bir ucundan tutamasaydım çok üzülecektim. Bir dirimbilimci (biyolog) olarak çevirmek için seçtiğim şarkıların içinden yaban hayatın geçmesine özen gösterdiğimi hatırlayınca — nakaratı saymazsak- “hummingbird/sinekkuşu” kelimesinden yakaladım Cave’in sesini. Kaldı ki Cave’in şarkılarında yaban hayatı sık geçer; hem de “balina kanı” ile “muz yaprağı”nı birlikte kullandığı “O’ Malley’s bar” şarkısındaki gibi çarpıcı şekilde”
Alaska’da yaşamanın en güzel yanlarından birisi sinekkuşlarıyla olmaktı. Nektarlığımızı her ziyaret ettiklerinde bir masal dünyasına doğru yol alırdım. “Jesus alone/İsa tek başına” şarkısında Cave ” sinekkuşlarının cazibesiyle çevrili sarı elbiseli bir kadınsın” demiş, acaba o sinekkuşlarıyla nerede karşılaştı? Belki de görmeden büyülenenlerdendir.
Konserde çalmasını en çok istediğim şarkılardan birisi “Straight to you/Doğru sana” idi. Tek başına müziğiyle bile mükemmel bir şarkı ama Nick kırlangıçların gagalarını sivriltmelerinden söz ettiği için elbette daha özel bir yeri var içimde. Bu şarkıyı çalmadılar, demek ki yeniden buluşacağız. Yaşasın!
Özgür Keşaplı Didrickson
11 Temmuz
İstanbul
Hava öyle sıcak ve nemli ki uzun yıllardır görmediğimiz dostlarımızla buluşmak dışında bir şey yapmamaya karar verdik oysa bir süredir İstanbul’da gezmemiştik. Birkaç vapur ve taksi yolculuğu sırasında gördüğümüz kadarla yetindik. Özellikle vapurda giderken, artık herkesin kaçmak istediği bu koca şehrin her şeye rağmen halâ güzel ve çok özgün olduğunu düşündüm. Kimi yerlerde halâ yoğun yeşilliğin, tarihin olduğunu görünce ne yazık ki tedirgin bir mutluluk yerleşiyor insanın üzerine. (Nitekim birkaç gün sonra Kuzguncuk’un “Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Proje Alanı” ilan edildi)
Teyzemlerle buluştuk ve Harem’in üzerinde, Kız Kulesi’ni gören bir tepedeki kafeye oturduk. Erguvan ağaçları vardı yanıbaşımızda, kimbilir açtıkları zaman ne güzel oluyordur burası. Elde kalem, kağıt, zamanı unutup yazacak bir nokta.
Özgür Keşaplı Didrickson
Dün güneşi Harem’den uğurladık.
Perihan Keşaplı
12 temmuz
İstanbul
Ayfer ablaları ne zamandır görmemiştim. Çirkin evlerin şaşırtıcı kadar az, çeşitli dönemlerden eski evlerin umut verici kadar korunmuş olduğu bir semte taşınmışlar. Apartmanlarının girişinde, tepeden dökülen borazan çiçeği karşıladı bizi ve bahçedeki ortancalar. Meğer en büyük sürpriz ise hemen önlerindeki küçük, güzel parktaki muhteşem çam ağacıymış. Ayfer ablanın bu ağaçtan söz ettiğini hatırladım. Ağaçlar sohbetlere konu oldukça gelecekten ümit kesilebilir mi? Önce karanlıkta tanıştığım ağacı gündüz gözüyle görünce dallarında maymunların gezindiğini hayâl ettim nedense. O görkemiyle uzak diyârlara uzanan kocaman bir ormana aitmiş gibi hissettiğim için olsa gerek.
Havaalanına giderken uğradığımız bir metro durağında, tepedeki büyük levhaların üzerinde 2 tane küçük kumru vardı. Tarçın kızılı renklerini çok seviyorum. Ve onlar aklıma düştüğünde hep İstanbul’da onları görecek olmanın heyecanıyla dolaşan Bulgar arkadaşımızı hatırlıyorum. Göçmen kuşlarla ilgili düzenlediğimiz uluslararası konferansa gelen meslektaşlarımızdan biriydi ve sonunda bu güzel kuşlarla tanışması bizi de mutlu etmişti.
Kumrular üzerindeyken tabelanın üzerinde “Havaalanı 3 dk” gibi bir şey yazıyordu. Kanatlarının uçakları selamladığı o anı fotoğraflayamadık ama sıcak nedeniyle dışarılarda pek dolaşmadığımız İstanbul’dan ayrılmadan önce Selçuk’ta olmayan bu güzel kuşlara rastlamak güzeldi.
Özgür Keşaplı Didrickson
13 temmuz
Selçuk
Balık lokantasındayız, elbette kediler dolanıyor masaların etrafında. Bir küçük kız henüz daha masalarına oturmadan kedileri gözüne kestirdi, sevmek istiyor. Anne-babası “ısırır” diyor ama dinlemiyor kız. Bir ara gidip bir tanesini başından sevdi, ne yazık ki gerçekten dişledi onu kedi. Çok ciddi bir durum değildi elbette, oynamak istedi kedi herhalde ya da masalardan gelecek balık parçaları aklındaydı daha çok. Arkamızdaki masaya oturdukları için kızın dediklerini duyabiliyorduk. Yine kedinin yanına gitmek istiyordu. “Kızıcam ona” diyordu sürekli. Kediyle türler ötesi bir iletişim kurması elbette çok hoşumuza gitti. Bir ara dönüp baktım, kızı yüzü kediye dönük olacak şekilde masaya oturtmuşlardı. Çiziklerine bakıyorlar, siliyorlardı. Bu kez kızın “Bakma bana” dediğini duyduk. Kediye söylüyordu elbette, gerçekten çok komikti.
Özgür Keşaplı Didrickson
14 Temmuz
Selçuk
Wimbledon Turnuvası’nı (Novak-Nadal yarı final maçını) izlerken bir kelebek girdi korta. Maç öylesine heyecanlı, öylesine hızlıydı ki, sanki kelebek süzülerek inanılmaz anları yavaşlatmak için bu maçı seçmişti. Bizim spikerlerden birisinin kelebekle ilgili olarak “Wimbledon’a endemik mi? Buraya endemik mi acaba?” gibi şeyler söylemesi de komik ve hoştu. Özellikle Erzurum sonrasında kelebeklerle oldukça haşır neşir olduğumuz için bu durum beni ayrıca gülümsetti. Televizyon başında maç izlerken bile bir kelebek beni bulmuştu işte!Beyaz renkli kelebek sanırım “Melek” isimli türlerden birisiydi.
Avustralya Açık Tenis Turnuvası’nda da içeriye bir peygamberdevesi girmişti. Dirimbilim Günlüğü’nde şöyle yazmıştım “Binlerce insanın olduğu, nereden girilip nereden çıkılacağını insanların bile şaşırıyor olabileceği bu büyük, kapalı stadyumun içine girmiş olan bu böcek, ne yaparsak yapalım hayvanları o kadar da kolay evlerinden atamayacağımızı hatırlattı”.
Ünlü doğa belgeselcisi David Attenborough da maçı izleyenler arasındaydı. Spikerler kameraların gösterdiği bir sürü ismi, özellikle tenis dünyasından olanları tanıyorlar genelde. Attenborough’u tanımıyorlardı herhalde ki bir şey söylemediler. Hem tenisten hem kelebek türlerinden anlamak, doğayla ilgili çalışma yapan her insanı tanımak mümkün olmayabilir elbette. Bu örnek nedeniyle farklı alanlardan insanların birlikte çalışarak üretmelerinin ne müthiş bir şey olduğunu düşündüm yine. Ancak ne yazık ki vizyonsuzluk, yaratıcı olamamak ve kıskançlık gibi nedenlerle aynı alanda çalışanlar bile bilgilerini birleştir(e)miyorlar.
Kelebekli maça dönersem…Kocaman kameralarıyla hazır bekleyen fotoğrafçılar elbette içinden kelebek geçen muhteşem kareler de yakalamışlar. Bu fotoğraflarla karşılaştığım 2 haberi ekleyeyim;
https://www.mirror.co.uk/sport/tennis/rafael-nadal-wimbledon-butterfly-match-12916479
15 Temmuz
İstanbul
Antalyalı Oltacı Mehmet
Üniversite öğrenimi için gittiğim ve 80 darbesine dek unutulmaz güzellikler yaşayıp, dostluklar kurduğum Ankara’dan, Anadolu Kavağı’na (İstanbul) istemeyerek, zorunlu dönüşümün akabinde rahmetli babacığımın önerisi ile kahvehane işletmeye başladık.
Önceleri bana biraz zorlama gibi gelse de zamanla işimizi çok sevdim( Bu konuda anılarımı da yazacağım).
Antalyalı oltacı Mehmet, 12 Eylül’ün neden olduğu sıkıntılarımı aşmam, özellikle çocukluğumun deniz, balık ve yaşam tutkusunu tekrar kazanmam açısından bana hiç tahmin etmediğim koşullar sunmuştu.
Palamut ve lüfer zamanı küçücük, kamarasız teknesi ile Antalya’dan yola çıkıp onca yolu günler haftalar boyu kat ederek Kavağa gelirdi. Kimseyi tanımıyordu. Teknesini iskeleye bağlar, çay molası arasında çapari ve olta takımlarını donatmak için bizim kahveye gelirdi. Cömert bir insandı, balık tuttuğunda bize de verirdi. O zamanlar havalar oldukça sıcaktı, denizden dönüşünde sandalda yatıp kalkardı.
Bir Ekim gecesi hava aniden bozdu. Fırtına, yağmur; handiyse kıyamet kopacaktı. Mehmet abi, sudan çıkmış balık misali, iliklerine kadar sırılsıklam halde kahveye geldi. O zaman sandalda yatmanın ne kadar zor olduğunu anladım, zira oltadan dönüp Kavağa geldiğinde brandayı açıp, sandalın baş altına koyduğu yatağını çıkarıp yatıyormuş. İlk işim, kahvenin bir köşesinde ona yatacak bir yer ayarlamak oldu. Kahvenin yedek anahtarını da ona verince mavi gözlerindeki sevinç ve mutluluk ifadesini anlatamam.
Aramızda oldukça keyif veren dostluk başladı.İstanbul’a neden palamut ve özellikle lüfer zamanı geldiğini anlatınca önce çok şaşırdım.Yörük olmasına rağmen, askerliğini bahriyeli olarak İstanbul’da yaptığı yıllarda Kuzguncuklu oltacı Rum asker arkadaşı sayesinde balıkçılığı tanımış ve ona tutkuyla bağlanmış. Hafta sonu izinlerinde onun sandalı ile denize çıkarmış. Rum arkadaşı hayata bakışının değişmesine neden olmuş ve eşinin karşı çıkmasına rağmen yıllarca her sene Antalya’dan oltacılık zamanı İstanbul’a gelmiş.
1973’te, yine oltacılık zamanı İstanbul’a geldiğinde Rum arkadaşının vefat ettiğini öğrenince dünyası yıkılmış. Yakınları ona “bu zarfı sana vermemizi ve sandalının da sana emanet edilmesini istedi” deyince kısa bir şaşkınlık sonrası zarfı açmış ve içinde son derece düzgün el yazısı ile yazılmış bir mektup bulmuş.
Mektupta arkadaşı “Muhterem dostum, ben gidiyorum ama sen fırsatın oldukça, beni de yanında var sayarak lüferleri benim yerime de ziyarete gel demiş. Mehmet abi arada bir şarap içerdi. Bu anısını anlatırken gözleri sulanıp dudakları titreyince oluşan tarifsiz bir duygu selini tahmin edersiniz.
Mehmet abinin sandalında ağ yoktu. O tam anlamı ile olta balıkçısı idi. Olta kutusunda, en küçük fındık zokasından seyirtmeye, her türlü lüfer avlama malzemesi vardı.Onun sayesinde Karaköy’de bir kalıpçıya zoka kalıbı yaptırdım.
Arada bir beni de balığa götürürdü. Bir gece Anadolu Feneri- Riva arasında, Eşek adasının kıyısında gece birkaç sandal demir atıp zincirleme tonoz yaptık. Lüksü yaktık, yemli lüfer avlamak için oltaları saldık. Bizim gibi onlarca sandal, olta ile lüfer avlama halindeydi.
Mehmet abi bana “Cahit, hava patlayacak toparlanalım” dedi. Aileden dolayı kayda geçmeyen adımı da bilir ve bana Cahit de derdi.
Deniz süt liman, yaprak kıpırdamıyor. Gökyüzünde yıldızlar adeta dans eder halde ve at- çek lüfer tutuyoruz.
Antalyalı, küçük çanı sallamaya başladı ki ilk kez bu olaya şahit oldum.Sonrasında bekçi düdüğünü birkaç kez çaldı. Demiri çektik ve tam yol dönüşe geçtik. Karanlıkta Karadeniz’in ufkunda, bana göre çok uzakta çakan şimşekler ile gelen fırtına bizi Anadolu Fenerine dönmeden yakaladı. Kendimizi Poyrazköy limanına, kayalara çarpmaya ramak kala zar zor artık.
O gece Mehmet abi kendisinin ve benim hayatımı kurtarmıştı. Denizde batma ve boğulma anılarımın çok olmasına rağmen ilk kez bir sandalda yaşadım bu ölümle yaşam arasında kalmanın tarifsiz çaresizliğini. Sonra öğrendik ki o gece fırtınadan kaçamayan birkaç sandal batmış ve üç oltacı boğulmuş.
Olta sezonu bitmek üzereyken eşi bizleri tanıma bahanesi ile Antalya’dan Kavağa geldi.Eşinden de Mehmet ağabeyin anlattıklarından çok fazlasını duyunca deniz ve balığın dayanılmaz çekiciliğine bir kez daha tanık oldum.
Mehmet ağabeyi 1984’ten sonra bir daha görmedim. Kısa bir İzmir yaşamım sonrası İstanbul’a dönüşümde (1989) Kuzguncuk’ta onu tanıyan birçok balıkçıya sordum ama ne yazık ki ona ulaşamadım. Antalya’nın neresinde kaldığına dair bilgi edinemediğim için kendimi bugün bile suçluyorum.
Kısa ilişkimiz benim için bir ömre bedeldi. Paylaştığım resimde onu anılarımda kaldığı haliyle, sevgili eşinin ördüğü bere ve kazakla çizdim.O zamanlar fotoğraf makinesi kullanan çok az insan vardı. Benimkisi, Mehmet abiyi o günlerden bu güne kara kalem görüntülemek bir anlamda züğürt tesellisi.
Halit Konanç
16 temmuz
Selçuk
Erzurumu’un yağmurunu, serinliğini, çiçeklerini, böceklerini ve tabi ki kelebeklerini özlüyorum gecenin sıcağında.Gündüzün sıcağında da karını.
Perihan Keşaplı
Ben de özlüyorum Erzurum’un börtü böceğini; annemin onların peşinden dolanıp çayırların içinde kaybolmasını da. Sonunda kelebek fotoğrafçılığında öyle ileri gitmişti ki bir gün bana “Defne eve geliyor, ben de gidip gördüğüm turuncu bir kelebeğin fotoğrafını çekeceğim” demişti. Küçük yeğenim Defne yukarı çıktıktan hemen sonra gelmişti nerdeyse eve ve gerçekten o kelebeği fotoğraflamış olarak! Çok gülümsetmişti bu olay beni. Erzurum’u nasıl özlemeyelim?
Annem sayesinde giderayak listemize katılan yeni kelebek türümüz “Aglais” olmuştu.
Özgür Keşaplı Didrickson
Selçuk
Uzun süre sonra ilk kez yürüdüm burada, bilindik patikamda.
Selçukla hayatıma giren tren raylarını, yakın ve uzak zamanların sayısız öyküsünün izini taşıdığı için çok seviyorum. İsimlerini de çok sevdiğim bu güzelim çiçeklerin her yerden patlamaları da hep çok hoşuma gitmiştir zaten.
Çocukluğumun mısırları, tadı yok oldu ama işte güneş hatırlatıyor; çocukluğumuz hep bizimledir.
Özgür Keşaplı Didrickson
17 Temmuz
Selçuk
Priene Antik Kenti’nde (Aydın) karşımıza hep kalp yapraklı, sarmaşığa benzer bir bitki çıkmıştı. Taşların üzerindeki kabartmalarda bazen uzunca bir dal, bazen yalnızca bir yaprak görmüştük. Ne anlama geldiğini çok merak ediyorum ama henüz öğrenemedim.
Selçuk’ta benzer yapraklı bir bitki görünce de aklıma hemen o antik taşlar geldi. Facebook’taki Flora grubuna hem gördüğüm bitkinin türünü sordum hem de kabartmaların üzerinde o bitkinin yer almasının ne anlama geldiğini. Bitkinin adı “Bacırgan”mış. Bilimsel adı Cynanchum acutum. Eski zamanlarda antik taşların üzerine benzer bitkiyi neden işlediklerini ise arkeologlara, sanat tarihçilerine de sormam gerekiyor.
Özgür Keşaplı Didrickson
18 Temmuz
Pamucak Sahili
Güneş batmak üzereyken attık kendimizi sahile. Pastel renklerdeki gökyüzünü ve köpürmekte ısrarlı dalgaları izledik. Deniz kıyısında sessizce oturmak da, sohbet etmek de çok iyi geliyor. Uzun süredir ay ışığının denizle böyle buluştuğunu görmemiştim. İçinden gümüşi ışıltılar geçen dalgaların şıkır şıkırlığı gözümüzü aldı.
19 Temmuz
Sinop
Sinop ismini, ırmak tanrısı Osopos’un güzel kızı su perisi Sinope’den almış. Binlerce yıllık geçmişe sahip ve bugünkü adıyla “suya tutunan şehir” olarak biliniyor. Bu resim iskeleden bir temmuz akşamı çekildi. Ve orada akşamlar halâ güzel/hüzünlü ve bol rüzgârlı.
Eren Tuncel
20 Temmuz
İstanbul
Bahar geldi geçti, yaz geldi geçiyor…
Büyüyen martı yavruları bu aralar uçmayı öğreniyor. Ebeveynlerin gözetiminde kısa mesafe uçuşları ilk adım. Ardından daha büyük beceri isteyen çatı kenarından kanatlarına güvenerek boşluğa doğru atılmak geliyor. Bunun için bir erkek kuş, bir dişi kuş nöbetleşe yavrulara cesaret veriyor.
Ama illa hazırlık lazım: Paytak adımlarla koşunuz, kanatlarınızı bu sırada açınız ve çırpınca sizi havalandıracak rüzgara kendinizi bırakınız.
1- Bacanın üstünde ebeveynlerden biri etrafı gözetliyor. Yuvanın olduğu diğer bacalar arasından yavru çıkıyor ve bacadan çatıya doğru kısa mesafe havalanıyor.
2- Yavrunun koşma ve kanat açma denenmeleri süyüyor.
3- Yavru sonunda uçmaya cesaret ediyor. O havalanınca ebeveyn de hemen arkadan takibe başlıyor.
4- Ebeveyn ve yavru arasındaki çekişme görülüyor.
Zelâl Özgür Durmuş
21 Temmuz
Didim
Geçen günlerden birinde teyzem ile denizden çıkarken harika bir canlıya rastladık. Hemen telefonumu çıkardım ve fotoğrafını çektim. Gerçekten büyüleyici bir yapısı vardı ve bir bitkinin üzerinde geziniyordu. Teyzemle ne kadar güzel olduğundan bahsediyorduk ki, aklıma bir fikir geldi. Onu isimlendirmek! Böylece adını Mahmut koyduk.
Mahmut’un halk arasındaki adı “Helikopter Böceği” ve “Yusufçuk”. Mahmut’un bilimsel adının ne olduğu hakkında net bir şey söyleyemeyeceğim çünkü Helikopter Böcekleri’nin pek çok türü var ve ben Mahmut’un hangi türde olduğunu bilmiyorum. Helikopter Böceği’nden ziyade, Yusufçuk isimlendirmesini yapmak daha bilimsel olur diye düşünüyorum. ‘Tahmin dahi de mi edemiyorsun?’ derseniz eğer, büyük ihtimalle Mahmut “Asil Yusufçuklar” ve “Gomphidae’ler” grubunda yer alıyor.
Şimdi sizlere yusufçuklarla ilgili bilgiler vereceğim. Mahmut ve Mahmut’un türünden olan yusufçukları kızböceklerinden ayıran şey, dinlenmeleri sırasında kanatlarını yanlara açmalarıymış. Etçillermiş, yemeyi en sevdikleri böcek sivrisineklermiş fakat buna karşın sinekleri ve arıları da yerlermiş. Habitatları genelde suya yakın yerlerde olurmuş. İngilizce isimleri “Dragonfly” imiş. Yusufçukların baş düşmanları kuşlar, kertenkeleler ve kurbağalarmış çünkü bu hayvanlar yusufçukları yemeyi çok seviyorlarmış. Kanat sayısı türüne göre değişmekle beraber, genelde altı bacaklı olurlarmış.
Deniz Aşıkoğlu
Didim
Günlerdir denizde uzun vakit geçirme hayalleri içindeyiz. Didim’de deniz hiç olmadığı kadar soğuk. Televizyonda hava durumunu dikkatle dinliyoruz ve ertesi gün rüzgarın yönünün değişmesi ümit ediyoruz. Didim Altınkum’da rüzgar genelde batıdan olduğunda her şey yolunda demektir ancak güneybatı rüzgarı, Lodos esti mi, vay halinize. Evimiz denize yakın olduğundan Lodos estiğinde dalgalardan ve havanın nemli olmasından gözlüğümde tuz taneciklerinin oluştuğunu hissine kapılırdım. Lodos en sevmediğim rüzgardı buradayken, ancak Lodos’u arar olduk. Deniz dalgalı da olsa kesinlikle sıcak olurdu. Marmara’da yağışlar, burada Karayel gibi kuzey batı rüzgarı çivi gibi bir su bıraktı bize. Geceleri denize girme planlarımız da henüz uzak gibi. Hayatımızın doğa koşullarından etkilenmesi ne güzel şey. Şimdi hava, bana biraz naz yapıyor gibi geliyor. Varsın yapsın! Aklıma Yunan, adalı arkadaşların hali geldi. Adaya geçip geçemeyecekleri endişesi içinde bana rüzgar kaç bofor demişlerdi. Sanki hava kaç derece dermiş gibi rüzgarın şiddetini sormuşlardı.
Yeşim Öndül
Selçuk
Annem çiçeği olan bir kılıç bitkisi görmüş. Nadiren çiçek açarmış sanırım, ben ilk kez gördüm.
Not: Kuş türleri için trakus.org; kelebek türleri için trakel.org adreslerine bakabilirsiniz. Bitkiler konusunda facebooktaki Flora grubu dışında, turkiyebitkileri.com adresinden yararlanıyoruz.
…
Azizm Sanat Örgütü olarak doğadan zannedildiği kadar uzak olmadığımızı düşünerek, bu düşüncenin yarattığı umutla “Dirimbilim Günlüğü” köşesini açmaya karar verdik.
Dirimbilim Günlüğü’nün her yaştan herkesin katkısıyla oluşmasını arzuluyoruz. Günlüğümüzde yer almak için yer ve tarih bilgisiyle bize gözlem ve düşüncelerinizi aktarabilirsiniz. Notlarınıza fotoğraf, çizim, video da ekleyebilirsiniz.